Kanlı Postal filmin yönetmeni Arslan: Devrimci bir sinema yaptık

Diyarbakır Cezaevi’nde 12 Eylül sonrası yaşananların anlatıldığı Kanlı Postal filminin bütün geliri yıkılan Kürdistan kentlerine gönderilecek. Filmin yönetmeni Muhammet A.B. Arslan ile Kanlı Postal’ın çekim aşamalarını ve ülkedeki sinemayı konuştuk.

Kanlı Postal, 12 Eylül 1980’de Diyarbakır Cezaevi'nde yaşananların beyazperdeye aktarıldığı Muhammet A.B. Arslan’ın ilk filmi. İnsana ait değerlerinin yitirildiği o dönemde işkenceye maruz kalan mahkûmlarla görüşülerek yazılan filmin senaryosunda karakterlerin de gerçek isimleri kullanıldı.

İstanbul’da 30 Eylül’de gösterime girecek olan filmin bütün geliri Rojava Yardımlaşma Derneği aracılığıyla Kürdistan’daki yıkılan kentlere gönderilecek.

Diyarbakır Cezaevi’nde o dönem görevli ‘Yüzbaşı Esat’ın işkence ettiği mahkumları konu alan filmin başrollerinde Mesut Akusta, Turgay Tanülkü, Nevin Efe ve Mihriban Er yer alıyor. 2012 yılında çekimlerine başlanan filmin yönetmeni Muhammet A.B. Arslan, aynı zamanda filmin senaristliğini de üstleniyor.

Yılmaz Güney’in ayak izinden ilerleyerek sinemaya yeni politik bir soluk kazandırma hedefinde olan yönetmen Muhammet A.B. Arslan ile filmin çekim aşamalarını ve Türkiye’deki politik sinemanın durumunu konuştuk.

Kanlı Postal’ın çekim aşamasında nasıl bir yol yöntem izlediniz? İzleyicileri nasıl bir içerik bekliyor? Sahneleri çekerken nelere dikkat ettiniz?

Yapım aşaması dört buçuk yıl kadar sürdü. Bunun aşağı yukarı yarım yılı, bilgi toplamakla geçti. Proje çok hassas ve bıçak sırtı bir projeydi, sorumluluğu da çok ağırdı. Eğer hassas dengeler yaratamasaydık, tarih önünde hesap veremeyeceğimiz bir durum oluşabilirdi. Projeyle ilgili Diyarbakır’da avukatlarla, ailelerle ve dönemin tanığı arkadaşlarla görüştük. İrfan Babaoğlu, hikâyenin oluşturulma aşamasında bize çok büyük bir katkı sundu. O dönemi bizzat yaşadığı için, belki Sırrı Süreyya Önder’le de birlikte çalışabiliriz diye düşündük ama kendisi filmi çok sert buldu ve tabii sonra milletvekili de olunca filmin sorumluluğunu tamamen biz üstlendik. Aslında ilk olarak “Şeyh Bedrettin Destanı”nı çekecektim, Ömer Şerif’in ve Juliette Binoche’nin oynayacağı uluslararası bir proje olacaktı fakat Şeyh Bedrettin karakteriyle ilgili birtakım sorunlar yaşadığımız için o projeden vazgeçildi; bir yandan da Kanlı Postal’ın çekilmesi gerekiyordu. Böylece filmi 2012’de çekmeye başladık.

O dönemde hiç maddi destek almadığımız için çok da aldatıldık, tabii bunlar ayrı bir hikâye. Ona rağmen 2012’de çektiğimiz sahneler çok iyiydi, çok duyguluydu. Karakterleri oyuncu arkadaşlar epey bir sindirmişti. Çok iyi bir motivasyonumuz vardı.

Müthiş oyunlar çıkardılar, oynamaktan ziyade yaşadılar diyebilirim. İşkence sahnelerini çekmemiz gerekiyordu, bu çekimler çok zordu, işkenceler hiçbir insanın kabul edemeyeceği düzeydeydi. Tüm gerçekliğiyle yansıtmak istedik. Hepimiz zaman zaman ağladık, şahsen ben çok ağladım o dönemde. Maalesef işkence sahneleri pek istediğim gibi olmadı. Tekrar çekmek zorunda kaldık, çoğu oyuncu değişti bu dönemde, iyi arkadaşlara denk geldik, onlarla işkence sahnelerini tamamladık.

Birçok sahneyi de filme katamadım, çünkü seyrederken bile insanın, insanlığın nerede olduğunu sorgulayacağı düzeyde işkenceler vardı. Hatta o dönemki mahkûmlar, ”Diyarbakır üzerine nükleer bir bomba atıldı, tüm insanlar öldü, bu cehennemde bizden başka kimse yaşamıyor artık” diyerek tanımlıyor yaşadıklarını. Sonuçta CIA işbirliğiyle yapılmış bir darbe var ve darbeciler bir işkence laboratuvarına çevirmiş Diyarbakır’ı. Çok büyük işkencelere maruz kaldı ama direnenler, orada bulunan herkese bir direniş ruhu aşıladı ve o ruh, zamanla bütün cezaevlerine yayılan bir isyan dalgasına dönüştü.

Türkiye’de 80 darbesiyle alakalı pek çok film ve dizi çekildi. Diyarbakır Cezaevi’nde yaşananlar ilk kez anlatılmaya çalışılıyor. Nedir Kanlı Postal’ın diğerlerinden farkı?

Bizim filmimizde riya yok, sahtekârlık yok, ticaret yok, farkı yeterince açık değil mi? Ayrıca ben devrimci bir sinema yaptım. En büyük farkımız budur.

Filmin seyirci üzerinde nasıl bir etki uyandıracağını düşünüyorsunuz?

Filmde işkence sahneleri çok vahşi ve rahatsız edici boyutta olduğundan, bu ağırlık seyirciyi filmden koparabilirdi. İzleyenleri filmin içinde tutabilmek adına, kurguda çok farklı bir matematik uyguladım. Sanıyorum ki, bu yöntem daha önce hiç denenmedi.

Film için o dönem işkenceye maruz kalmış kişilerle görüştünüz, üzerinizde en çok etki bırakan hangi görüşme oldu?   

Beni en çok etkileyen şey, bir annenin tepkisi oldu. Bu insanlar yıllardır aldatılmışlar. O döneme dair belgeseller, filmler çekilmiş, röportajlar yapılmış ancak tüm bunlar yapılırken anlatılanlar tam anlamıyla yansıtılmamış. Onlar dönemin faillerinden hesap sormak isterken, hikâyeler hep cımbızlanarak anlatılmış. Ve o anne, “Sen de diğerleri gibi yapacaksan, iki elim yakandadır.” dedi. Zaten bu tepkiden sonra, çok hassas davranmaya çalıştık, çünkü yanlış bir şey yaparsam halkımın benden hesap soracağını çok iyi biliyordum. Bu halkın çocukları çok ağır bedeller ödedi. Prometheus gibi, Spartaküs gibi, Che gibi, Deniz gibi, Mahir gibi birer efsane onlar. Mazlum’un, Kawa’nın gürzü gibi cezaevi yönetimine indirdiği bir darbe vardır. Üç kibrit yakarak, Newroz’u kutluyorum diyordu. Hakeza, Ferhat ve arkadaşlarının kendilerini ateşe verirken, etleri kemiklerinden sıyrılırken, özgürlük diye haykırmaları vardır. Ölüme yatan Laz Kemal ve arkadaşlarının, Esat’a karşı verdikleri direniş olağanüstüdür. Filmimizde bunları tüm gerçekliğiyle yansıtmaya çalıştık. Halkımız da çocuklarının bu destansı öyküsüne sahip çıkacaktır. Bu film, özgürlüğün bedelini ödemiş insanlara adanmıştır.

Cezaevlerinde hala 12 Eylül uygulamaları devam ediyor. Bu filmle yüzleşme noktasında bir adım atılabilir mi?

Hâlen 12 Eylül anayasasıyla yönetilen bir ülkede yaşıyoruz. Bu filmin çıkışından sonraki süreçte, halklarımıza büyük bir görev düşüyor. Var oldukları her alanda, barışı, kardeşliği ve hukuku savunmaları, 12 Eylül’ün faşist anayasasını reddetmeleri gerekiyor. Çünkü bu anayasa onlara rağmen var. Bu evlatlarını kaybetmiş bir halk için bir züldür. XI. yüzyılda hâlâ böyle bir anayasanın geçerli olmasını benim aklım almıyor, bu korkunç bir şeydir. Bu kabul edilemez. Kendini sanatçı olarak görenler, adeta maymunlaşmış. Bu hâlden kurtulmalılar. İnsan olmanın erdemleri vardır, bunları tamamen unutmuşlar. Bu erdemle hareket ederek, bir karşı duruş sergilemeli sanatçılar. Devekuşu gibi kafalarını kuma gömmüş haldeler. Çünkü korkuyorlar. Korkmayın, niçin korkuyorsunuz? Korkunuzun sebebi nedir? Ticari hırslarınız mı, kaybetme duygularınız mı, yoksa servetiniz mi? Onlarla mezara gitmiyorsunuz. Tarih yazanlar sizden daha uzun yaşıyor. İşbirlikçi sanat olmaz, sanat muhaliftir. Bu ülkede sanat üretilmiyor, Ahmet Kaya’nın dediği gibi, üretme kabızlığı var. Kendini sanatçı olarak tanımlayanlar, uluslararası arenaya neyi götürmüşler ki? Filmleri kendileri yaptı, kendileri izledi. Kendi kendilerine ödül verdiler bu ülkede.