‘DAİŞ petrolü ve kara para akışının kesilişi AKP’yi iflasa götürdü’

Suriye ve Irak’ta DAİŞ’in sıkışmasıyla Türkiye’ye ‘DAİŞ petrolü’nün akışının kesildiğine dikkat çeken PKK MK Üyesi Cemal Şerik, bunun Türkiye’de yaşanan ekonomik krizde önemli bir etken olduğunu söyledi.

Erdoğan ve AKP’nin kendine bağlı sermaye sınıfının üretim dışı ve inşaata, ticarete ve yasa dışı kara paraya dayalı olduğunu söyleyen Şerik, “Şimdiye kadar kara para transferleri en çok Türkiye üzerinden oldu. Bu transferler azaldı” dedi.

Yaşanan ekonomik krizin, Türkiye’de yapay bir ekonomi olmasından kaynaklandığını ve bugün patlak verdiğini belirten Şerik, bu sefer daha önceki krizlerde olduğu gibi, Türkiye’yi ‘teğet’ geçmeyeceğine dikkat çekti.  

PKK Merkez Komite Üyesi Cemal Şerik, AKP-Erdoğan diktatörlüğünün uygulamalarında gelinen aşamayı, uluslararası alandaki sıkışmışlığını, havuz medyası tarafından yürütülen psikolojik savaşı ve Türkiye’deki devrimci demokratik çevrelerin sürece nasıl bir müdahalede bulunması gerektiğini değerlendirdi.

Cemal Şerik’in sorularımıza şu yanıtları verdi;

Uzun süredir Türkiye’de AKP ve Erdoğan öncülüğünde gelişen diktatöryal ve faşizan uygulamalar söz konusu. Milletvekilleri, belediye başkanları, siyasi parti yöneticileri gözaltına alınıp, tutuklanıyor. Bu baskıcı uygulamaları geldiği aşamayı nasıl değerlendiriyorsunuz?

AKP-Erdoğan diktatörlüğü ele alınırken onu sadece son birkaç yılıyla değerlendirmek yeterli olmaz. Çünkü AKP’nin ve Erdoğan’ın iktidara hazırlanması öyle bir anda oluşup gerçekleşmiş bir şey değil. Gerek AKP gerekse Erdoğan’ın kendisi Türkiye’de 12 Eylül askeri faşist darbesini gerçekleştirenlerin projesidir. O nedenledir ki, iktidara geldikleri ilk andan itibaren önlerine koymuş oldukları hedefler de 12 Eylül ile ulaşılmak istenen hedeflerdir. Devrimci demokrasi güçleri ile Kürdistan’daki demokrasi ve özgürlük güçlerinin tasfiyesi Erdoğan ve AKP’nin amaçlarının başında yer almıştı. Tabii bununla birlikte farklı muhalif kesimlerin, deşifre olmuş, artık miadını doldurmuş olan farklı siyasal çevreler ile kişilerin siyasi sürecin dışına atılması gibi bir hedefi de vardı; 12 Eylül darbesini gerçekleştirenlerin başaramadığı o restorasyon çalışmalarını Türkiye’de belirli bir hedefe, belirli bir doğrultuya oturtmaktı.

Birinci Cumhuriyet diye adlandırılan, TC devletinin ilk kurulduğu dönemde devre dışı bırakılan İslami kesimler devlete dâhil edilirken; yine Kürtler, devrimciler, demokratlar ve Aleviler, yeniden yapılandırılacak, restore edilecek olan sistemin dışında bırakıldılar. AKP o süreçten itibaren kendi sistemini bu temelde oturtmaya başladı. İktidar koltuğunda da yer alış sürelerine göre belirlemiş olduğu hedeflere ya doğrudan ya endirekt olarak yönelimler içerisine girdi.

KÜRT HAREKETİNE YÖNELİK SALDIRILAR 2007’DEKİ SALDILARIN YOĞUNLAŞMIŞ HALİDİR

2007 genel seçimlerinden sonra AKP, ülke içerisinde kendi dışında bulunan farklı iktidar odaklarını devre dışı bırakmak için harekete geçti. Bunun ardından da kendi içindeki iç sorunlara yöneldi. Tabii bunları yaparken de asıl hedef teşkil eden devrimci demokrasi güçlerine, Kürt özgürlük ve demokrasi hareketine karşı saldırılarını çok daha fazla yoğunlaştırdı. O nedenle bugünkü AKP döneminde gerçekleştirilen saldırılarla 2007’den itibaren şiddetlendirilen saldırılar arasında ciddi bir fark yok.

Medya Savunma Alanlarının yoğun bir şekilde havadan, karadan bombalanması 2007’den sonra gündeme getirildi. 2009’da siyasal soykırım saldırıları başlatıldı. Bununla birlikte gerillaya yönelik imha saldırıları daha da şiddetlendirildi. 2009’dan 2011’e kadar bunlar çok şiddetliydi. 2011’de üçüncü defa iktidar koltuğuna oturduktan sonra AKP bu saldırılarına çok daha fazla ağırlık verdi.

Mevcut süreçteki saldırılardan farkı şuydu; 2011 seçimleri, özellikle de 2014 yerel ve 7 Haziran 2015 genel seçimlerinden sonra Kürt özgürlük hareketi, bununla birlikte Türkiye’deki demokrasi güçleri, demokratik siyaset alanında daha da güçlendiler. Mevcut süreçte AKP hükümetinin yönelimi ise demokratik siyaset alanında, toplumsal alanda daha da güçlenen demokrasi ve özgürlük hareketlerini tasfiye etmeyi önüne hedef olarak koymak oldu. Çünkü bu demokratik siyaset güçlerini CHP’nin, MHP’nin teşkil ettiğinden çok daha fazla bir şekilde kendi karşısında tehlike olarak kabul etti. Artık bu süreçte yapacağı fazla bir şey kalmamıştı. Ya demokratik siyaset alanında Kürt sorununa, özgürlükler ve demokratikleşme sorununa çözüm aranacak, öylesi bir sürece girilecek, ya da bunlara yönelik olarak topyekûn bir saldırı konseptini devreye koyarak kendisi için bir engel olmaktan çıkartacaktı. AKP’nin tercihi ikinci yol oldu. Hatta bu yaşanan gelişmeler içerisinde soruna demokratik çözüm bulunabilir mi biçiminde var olan arayışların bile önüne geçti.

KÜRTLERİN, ALEVİLERİN TÜMDEN İNKARI YENİDEN TESİS EDİLMEYE ÇALIŞILIYOR

Şimdi bu saldırılarını çok daha yoğunlaştırdı. İşte demokratik siyaset güçlerini devre dışı bırakmayı hedefliyor, bu doğrultuda adımlar da attı. 28 Şubat 2015’te AKP ve HDP’lilerin de hazır bulunduğu Dolmabahçe Sarayı’nda bir açıklama yapıldı. Yol haritası türünde yapmış oldukları bir planlamayı açıklamışlardı. Ardından Erdoğan bunu kabul etmedi. Yönelimlerine, hedeflerine dikkat ettiğimizde “sil baştan yaparız” derken neyi kastettiği de açığa çıkmış oldu. Yani diyalog sürecini kaldırıp yeniden çatışmalara dönüleceğini kast ediyordu. Kastedilen Kürt özgürlük hareketinin geliştirdiği mücadele sonucunda elde etmiş olduğu tüm kazanımları yok sayan bir sürece dönülmesiydi.

Bunun anlamı ise şudur: Birinci Cumhuriyet kurulduğu zaman Kürtler, devrimci demokrasi güçleri, Aleviler, sosyalistler tümden inkâr edilmişlerdi. Yani bunlar tasfiye ve yok edilmesi gereken, varlıklarından iz bırakılmaması gereken hedefler olarak belirlenmişti. İşte Erdoğan’ın “sil baştan yaparız” dediği de tüm bunların yok edilmesi için yeniden bir saldırı konseptinin devreye konulması oldu. O açıdan buna bir taktikmiş veya dönemsel bir saldırıymış gibi yaklaşmak doğru değil, stratejik bir anlam içermektedir. Bu stratejik anlamın temelinde de önüne konulmuş olan, TC Devletini restore etme planını gerçekleştirmek var. Saldırılar da buna ulaşmanın temel bir yönelim biçimidir.

Bunun karşısında elbette Kürdistan’da özgürlük gerillası direniyor, demokrasi güçleri direniyor, demokratik siyaset kurumları direniyor. Türkiyeli devrimci demokrasi güçleri de direniş içerisindeler. Bu direniş onun imha saldırılarına karşı bir cevap teşkil etmektedir. O açıdan bu saldırılar devam ettiği sürece direniş de; elde edilen mevzileri, kazanımları koruma mücadelesi de devam edecektir. Böylesi bir gerçeklik içerisinde AKP’nin HDP’ye, DBP’ye, demokratik siyaset güçlerine, özgürlük gerillasına yönelik saldırılarının biteceğini beklemek ya da bunların dönemsel olacağını düşünmek fazla gerçekçi olmaz. Önümüzdeki dönemde bu saldırılar daha da şiddetlenerek devam edecektir.

Sistemin yeniden restoresinden söz ettiniz. Bu bağlamda AB’nin bir rahatsızlığı söz konusu olabilir mi? Uluslararası alanda Türkiye’ye dönük eleştirel açıklamalar ve yaptırımlar var. En son Avusturya, Almanya ve Danimarka’dan kısmi de olsa yaptırım kararları geldi. Türkiye’nin uluslararası alanda sıkıştığı ve bir ekonomik kriz yaşanıyor. Bütün bunlar göz önüne alındığında Türkiye nereye gitmektedir?

Bunu şu şekilde izah etmek mümkündür; Türkiye’de 12 Eylül 1980 askeri darbesinin gerçekleştirilmesini sağlayan, onun önünü açan ABD’ydi, NATO’ydu. NATO da ABD’nin öncülüğünde Avrupa devletlerinden oluşan bir askeri pakttı. 12 Eylül darbesi bunlar tarafından gerçekleştirildi. 12 Eylül’ün de önüne koymuş olduğu ekonomik, siyasal, toplumsal, bölgesel hedefler vardı. Şimdi Avrupa devletlerinin belirli itirazlarının gündeme gelmesi AKP’nin de benzer amaçlara sahip olması ile ilgili değildir. AB devletlerinin AKP-Erdoğan diktatörlüğüne karşı çıkıyor olmalarının temel nedeni; Erdoğan-AKP diktatörlüğü devlet üzerinde etkili olmaya başladıkça diğer iktidar odaklarıyla da çelişki içerisine girdi. Onları da tasfiye etmeyi önüne hedef olarak koydu. Ama Erdoğan-AKP’nin tasfiye etmek istediği güçlerin Avrupa ve ABD ile bağlantıları vardı. O açıdan bu tasfiyelerde bulunma süreci bu güçlerle de karşı karşıya gelmelerine neden oldu.

Yine aynı şekilde AKP iktidar koltuğunda yerini sağlamlaştırırken Fetullahçılar ile birlikte hareket etti. Seçimlerde iktidar koltuğuna oturdu, ama iktidarı elde tutabilecek kadar kadro gücü yoktu. AKP-Erdoğan, kendini Fetullahçı kadrolara dayanarak var etmeye çalıştı ve diğer muhalif güçleri bunlara dayanarak tasfiye etmeyi önüne koydu. Ama daha sonra Fetullahçılar ile de karşı karşıya geldi ve iktidar kavgasına tutuştu. Fetullahçıların hem Türkiye içerisinde dayandıkları tabakalar sınıfsal kesimler vardı, hem de uluslararası ilişkileri vardı. Durum böyle olunca, bazı uluslararası güçler ile de çelişkiler yaşamaya başladılar. Avrupa ve Amerika ile ilişkilerin bozulmasında, önemli bir etken oldu.

AKP HÜKÜMETİ ABD VE AVRUPA BİRLİĞİ İLE SORUNLU

Bununla birlikte AKP diktatörlüğü iktidar koltuğunda yerini sağlamlaştırdıkça, önüne koyulan projelerin dışında farklı yönelimler içine de girdi. Bu da bir çelişki yarattı. Çünkü uluslararası güçlerin Ortadoğu’ya vermek istediği bir biçim vardı. Bunu yaparken Ortadoğu’daki statükocu güçler ile karşı karşıya kaldı. Çünkü bu güçler, bahsi geçen projeler önünde engel teşkil ediyordu. AKP’nin hükümet olması ise ABD için bir avantajdı, çünkü kendi projesiydi. Ama AKP bu konumu da terk etmeye başlayınca, ABD ve Avrupa, Türkiye ile de karşı karşıya gelmeye başladı. Türkiye, bölgede öne çıkmak ve etkili bir güç haline gelmek istedi. Kendi nüfus alanını genişleterek, Suriye ve Irak’ta, özellikle Rojava ve Başur’da etkinlik kurmak istedi. Bu durum ABD ve Avrupa’nın çıkarları ile çelişti.

Eğer bugün AKP-Erdoğan diktatörlüğü ile ABD-Avrupa arasında yaşanan sorunlardan bahsedeceksek, ya da Avrupa devletleri Türkiye hakkında çeşitli kararlar alıp, Türkiye aleyhine açıklamalar yapan bir konuma gelmiş ise, bunun nedenlerini bu gerçeklikler temelinde ele almak gerekiyor. Birincisi AKP’nin kendisi bir proje olmasına rağmen, kontrolden çıktı. İkincisi, Ortadoğu’da etkin bir güç olmak istedi. Üçüncüsü ise, iktidar kavgasında, iktidar içerisinde bulunan farklı iktidar çevrelerini tasfiyeye yöneldi. Bütün bunlar da ABD ve Avrupa ile çelişkiler ve sorunlar yaşamasına neden oldu. 

Peki, Avrupa’nın bu yaptırımları, Türkiye’de nasıl bir sonuca yol açar? AKP-Erdoğan diktatörlüğünün uluslararası hegemon güçler ile yaşadığı çelişkilerin adım adım büyüyen ekonomik krizde sizce bir etken midir?

Aslında bunların adı ekonomik kriz değil, üzerinde tartışılan şeyin kendisi ekonomi değildir. Ekonominin tanımı ve anlamı çok farklıdır. Belirtilenleri, finansal alanda yaşanan mali krizler şeklinde ele almak bizi daha doğru sonuçlara götürebilir.

AKP 2002 yılının Kasım ayında iktidara geldi ve o dönemlerde yine Türkiye’de finansal krizler yaşanıyordu. DSP, ANAP ve MHP koalisyonu vardı. Bu koalisyon hükümetini düşüren ve AKP’yi iktidara getiren temel nedenlerden biri yaşanan finansal krizdi.

Şu anda yaşanan finansal krizin ortaya çıkmasının nedeni de Avrupa devletlerinin Türkiye aleyhine aldığı ve açıkladığı kararlar değildir. Türkiye’deki mevcut iktisadi yapının oturmuş olduğu gerçekliktir. Türkiye’deki iktisadi yapı, kendi içinde yaşadığı devirler ile kendisini var etmiyor. Üretimin kendi içinde yaşadığı devirler vardır; üretim-tüketim ilişkisi, arz-talep ilişkisi, üretim ile pazar ilişkisi, üretim ile tüketim arasındaki oran vardır. Yani var olan pazara ve tüketime göre üretim yapılıyorsa, oradaki iktisadi yapı kendi seyrinde ilerler. Ama burada üretim olgusu temeldir.

Türkiye’deki iktisadi sistem, bu dengeyi gözeterek kendi dengesi üzerinde oluşan bir sistem olmayıp tamamıyla yapay, dıştan dayatmalar ile yönlendirilmeye çalışılan bir sistemdir. Özellikle bu AKP-Erdoğan diktatörlüğü döneminde çok daha fazla böyle bir biçim almıştır. Erdoğan kendini iktidar haline getirdiğinde, sadece iktidar koltuğundaki yerini sağlamlaştırmadı, aynı zamanda kendi sınıfsal temelini de oluşturmaya çalıştı. Daha çok orta sınıflardan kendisinin dayanabileceği büyük sermaye grupları ortaya çıkarmaya çalıştı. Böylelikle var olan sermaye sistemine de bir müdahalede bulundu. Zaten çarpık ve sallantılı bir sistem vardı, yapılan bu müdahale de daha fazla işin içinden çıkılmaz bir hale gelmesine neden oldu. Ortada denge adına hiçbir şey kalmadı.

Erdoğan’ın böyle bir sermaye sınıfına ihtiyacı vardı ve bunu en kolay yoldan gerçekleştirip, onların sıcak paraya kavuşmasını sağladı. Bunu üretim dışı, inşaat, ticaret ve yasa dışı kara parayı işlevsel hale getirerek gerçekleştirdi. Kendi iktidarı döneminde, kendine bağlı sermaye gruplarını bu şekilde ortaya çıkardı. Bu sermayenin üretimde bir karşılığı olmadığı için, etkisini ancak bir yere kadar sürdürebildiler. Kaynaklar bitip tükendikten sonra da iflasla karşı karşıya gelindi.

KRİZ TEĞET GEÇMEYECEK

Türkiye’nin ekonomik yapısının böyle bir patlak vereceği önceden belliydi?

Tabi… Türkiye’de yaşanan budur; kaynak kurudu ve iflas yaşandı. Zaten bundan öteye gitmesi mümkün değildi. Şimdi Erdoğan çıkmış diyor ki “bu kriz de bizi teğet geçecek.” Neyi kastediyor, 2011 yılında yine finansal bir kriz yaşandı. O dönemde AKP-Erdoğan diktatörlüğü, Yunanistan, Portekiz, İspanya ve İtalya kadar o krizden etkilenmedi. O arada rejimler sallandı. Büyük kitle gösterileri, toplumsal muhalefet gelişti. Ama Türkiye’de bunların hiç biri gerçekleşmedi. Erdoğan bugünkü kriz için de buna gönderme yapıyor. 2011’deki kriz, Türkiye’yi teğet geçmedi, Türkiye o dönemdeki krizin ağır faturasının altına girdi. O dönemde diğer ülkelerde olduğu gibi büyük bir toplumsal muhalefet ve protesto olmamış ise, nedeni o zaman Türkiye, İran, Suriye ve Irak arasındaki anti Kürt ittifakından kaynaklanmıştır. İran’a ekonomik ambargo uygulanıyordu. Ama İran, Türkiye üzerinden o ambargoyu kırdı.

İkincisi, o süreçte kayıt dışı ekonomi olarak adlandırılan kara para transferleri en çok Türkiye’de yaşandı. Milyarlarca dolar kayıt dışı sermaye Türkiye’ye girdi. Türkiye bu gibi politikalar ile o zaman ki krizin önüne geçmeye çalıştı. Bir de Rojava ve Suriye’de gelişen savaş, Türkiye’nin en büyük talan savaşı oldu. Suriye savaşı da AKP-Erdoğan diktatörlüğünü rahatlatmıştır. Halep’ten bin 500’e yakın fabrikayı Türkiye’ye taşıdılar. Suriye’de DAİŞ’in kontrol altına aldığı yerler, zengin petrol kaynaklarının olduğu yerlerdi. Hakeza Musul öyledir. DAİŞ’in kontrolü altında olan yerlerden çıkarılan petrol, Türkiye üzerinden dünyaya dağıtıldı. Türkiye bununla de büyük bir kazanç elde etti.

Şimdi DAİŞ Suriye’de sıkıştı, Türkiye’ye açılan sınır kapıları kapatıldı. Bu Türkiye’deki finans çevreleri için büyük bir yıkım anlamına geliyor. Bunları bir araya getirdiğimizde Türkiye’deki iktisadi krizin asıl nedenleri ortaya çıkmış oluyor.

Avrupa devletlerinin aldığı kararlar, aslında Türkiye’yi bu krizden çıkarma kararlarıdır. Türkiye’nin önünü açmak için, bazı adımlar atmasını istiyorlar. Onun önünü açtığında da Türkiye’nin bu krizden çıkmasının olanakları da yaratılmış oluyor. O açıdan Avrupa devletlerinin aldığı kararları, Türkiye’deki krizin bir etkeni olarak ele alamayız. Erdoğan-AKP diktatörlüğünün iktisadi yapısı doğru çözümlenmediği için, bugün böyle bir yanılgı ortaya çıkıyor.

TÜRKİYE’DE BASIN TEK MERKEZDEN YÖNETİLİYOR

AKP’nin basın üzerindeki saldırıları da farklı bir boyuta taşınmış bulunmakta. Türkiye’de böylesine bir tablo varken havuz medyasında her şeyin güllük gülistanlık gösterilmesini nasıl açıklayabiliriz? Kısacası Türkiye basını nasıl bir sınav vermektedir?

Mevcut basının durumu, Türkiye genelinde yaşananların da aynasıdır. Çünkü Türkiye’de yaşanan durumun topluma doğru aktarılması ya da bunların ilgili çevreler tarafından doğru çözümlenmesi ve bunun karşısında doğru politikalar geliştirmeyi engellemenin yolu, tüm bu gerçekliklerin olduğundan farklı olarak topluma yansıtılmasını sağlatmaktır. Bütün bunlar basın ve yayın organları üzerinden topluma yansıtılıyor. O açıdan AKP-Erdoğan diktatörlüğünün basına dönük saldırılarında temel hedeflerden birinin bu olduğunu unutmamak gerekiyor. Peki, bunu nasıl yapacak? Bir yandan yaşanan gerçekleri topluma farklı bir şekilde yansıtmak için egemen yandaş medyayı -buna son dönemde faşizme teslim olan medya çevrelerine de ekleyebiliriz- harekete geçirmesi gerekiyor. Tek merkezden haberler ve programlar belirleniyor. Hangi konunun öne çıkarılacağı ve hangisinin görmezden gelineceği aynı merkezden saptanıyor.

Bunun yanında devrimcilerin, demokratların, özgürlükçü güçlerin, toplumun bir Türkiye’si de var. Bu, mücadeleyle ortaya çıkarılmış bir Türkiye’dir. Bunun bir yansıması olarak da devrimci, demokratik basın ve yayın organlarının varlığı söz konusudur. Yine sistem dışı güçler arasında ele alabileceğimiz sendika, dernek, kooperatiflerin de içinde yar aldığı sivil toplum kuruluşları, böylesi bir Türkiye’nin bir parçasıdır. Bu güçlerin önüne koyduğu hedefler var ve buna göre bir mücadeleyi geliştiriyorlar. Tüm engelleme ve baskılara rağmen meydanlara çıkıyor ve kendilerini ifade etmek istiyorlar. Bu da Türkiye’nin bir gerçekliğidir ve bu iki Türkiye arasında bir mücadele süre gidiyor.

Bu mücadelede AKP kendi Türkiye’sini yaşatmak için diğer Türkiye’yi yok etmek istiyor. Bunun yollarından biri de basın ve yayın organlarını ortadan kaldırmaktır. Yani AKP’nin tek merkezden servis ettiği propagandanın önüne geçebilecek, onu engelleyebilecek, “AKP medyası bunu söylüyor, ama asıl gerçekler bunlardır” diyebilecek basın organlarını ortadan kaldırmaktır. Basın üzerindeki baskının en temel nedenlerinden bir tanesi budur. Sadece basına da değil, aydınlara, akademisyenlere, siyasi partilere, devrimci ve demokratik örgütlere saldırıyor. Eğer bu saldırılar bir bütünlük içerisinde ele alınmazsa basın üzerindeki saldırılara da anlam verilemez.

Mesela neden Kürdistan’da doğru dürüst bir basın organının işlemesine izin verilmiyor, neden Kürdistan’a dönük haberler vali, kaymakam, mahkeme ve polisiye yapıların denetimi altındadır. Neden onların izni olmadan Kürdistan’a dönük bir basın çalışması yapılamıyor? Çünkü Kürdistan’da gelişen bir özgürlük mücadelesi var, Kürdistan’da Türk özel psikolojik savaşı etkili değildir. Kürdistan halkı hem mücadelesi ile her şeyi yerinde görüyor, hem de mücadelesi ile ortaya çıkardığı özgür ve alternatif medya üzerinden gerçeklere ulaşabiliyor.

Tüm dünyaya da gerçeklerin, AKP’nin havuz medyasının gösterdiği gibi olmadığını anlatıyor. Yani kendi gerçekliği üzerinden farklı bir dünyayı anlatıyor. AKP faşizmi de o gerçekliğin görülmesini engellemek için, o basın ve yayın organlarının faaliyet yürütmesini engelliyor, yasaklıyor. Çalışanlarını cezaevlerine atıyor, korkutup gözdağı vermek istiyor. Bunun ile bir halkın gerçekliğinin görülmesi engellenmek isteniyor, bir halkın sesi kısılmaya çalışıyor, dünyanın gözüne mil çekilmek isteniyor. Yani basın üzerindeki saldırıların temel nedeni, AKP’nin psikolojik savaşını toplum üzerinde hâkim kılmak istemesidir.

Geçtiğimiz günlerde demokratik ülkelerde infial yaratacak iki olay oldu. Siirt’te maden işçileri göçük altında kaldı; Adana’da AKP’ye yakın bir tarikata ait olduğu söylenen bir öğrenci yurdunda yangın çıktı, 11 kız öğrenci ve 1 öğretmen yaşamını yitirdi. İki olayda da ihmaller zinciri var. AKP’nin insan yaşamını bu kadar değersizleştiren politikalarını nasıl değerlendiriyorsunuz?

Öncelikle yaşamını yitiren işçileri ve öğrencileri anıyor ve yakınlarına başsağlığı diliyorum. Yaşanan bütün bu sorunlara çözüm geliştirmemek, örneğini verdiğiniz sorunlara da neden oluyor. Bu sıkışmışlık durumunda toplumun çok daha büyük sorunlar yaşamasına da neden oluyor. Bu cinayetleri de yaşanan krizden bağımsız ele alamayız. Öyle ki toplum çok hoyrat bir sömürü altına alınmıştır. Mesela işçilere böyle bir yaklaşım var; tersane, inşaat, fabrika, maden vb. yerlerde böylesi bir sömürü sistemi geliştirilmiş. Hoyratça ve vahşi bir yaklaşım var.

Toplumsal sorunlar öyle bir safhaya çıkmış gibi, bu sorunları kendi çıkarlarına kullanan spekülatif çevreler de ortaya çıkıyor. Bu çevreler sadece rant ve para ile kendilerini var etmiyor. Aynı şekilde toplumun duygu ve hassasiyetleri ile oynayarak da aynı şeyi yapıyorlar. Bu tarzda yapılandırılmış birçok grup var. Bu gruplar kendilerine dini görünüm veriyor. Toplumu kontrol altına almak için birçok yönteme başvuruyorlar. Bunu yaparken de insanların yaşam ve geleceklerini güvence altında tutacak hiçbir çabayı göstermiyorlar. Aksine çok gözü kara bir şekilde topluma yöneliyorlar. Mesela Adana’daki yurt da kendini tarikat olarak adlandıran bir grubun kontrolünde olan bir yurttur. Ama her şeyden önce, mevcut sistemin böylesi sorunlara zemin hazırladığını tekrar tekrar vurgulamak gerekir.

DEVRİMCİ GÜÇLER ROLLERİNİ OYNAMALI

Son olarak Türkiye’deki gidişata dönük, Kürdistan ve Türkiye’deki demokratik ve özgürlükçü güçlerin tutumu nasıl olmalıdır? Çözüm ve kurtuluş nasıl gerçekleşir?

Açıkça belirtmek gerekir ki, mevcut durumda Türkiye’de bir devlet yok. Ordunun, bürokrasinin, yargının durumu ortadadır. Zaten bir devleti ayakta tutan bunlardır, bunlar olmayınca o devletin varlığı da tartışmalıdır. Her ne kadar MHP, BBP ve Kürdistan’daki Hizbulkontra artıklarından devlet yeniden örgütlendirilmeye çalışılsa da devlet yapılanmasında ciddi bir boşluk yaşanmaktadır.

Bu kaos ve kriz anları, devrimci demokrasi güçlerinin amaçlarını gerçekleştirmek için en elverişli koşulların gerçekleştiği anlardır. Devrimci ve özgürlükçü güçler bu boşluğu görerek, alternatifler oluşturarak halk yönetimini açığa çıkartabilecek bir mücadelenin gelişmesine öncülük etmelidir. Böyle bir mücadelenin gelişmesi için nicelik olarak öyle çok büyük örgütler haline gelmeye bile gerek yoktur. Mesela 1917 Ekim devrimi örneği var. Bu devrim Rusya’da iktidar boşluğunun çok ciddi bir şekilde yaşandığı bir süreçte gerçekleşmiştir.

O dönem devrimi gerçekleştiren Bolşevikler, çok güçlü bir örgüt de değildir. Ama Bolşevikler o süreçte “iktidar Sovyetlere” sloganı ile hareket ediyor. Lenin böylesi bir kararlılık geliştirmede Bolşevik partisi içerisinde yalnız kalıyor. Hiç kimse devrimin gerçekleşebileceğini ve iktidarın Bolşeviklere geçebileceğini düşünmüyor. Ama Lenin, “bu gün erken, yarın geç olabilir” diyor. Yani devrim anının yaşandığını belirtiyor ve güçlü bir halk hareketi ve ayaklanması ile kısa sürede iktidarı ele geçiriyor. Onun için bu sürece “Dünya’yı sarsan 10 gün” deniliyor. Bunu küçük, ama kararlı bir öncülük ile gerçekleştiriyor.

Türkiye’de devrimci ve demokratik hareketlerin yüz yılı aşkın bir tarihi var. Özellikle 1970’li yıllar devrimci direnişin en çok kabardığı yıllardır. Yine Kürdistan’da güçlü bir gerilla ve halk hareketi var. Bunlar değerlendirilip sürece doğru bir müdahale yapıldığında, Türkiyeli devrimci demokratik güçler tarihi rollerini oynayabilirler.

Yani Türkiye’de de o an gelmiştir, diyorsunuz.

O an geçmiştir bile. Eksik olan devrimci ve demokratik güçlerin kendi aralarında birliği sağlayarak, güçlerini tek bir merkezde yoğunlaştırıp harekete geçirilmesinin sağlanamamasıdır. Yani kendi önlerinde kendilerinin engel teşkil etmesidir. Eğer Türkiye’de güçlü bir kabarış olsa, zaten Kürdistan toplumu tercihini yapmıştır. Tercihini özgürlük ve demokrasiden yana yapmıştır. Kürdistan’da devlet, sadece askeri zor olarak kalmıştır. Toplum öz yönetim direnişleri ile kendi tercihini de ortaya koymuştur. Şimdi gereken bu duruşun Türkiye devrimci ve demokratik güçleri ile birleştirilmesi ve ortak bir mücadelenin geliştirilmesidir. Bu sağlandığı zaman AKP-Erdoğan diktatörlüğü ayakta kalamaz. Değil 12 yıl, 12 gün bile iktidarda kalamazdı.

Bahsi geçen güçler, örgütlülüğümüz zayıf, imkânlarımız azdır diyebilirler. Doğrudur, ama karşımızda çöken ve enkaza dönüşen bir devlet gerçekliği var. Devrimci güçler rolünü oynayamadığı için halen ayakta kalan bir devlet var. Bunun karşısında birliklerini oluşturup, kararlı bir mücadele yürüttüklerinde tarihsel rollerini oynayabilirler. Bunun objektif koşulları mevcuttur, geriye kalan sürece müdahalede bulunacak, var olan koşulları devrime dönüştürebilecek öncünün rolünü oynamasıdır. Tek alternatifimiz, bunun mücadelesi içerisinde olmaktır.