Erkek zihniyetine sallanan ‘Toz Bezi’

Yönetmen Ahu Öztürk’ün çektiği “Toz Bezi” isimli film, 66’ncı Berlinale’de seyirciyle buluştu. İstanbul’da yaşayan iki gündelikçi Kürt kadının hayatını irdeleyen film, erkek egemen sistemi hedef alıyor.

66’ncı Uluslararası Berlin Film Festivali, 5’nci gününde, devam ediyor. Gösterilen filmler, ünlülerin kırmızı halı seremonisi, onlarca sinema salonunda gösterilen yüzlerce film, partiler,  dünyanın bir çok ülkesinden gelen yapımcıların film pazarlama koşuşturmaları. Bütün bunlar arasında bir çok salonda yeni görücüye çıkan yüzlerce film ve genç yönetmenlerin heyecanı. Bu filmlerden biri de yönetmen Ahu Öztürk’ün ilk uzun metrajlı filmi “Toz Bezi”. Berlinale’nin Forum bölümünde yer alan film dün CineStar’ın en büyük salonlarından birinden gösterildi. 99 dakika olan film, tamamen bir kadın ekibinin ürünü. Yönetmenliğini Ahu Öztürk’ün yaptığı yapımcılığını ise Çiğdem Mater’in ve Nesra Yılmaz’ın üstlendiği filmde, Asiye Dinçsoy, Nazan Kesal, Gökçe Yanardağ, Didem İnselel, Serra Yılmaz, gibi kadın oyuncular yer alıyor. Görüntü yönetmeni Meryem Yavuz’uz yaptığı film, İstanbul’un Maltepe ilçesinde geçiyor. Çekimlerine 2011 yılında başlayan film, ekonomik nedenlerden dolayı ancak 2015 yılında bitiyor.

İSTANBUL'DE VERİLEN HAYAT MÜCADELESİ

 “Toz Bezi” filmi, İstanbul'un farklı yaşamları arasında sıkışıp kendilerine bir çıkış arayan iki kadının öyküsüne anlatıyor. Bu hikayenin odak noktasında ise Dersim’den İstanbul’a gelen Nesrin ve küçük kızı, var. Filmde göremediğimiz Nesrin’in eşi Cafer, evi terk bırakıp gitmiş. İlk başta onun dağa gittiği gibi görünse de sonra da anlaşılıyor, işsizlik ve aile içi tartışma sonucu evi terk etmiş. Zaten film boyunca da ismi dışında kendisiyle karşılaşmıyoruz. O seyirci için gizemli bir  karakterdir, hep. 

İstanbul’da yeni olan Nesrin ve çocuğuna üst kattaki komşuları Hatun eşlik ediyor. Her iki kadında gündelikçilik yaparak, hayatlarını sürdürmeye çalışıyorlar. Her ne kadar eşiyle sorunlu olsa da Hatun, Nesrin’e göre daha avantajlıdır. Hiç olmasa “ gölgesi yeter” diye bileceği bir eşi vardır, evde. Asimle olmuş gitti yerlerde Kürtlüğünü inkar eden Hatun’un tek derdi gündelikçi olarak gitti zengin semtlerin birinde ev alıp, farklı bir hayat sürdürme peşinde. Nesrin ise küçük kızıyla terk edilmesini anlamlandırmaya çalışarak, içerisinde bulunduğu durumda bir çıkış bulmaya arayışında.

KADINLARIN DRAMI...

Hatun ve Nesrin’in kadın dayanışmasına karşın gündelikçi olarak gittikleri farklı hayat sahibi kadınların tavırlarıysa sınıf çelişkisini gözler önüne seriyor. Bu atmosferde ekonomik zorluklar, ailevi sorunlar ve tanımadığı bir yerde yaşam arayışı Nesrin’in çıkmaza sokuyor. Bu girdapta çıkış bulamayan Nesrin, küçük kızını Hatun’a bırakıp ortadan kayboluyor, tıpkı eşi Cafer gibi, bilinmezliğe doğru yol alıyor.

Film her ne kadar sosyal sorunları irdeleyen bir yapıt gibi görünse de aslında perdenin arkasında ağır politik mesajlar taşıyor. Nesrin ve Hatun’un Kürt olması, gündelikçi olarak İstanbul’da zengin ve “Beyaz Türklerin “in evine gitmesi aslında bize Kürdistan’da 30 yıllık savaşta zorla göç ettirilmiş Türkiye metropollerinde yaşamak zorunda  bırakılmış Kürt kadınların içerisinde bulunduğu dramı gözler önüne seriyor. Erkek egemen sistemini ince, dokunaklı ve ama oldukça sert eleştirilerin yönetildiği film, sinematografik açısında da oldukça başarılı. Seyirciyi kendisiyle birlikte sürükleyen ve düşündürten filmin Asiye Dinçsoy, (Nesrin) ve Nazan Kesal’ın (Hatun) oyuncu performanslarıysa ise oldukça başarılı.

Film gösteriminin ardından yönetmen Ahu Öztürk, teyzesinin hikayesinden yola çıkarak, böyle bir film çektiğini belirterek, kadınların yaşadığı drama dikkat çekmek istediğini söyledi. Filmin başrol oyuncusu Asiye Dinçsoy ise bir kadın dayanışması olduğunu kaydetti.

GÜZEL BİR HİKAYE KÖTÜ BİR SENARYO VE FİLM RAUF

Berlinale’de gösterilen diğer Kürt temalı film ise “Rauf”. Barış Kaya ile Soner Caner'in yönetmenliğini üstlendiği film, festivalin “Generation Kplus” bölümünde gösterildi. Kars’ın bir köyünden geçen film, 10 yaşındaki küçük Rauf’un hikayesini irdeliyor. Abisi PKK'ye katılarak, dağa giden Rauf, okulu bırakarak, köyde tabut yapan bir marangoz ustasının yanında çırak olarak çalışmaya başlar. Marangoz ustasının 20’lı yaşlarındaki Zana isimli kızına aşık olan Rauf için hayat artık çok farklıdır. Zana’nın pembe rengini sevdiğini anlayan Rauf, bu  rengin peşine verir. Bu arada belirli belirsiz mektuplar, okuyan Zana’nın, sesinden,” Kadın,” “Özgürlük”, ”PKK” ve “Kuruluş” gibi sözcükler duyururuz, ardından dağa gittiğini öğreniyoruz. Kısa bir süre sonra Zana’ın ölüm haberi geliyor. Bu haberle Rauf’un dünyası yıkılmıştır.

Tek derdi artık pembe renk olan Rauf, dağda olan abisinin yolunu gözleyen nenesinden pembe renk” Bakur’un yamacındadır” sözü onu o yamaca götürür. Gördüğü ise onun için inanılmaz bir mutluluktur. Orada topladığı binlerce pembe renkli çiçekleri getirip Zana’ın tabutun üzerine atması onu bir nebze teselli eder.

Ölüm ve acı temalarla dolu olan film, oldukça sorunlu. Senaryodaki kopuklar, tam oturamamış hikaye, filmin üzerinde kara bir bulut gibi dolaşıyor. Çünkü ne Zana, ne de Metin’in neden dağa çıktığına dair en ufak bir bilgi yok; sadece filmin başlangıcından bir kaç silah ve bombalar sesi dışındaki bu anlamsız sahne dışında. Her yönüyle zorlama olan film, seyirciyi de oldukça yoruyor.

Asılda bu durum bize filmin Türkiye Kültür Bakanlığı Sinema Genel Müdürlüğü’nün desteğiyle yapıldığı için orijinal senaryo ile nasıl oynandığını gösteriyor. Yoksa bu kadar orijinal ve iyi bir hikaye böyle kötü bir dil ile anlatılması mümkün değil...

Aslında bu durum farklı bir yazı konusu. Çünkü Türkiye Kültür Bakanlığı Sinema Genel Müdürlüğü’nden destek alan bütün Kürt yönetmenlerin filmlerinde bu tür sorunlar karşımıza çıkıyor. Kabul ettirme kaygısı, yada bu kurulun müdahale sonucu Kürt orjinli hikayeler, karmaşık bir hal alarak, seyircinin karşısına çıkıyor. Sonuç ise böyle kötü filmler, yapılıyor...