GÖRÜNTÜLÜ

‘Kürdistan ve Türkiye halkları önünde yalnızca devrim seçeneği var’

Şerik: Türkiyeli sosyalist ve demokratlarla, Kürdistan demokrasi ve özgürlük güçleri bir araya gelip mücadele edeceklerse, bu mücadelenin, AKP ve Erdoğan'a karşı en güçlü bir savunma mekanizması teşkil edeceğini iyi bilmeleri gerekir.

 

 

1917 Ekim Devrimi önderi Lenin ve Mustafa Suphi ve arkadaşlarının yaşamını yitirişinin yıl dönümünde konuşan PKK MK üyesi Cemal Şerik, “Önder Apo bugün devrim seçeneğinden bahsediyor. Aynı Lenin’in Şubat Devrimi’nden sonra sorduğu gibi, daha neyin beklendiğini soruyor” diye konuştu. AKP-Erdoğan’ın inşa ettiği faşist dikta rejime karşı devrimci ve demokratik güçlerin ittifaklarını büyütmesi gerektiğine dikkat çeken Şerik, “Kürdistan ve Türkiye halkları önünde yalnızca devrim seçeneği var” dedi.

PKK Merkez Komite üyesi Cemal Şerik, Ekim Devrimi Önderi V.I. Lenin’nin ölüm ve Mustafa Suphilerin katledilmeleri yıldönümü anması vesilesiyle, halkların birleşik devrimci mücadelesinin görevleri ile HBDH’yi değerlendirdi. Cemal Şerik sorularımızı yanıtladı.

1917 Ekim Devrimi’nin önderi Lenin’in 92. ölüm yıldönümünü yaşıyoruz. Sovyetler Birliği’nin çöküşünün ve bütün reel sosyalist deneyimlerin ardından Lenin’i tekrar ele almak gerekirse, genel bir bakışla neler söylemek gerekir?

Öncelikle, dünya ezilenlerinin, sömürülenlerin, mazlumların ve demokratik uygarlık güçlerinin özgürlük ve demokrasi mücadelelerinde önemli bir yere sahip olan, dünya devrimcileri tarafından örnek alınan, Sovyet halklarının önderi, büyük devrimci Lenin’i saygıyla andığımızı belirtmek isterim.

Çarlık Rusya askeri, feodal emperyalist bir ülke olarak değerlendiriliyor. Aynı zamanda İngiltere ile bağımlılık ilişkileri içerisinde bulunuluyor. İşçi, köylü yoksul halkın ve bununla birlikte aydınların, Çarlığa ve Çarlığın içerisinde bulunduğu uluslararası bağımlılık ilişkisine karşı mücadeleleri var. Lenin böyle bir mücadele gerçekliği içerisinde, parçalı ve dağınık olan hareket ve grupları bir araya getirerek, öncelikle birleşik bir hareketin, o zamanki adıyla sosyal demokrat hareketin ortaya çıkmasında öncü rol oynuyor. Bununla birlikte, kendi çizgisinin de ısrarlı bir mücadelecisi, kararlı ve ideolojik bir duruşun sahibi olarak görev ve sorumluluklarını yerine getiriyor.

Bolşevik partisinin öncülüğünde, Çarlık Rusyası’nın egemenliği altında bulunan tüm halkları özgürlüğe, kurtuluşa doğru götüren bir sürecin başlatıcısı oluyor. Rus işçilerinin, köylülerinin, aydınlarının birikim ve tecrübelerini alarak bu mücadeleyi yürütüyor. Daha sonra Lenin tarafından formüle edilen ‘Sovyetler’ belirlemesi de bu gerçekliği ifade ediyor. Sovyetler kavramının bir devlet biçiminde anlaşılması Ekim Devrimi’nden çok sonra gerçekleşiyor. Bu kavramın kelime karşılığında devlet ve iktidar yoktur; Sovyetler işçi konseyleridir. Ve bu işçi konseyleri de Çar’ın egemenliğine, despotizmine karşı 1905 devrimi içerisindeki Rus halkı ve proletaryasının bir belirlemesi, tespiti, buluşu olarak ortaya çıkıyor. Onun içindir ki, Lenin daha sonra, Rus halkının Sovyet belirlemesi olmasaydı, Ekim Devrimi’nin bir hayal olacağını söylüyor.

Ekim Devrimi’nin başarıya ulaşmasında, Lenin’in tarih yorumunda, düz çizgisel kapitalist sömürü aşamasıyla birlikte devlet aygıtının da zorunlu bir uğrak olmayabileceği düşüncesinin etkili olduğu biliniyor. Bu zemininde, Kürt Özgürlük Hareketi’nin bu mirasla ilişkisi nasıl değerlendirilebilir?

Evet, bugün Kürdistan’da, Kürdistan halkı kendi iradesine sahip çıkmanın bir yolu olarak özyönetim direnişlerini gerçekleştirdi. Bu direnişler de iktidar ve devlet dışı olan toplumun kendi dinamikleri üzerinde kendini var etme yaklaşımıydı. Yani bu mücadele de 1905 Rusya’sındaki işçilerin başlatmış olduğu hareketten ayrı düşünülemez.

Tabii Lenin’i sadece Sovyetik örgütlenme anlayışıyla sınırlamamak gerekir. Lenin aynı zamanda, kapitalizmin tekel dönemini en iyi tahlil eden siyasetçilerdendir. Sanayi kapitalizminin kendisini sermaye ve sanayi tekelleri şeklinde finansal alanda örgütlediği tespiti, Lenin tarafından ortaya konuluyor. Bunun yanında iktidarcı, devletçi zora karşı devrimci zoru, ya da meşru savunmayı ifade eden bir yaklaşımın da sahibi olmuştur, bu bağlamda, I. Emperyalist Paylaşım Savaşı’nı bir devrimci savaşa dönüştürme kararının uygulayıcısı olmuştur.

Şimdi bugün dünyanın birçok yerinde savaş var. Ortadoğu, 3. Dünya Savaşı’nın yaşandığı bir merkez olma konumundadır. Klasik statükocu güçlerle küresel sermaye güçleri kendi aralarında çatışıyorlar. Bu savaş karşısında devrimci tutum nedir sorusuna verilecek cevap, aslında Lenin’in 1. Dünya Savaşı içerisinde vermiş olduğu cevaptır.

 

 

Bu, sayın Abdullah Öcalan’ın üçüncü çizgi dediği tutum mu?

Elbette. Önder Apo’nun dile getirdiği düşünce de zaten böyle bir gerçekliği anlatır. Savaşta, savaşan güçler arasında bir taraf değil, kendi tarafı olma gerçekliğini anlatır. Bu da halkın tercihidir, üçüncü yoldur. Rojava halkı bunu pratik olarak gerçekleştirmiştir. Nasıl ki Lenin’in öncülük ettiği Ekim Devrimi o günün tarihsel koşullarında emperyalist savaşa karşı halkların temsiline gerçekleştirmişse, bugün Rojava Devrimi de klasik statükocu güçlere, küresel sermaye güçlerine ve bu güçlerin kendi aralarındaki savaşa karşı halkların bir tercihi olarak ortaya çıkmıştır. Lenin’i bu gerçeklik içerisinde ele almak gerekiyor; Lenin bu gerçekliğin kararlı bir savunucusudur.

Konu kendi mücadele somutluğuna bakılara daha iyi anlaşılabilir. Örneğin şimdi Türk devleti ülkeyi yönetemiyor. Kendi aralarındaki birlik bozulmuş ve parçalanmış durumdadır. Yarının bile güvencesini veremiyorlar. O açıdan günübirlik politikalarla yönetmeye çalışıyorlar. Çatırdamış, çürümüş, çökmüş bir sistem var. Tek bir fiskeyle yerle bir edilebilecek bir durumdadır. Ama bunun karşısında devrimci demokrasi güçleri, kendi alternatiflerini örgütlü bir güç haline getirip harekete geçirmede zayıflar. Kendilerine karşı devleti güçlü görüyorlar. Gelişecek bir halk hareketi karşısında geri çekilmeye, yenilmeye, dağılmaya mahkûm olan bir güçtür devlet. Onun için Erdoğan sürekli halkın, milletin kendi arkalarında olduğunu söylüyor. Onun arkasında olan halk değil, iktidarın zor aygıtlarıdır, etrafına topladığı çapulculardır. Osmanlı ocakları, ülkü ocakları, Alperen ocakları gibi faşist militer güçler onun arkasındadır.

Halkın önüne güçlü bir devrimci seçenek çıkmadığı için halk bunlar karşısında sessizdir, beklemededir. Doğru devrimci mücadele gelişir ise halk mevcut durumunu aşıp bir sel gibi iktidarın üzerine gidecektir. Kendi demokratik özyönetim kurumlarını oluşturacaktır. Önder Apo bugün devrim seçeneğinden bahsediyor. Aynı Lenin’in Şubat Devrimi’nden sonra sorduğu gibi, daha neyin beklendiğini soruyor. Bizim mücadelemiz, Lenin’in mücadelesinin mirasçısıdır. Sadece onun da değil; Marx’ın, Paris Komünarlarının, Şeyh Bedreddinlerin, Thomas Müntzerlerin, Spartaküslerin de mirasçısıdır.

Hareketiniz, Lenin sonrası Sovyet deneyiminden ne tür dersler çıkardı? Kısaca değerlendirebilir misiniz?

Lenin sonrası başlayan iç tasfiye süreci ve iktidar odaklı sosyalizm inşası, devlet kapitalizmini ortaya çıkarıyor. Yani devrim ana mecrasından sapmış oluyor. Tabii bu sapmada kaba materyalist bakış açısı da etkili olmuştur. Kapitalizmin bir ekonomi olarak görülüp, geçilmesi gereken zorunlu bir süreç olarak değerlendirilmesi bu kaba materyalist düşünce çizgisinin bir neticesidir. Aynı şekilde, devlet hiçbir zaman toplumun tercihi değildir; devlet, toplumun bütün birikimlerinin gasp edilme halidir. Devlet, toplum karşıtlığını ifade eder. Düşmanın, egemenlerin kendilerini var ettikleri, dayandıkları temel ve araç olarak devlet, büyük bedeller ödenen devrimi gerçekleştiren Bolşevik liderlerin elinde, 70 yıl sonra böylesine hazin bir sonuçla karşılaşılmasına neden olmuştur. Zaten Önder Apo reel sosyalizm pratiğinden çıkardığı sonuçlarla kapitalizmin bir ekonomi olarak görülmesini, devletin bir araç olarak seçilmesini eleştirip devletsiz, iktidarsız toplum örgütlenmesini bir ifadeye kavuşturuyor. Bu da yeni bir tarih ve toplum çözümlemesi anlamına gelir.

İçinde bulunduğumuz hafta, gene Ekim Devrimi’nden yoğun şekilde etkilenmiş, Türkiyeli ilk kuşak komünistlerden Mustafa Suphi ve 14 arkadaşının Kemalist rejim güçlerince katledilmelerinin de yıldönümü. Bu bağlamda TC’nin kuruluş ideolojisi, bu ideolojinin Türkiyeli devrimci hareketlerle olan ilişkisi nedir?

Mustafa Suphi ve Ethem Nejat başta olmak üzere, katledilen 15 TKP kurucu ve üyelerini saygıyla andığımızı belirtmek isterim. Mustafa Suphi, sosyalizmle, 1914’de Karadeniz’e sürgün edildiği süreçte kaçtığı Rusya’da, o dönem iktidara yürümekte olan Bolşevikler aracılığıyla tanışır. Bir Türk olarak iltica konumunda bulunduğu Rusya’da, dönemin savaş gerçekliği içinde düşman tarafında görüldüğü için bir sürgün sürecine daha tabi tutulur. Devrimden sonra, doğu halklarıyla çalışan Sultan Galiyev’le yakın ilişkiler içerisine giriyor. Devrimi Anadolu’ya taşırma düşüncesi 1920’deki kongreyle, Bakü’de TKP’nin kuruluş sürecinde beliriyor.

İlk savaş yıllarında Bolşeviklerden maddi destek alan Kemalist rejim, Büyük Millet Meclisi aracılığıyla Mustafa Suphi ve arkadaşlarını ülkeye çağırıyor. Kars ve Erzurum üzerinden içeri girmeyi planlayan grup, çağrılı olmalarına rağmen kendilerine bir güvenlik verilmiyor. ‘Dinsiz’ ve komünist oldukları suçlamalarıyla o şehirlerdeki halk kışkırtılıyor. Sonrasında tekrar Rusya’ya gönderilmeleri planlanıp Trabzon’a götürülüyorlar. Trabzon’da, zamanında Teşkilat-ı Mahsusa’yla beraber de çalışmış Kayıkçılar Kâhyası Yahya Kâhya isimli bir adam tarafından, bindirildikleri teknede açıldıktan sonra boğduruluyorlar.

Burada komplo gerçeğini görmek gerekir. O süreçte yalnız Mustafa Suphi ve arkadaşları değil, Çerkez Ethem ve arkadaşları da komploya uğramışlardır. Her ikisi de milli mücadele Türkiyesi’nde önderlik edebilecek vasıflara sahiptiler. TKP, kısa sürede, uluslararası destekle de birlikte kendisini büyük bir güç olarak örgütleme imkânına sahip. Çerkez Ethem ve Yeşil Ordusu da halk içerisinde Mustafa Kemal’den çok daha etkili olup, fiili öncülük edebilecek bir imkâna sahiptir. İşin ilginç yanı, bu iki gücün tasfiyesine paralel Kemalist rejimin Kürtlere de bir yönelimi vardır. Bu rejim, günün işgal koşullarda, işgalcilere yönelik tepkileri örgütleyerek, Yeşil Ordu’nun, TKP’nin ve yanı sıra Kürtlerin de desteğini alarak bir iktidar gücü olarak öne çıktı. Sonrasında ise bütün bu güçlerin tasfiyesine başladı. Koçgiri direnişi böylesi bir ortamda ortaya çıkmıştır. Tüm bunlar ışığında TC devletinin kendini bir komplocu devlet gerçeği olarak şekillendirdiğini bilmek durumundayız.

İşaret ettiğiniz bu ‘komplocu ve tasfiyeci’ devlet gerçeği, günümüze nasıl ve ne biçimde yansımaktadır?

Türk devleti, PKK’ye karşı yürüttüğü mücadelede de hep komploya dayalı bir yöntem izlemiştir. Önderliğin tutsaklığı da bir komplo neticesidir ama TC’nin uluslararası komployla birlikte derinleştirmeye çalıştığı tasfiye süreci de gene Önderlik tarafından boşa çıkarılmıştır. Bu başarıda, komplocu devlet geleneğinin tarih içindeki pratikten çıkarılan sonuçların rolü olmuştur. Komplolar şimdi de devam ediyor. Sadece PKK’ye, devrimci demokratlara karşı değil, var oluşları bu komploculuk üzerinde yükseliyor. Erdoğan rejiminin özelliği şu an budur; herkese karşı bir komplo halindedir.

Bugün bu diktatörlük rejiminin kirli çamaşırları meydandadır. Suriye’de, Rojava’da bataktadır; yenilmiştir. 15 Temmuz sonrası MHP ve CHP ile kol kola yürümektedir. Bu darbeden haberdarlardı; ve onların önünü açtılar. Bu anlamda 15 Temmuz’un kendisi de bir komplo olma özelliğini taşıyor; böylece Erdoğan’ın bütün muhalefeti bastırmak yönünde önü açılmış oldu. İstanbul Kazlıçeşme mitingiyle özellikle CHP’yi de yanına almış oldu; o günden bu yana CHP vurgun yemiş balık gibi, hareket edemez bir durumdadır. Ama iktidarını pekiştirdikçe bunları da tasfiye edecektir; diktatörlüklerin bir özelliği de budur. Bu tasfiye yönelimine, birlikte savaştıkları da birer hedeftir.

Türkiyeli sosyalist ve demokratlarla, Kürdistan demokrasi ve özgürlük güçleri bir araya gelip mücadele edeceklerse, bu mücadelenin, AKP ve Erdoğan diktatörlüğünün komplolarına karşı en güçlü bir savunma mekanizması teşkil edeceğini iyi bilmeleri gerekir.

Tam da bu noktayla ilgili; “Türkiye devrimi, Kürdistan devriminden geçer” tezinin ve Kürt Halk Önderi sayın Abdullah Öcalan’ın demokratik ulus ve demokratik konfederalizm projelerinin ışığında, Türkiyeli devrimciler adına bir adım da Orhan Yılmazkaya’nın şahsı ve şahadetinde ifade bulmuştu. Gene bugün HBDH mevcut. Bu yönlü devrimci görev ve sorumluluklar üzerine ne söylemek gerekir?

Orhan Yılmazkaya’yı, Deniz Gezmiş’i, Mahir Çayan’ı, İbrahim Kaypakkaya’yı, Haki Karer’i, Kemal Pir’i bir kez daha saygıyla anmamız gerekiyor. Çünkü bunların temsil ettikleri devrimci mücadele, bu birlik mücadelesinin de temelini oluşturuyor.

Mustafa Kemal’in gerçekleştirdiği tasfiye döneminde, Yeşil Ordu, TKP ve Kürtler bir ittifak kurabilirler miydi, bu ittifakın sübjektif koşulları mevcut muydu; zorlansa olabilirdi ama yoktu. Fakat bugün koşullar çok farklı. Geride 100 yıla yakın bir mücadele süreci ve bunun ortaya çıkarmış olduğu pratikler var. O pratiklerin öncüsü olduklarını söyleyen devrimci güçler, demokrasi güçleri var. Mevcut süreçte AKP-Erdoğan diktatörlüğünün bu güçleri tasfiye etme, komplolarla yok etme yönündeki karşı devrimci girişimleri karşısında bir ittifak oluşturulabilir. Burada hiçbir devrimci güç, grupsal ve kişisel durumunu ortaya koyarak hareket edemez. Tarihsel görev ve sorumluluk, bunun önünde engeldir. Çünkü Kürdistan ve Türkiye halkları önünde yalnızca devrim seçeneği var.

Bu seçeneğin pratikleşmesi için de bu devrimci demokrasi güçlerinin bir araya getirilmesi gerekiyor. Söz konusu güçlerin büyük veya küçük olmalarının da fazla bir anlamı yok. Alternatif bir güç olarak ortaya çıkıp kendilerini bir irade haline getirdiklerinde, başlatıp öncülük edecekleri mücadele bugün toplumda karşılığını bulabilecek bir özellik teşkil ediyor. O açıdan böylesi bir ittifakta, herhangi bir gücün kendi durumuna bakmadığı, bu durumu öne çıkarmadığı bir mücadele birliğinin ortaya koyulması gerekiyor. Tarihi görev ve sorumluluk budur, mevcut koşullar bunu emretmektedir. Bunun gerçekleşmesi halinde diğer sorunlar da çözülecektir. Önce sorunları çözmek, önce imkânsızlıkları gidermek şeklinde değil; bu sorunları mücadelenin içerisinde çözme, imkânsızlıkları mücadele içerisinde giderme yaklaşımı esas alınmalıdır.

Gelinen aşamada Türkiye ve Kürdistan halklarının özgürlük ve demokrasi mücadeleleri birlikte hedefe ulaşacaktır. Yani ne Türkiyeli demokrasi güçleri ne de Kürdistan’daki özgürlük ve demokrasi mücadelesi, birbirlerinden ayrı durarak, birbirlerini reddedip, görmeyerek mücadele hedeflerine ulaşabilirler. Kürdistan demokrasi ve özgürlük mücadelesi bir noktaya gelmiştir, Kürdistan’da devrim gerçekleşmiştir; bunu bilelim. Ama bu devrimin kendini güvenceye alabilmesi ve tamamlanması için, Türkiye’deki devrimci mücadelenin de gelişmesi gerekir. Bunların birbirini tamamlaması gerekir. Türk devleti ve iktidar güçlerinin, Türkiye toplumundan şu veya bu şekilde almış olduğu bir destek var; bu desteğe son verilmesi gerekir. Bu da Kürdistan’daki özgürlük mücadelesinin, Türkiye’de karşılığını bulmasıyla sağlanacak. Türkiye toplumunun bilincini zehirlemeye yönelik şoven ve ırkçı düşüncelerin bertaraf edilmesiyle sağlanacak. Bu da halkların ortak mücadelesini gerektirmektedir. Başka türlüsü mümkün değildir.

Sözünü ettiğiniz halkların ve hareketlerin ortak mücadelesi ihtiyacına dair bu belirleme, ne zamandır vurgulanmaktadır?

Apocu hareket ilk ortaya çıktığı zaman da bunu söylüyordu. Apocu hareket, kendini Türkiye devrimci hareketinin bir mirasçısı olarak gördü. Deniz de Mahir de İbo da bunu söylüyorlardı. Orhan Yılmazkaya da bunu söyledi. Haki Karer ve Kemal Pir, Türkiyeli olmalarına rağmen Kürdistan devrimci hareketi içerisinde saflarını belirlerken, bu gerçeklikten hareket ettiler. Türkiye halkının özgürlüğünü, Kürdistan halkının özgürlüğünde gördüler. Şimdi aslında Mustafa Suphilerin, Denizlerin, Mahirlerin, İboların, Orhanların anılarına, Hakilerin ve Kemallerin anılarına verilecek cevap da burada anlamını bulmaktadır. Onlara ancak bu şekilde karşılık gelinebilir.

Ortak mücadelenin geliştirilmesi, bu mücadelenin ortak öncü gücünün yaratılması yolunda çalışmaların yoğunlaştırılması; görevler bunlardır. Bugün bu doğrultuda atılan adımlar, yürütülen mücadeleler var. Halkların Birleşik Devrim Hareketi bu anlamda önemli bir mücadeledir, bu doğrultuda atılan önemli bir adımdır. Ve bugün bu, Türkiyeli devrimci demokrasi güçleri tarafından da görülmek, kabul edilmek durumundadır. Yetersizlikleri, eksiklikleri olabilir; ama bunlar da mücadele içerisinde giderilecektir. Çünkü mevcut durumda, bu yetersizlikleri, eksiklikleri kapatıp sonra mücadeleye başlamak gibi bir lüksümüz yoktur. Bu zaman kaybıdır. AKP-Erdoğan diktatörlüğü ve AKP-MHP faşizminin kendini daha fazla kurumsallaştırmasına imkân sunar. İşte mecliste yapılan anayasa oylamaları bu doğrultudaki bir adımdır.

Yarın referanduma gidilecek, bu da aynı doğrultuda atılan başka bir adım olacak. Sonraki süreçte, devrimci demokrasi güçleri kendilerini örgütleyecek zaman ve zemini nasıl bulacaklar? Şu an, Türkiyeli tüm devrimci demokrasi güçlerinin HBDH’yi desteklemeleri, içinde yer almaları gereken bir zamandayız. Kürdistan ve Türkiye halklarının, barış, demokrasi ve özgürlük bloklarını oluşturma çabalarını desteklemeleri, içeresinde yer almaları, tarihi bir görev ve sorumluluk olarak önlerinde durmaktadır. Bugünün görev ve sorumlulukları, geçmişten çıkarılan derslere ve sonuçlara dayanmak durumundadır.