‘Şarkı söylemek yüksek sesle yaşama biçimidir’

Mem Ararat müziğin kendisi için anlamını şu sözlerle özetliyor: “Sanırım bu şekilde kendime ve mevcut dünyaya katlanabiliyorum. Müzik bunun bir yöntemi gibi gelişti.”

“Şarkı söylemek çoğunlukla en güçlü şekilde bağırma, kahkaha atma ya da susma halidir benim için. Şarkı söylemek bir anlamda olabildiğince yüksek sesle yaşama biçimidir” diyor Mem Ararat. Henüz çocuk yaşlarındayken şu an en çok dinlenen şarkılarının ezgilerini mırıldanmaya başlar. Birileri dinlesin diye değil, yaşadıklarının yüreğine düşen izdüşümlerini ezgiyle dışa vurma biçimidir onun için. Bu şekilde uzun yıllar müzik ile uğraşır. Tıpkı tarihimizdeki dengbêjler gibi yaşadıklarını, toplumun ortak acılarını anlatır yüreğinin güzel ezgileriyle. Ardından şarkıları sosyal medyada paylaşılınca büyük bir beğeni ile karşılaşır. Dostlarının telkinleri ile şarkılarını albüme dönüştürür.  Mem Ararat müziğin kendisi için anlamını şu sözlerle özetliyor: “Sanırım bu şekilde kendime ve mevcut dünyaya katlanabiliyorum. Müzik bunun bir yöntemi gibi gelişti. “ Ararat ile müzik serüvenini, şarkılarının hikayelerini ve sanatı ele alış biçimini konuştuk.

İlk olarak sizi şarkı yazmaya ya da müzik ile ilgilenmeye iten duygu neydi?

Bunu o kadar uzun bir zamandır yapıyorum ki, ilk nedenini tam olarak hatırlamıyorum. Ama şimdi için şunu söyleyebilirim. Bazen içinde bulunduğunuz ruh haline denk düşen bir kelime bulamazsınız. Bağırmak çağırmak istersiniz ama bu da sizin ruh halinizi ifade etmez. Şarkı söylemek çoğunlukla en güçlü şekilde bağırma, kahkaha atma ya da susma halidir benim için. Şarkı söylemek bir anlamda olabildiğince yüksek sesle yaşama biçimidir. Bu tür bir ifade etme biçimine insanın neden gereksinim duyduğu sorusu ise benim açımdan halen de günceldir. Belki de paylaşmak bizi zengin ediyordur ya da zengin (güçlü) hissettiriyordur kim bilir? Ya da belki yazgımıza sesleniyoruz ve ondan cevap alamayınca yazgıdaki ortaklarımızı arıyoruz. Birlikte olunca çıkmazlar ve belirsizlik daha dayanılır oluyor sanırım.

Çevrenizde olup bitenleri, gördüklerinizi, yaşadıklarınızı sanatınıza yansıtıyorsunuz. Ama bunun yansıtılma biçimi çok önemli, kimi sanat kaygısı güder, kimi kazanmak ister. Siz de bu süreç nasıl işliyor, biraz anlatır mısınız?

Sanata yansıtmıyorum aslında; onları yaşadım. Benim müzik ve genel olarak sanat ile olan ilgim bir tercihten ziyade bir sonuç gibi geliyor bana. En azından ben buna inanıyorum. Dürüst olmak gerekirse bu şarkıları kendim için yaptım. Söylemeseydim çatlardım sanırım. Sonra baktım ki pek çok kişi benim gibi hissediyor.

Bence sanat birinci adımda toplumsal değildir. Ortaya çıktıktan sonra toplumsal olur. Kendi yazgısına seslenmek yerine etkilemeye dönük ortaya atılan ürünler ne kadar samimi olabilir ki? Açıkçası bu tür teşebbüsleri art niyetli buluyorum. Sanattan ziyade politika gibi geliyor bana, gizli bir yönetme arzusu görüyorum. Diyeceksiniz ki ‘politika da bir tür sanat değil mi ?’ Eğer sanat olarak ele alınacaksa, politikanın yönetme sanatı olduğunu söyleyebiliriz. Fakat tek başına bu yönü bile politikayı diğer bütün sanatlardan ayırır, hatta onu bir sanat olmaktan bile çıkarabilir. Zira diğer bütün sanatlar bir şekilde siyasanın, yönetmenin katılaşan, olumsuzlaşan etkisine karşı koyar ya da karşı koymalıdır. Zira bu karşı koyuş aslında genel olarak sanatın birincil kimliğidir gibime geliyor. Bence politika despotlaştığında en çok sanattan ve özürlükten uzaklaşır ve sanat en çok o zaman muhalif rolünü oynamalıdır. Zira böyle durumlarda şöyle bir tercih zorunluluğu çıkar ortaya: Despotizm ya da özgürlük.

Bence sanat iyi bir soru olduğu ölçüde iyi bir cevap olur. Bundan dolayı müziğin ve genel olarak sanatın bir felsefesi vardır. Sanat ve politikanın en büyük farklarından biri de şudur: Politika birinci adımda da toplumsaldır, ama sanat ikinci adımda toplumsaldır. Bireyi güçlü kılmak istiyorsak, devlet olgusunun gücünü sınırlamak istiyorsak, sanatı politikadan korumak zorundayız. Ortadoğu’ya bakın, bu topraklarda politika, sanat da dahil her şeye hükmediyor. Muhalefetsiz bir yapıdan bahsediyoruz. Bu topraklarda özgürlük adına bütün iyi şeyler kirletildi. Mahkum bir toplumsal yapı, mahkum bir özgürlük anlayışı. Devlet resmen insan eti ile beslenen bir canavara dönüşmüş. Siyaset lehine homojen bir yapıdan bahsediyoruz. Karşıtını yok ederek kendi yok oluşunu hazırlayan, deyim yerindeyse bindiği dalı kesen bir anlayış var. Bana sorarsanız sanata alternatif bir sürü şey de icat edilmiş, futbol gibi, şans oyunları gibi, milliyetçilik gibi, saptırılmış dindarlık gibi vs… Hatta alternatif, dejenere, el pençe divan bir sanat anlayışı da mevcut. İnsanın anlam arayışı zehirlenmiş diye düşünüyorum.

Bizim coğrafyamızda sanat ve politika o kadar iç içe geçmiş ki, bazen ikisini birbirinden ayırt edemeyebiliyoruz. Sanat ve politika çok fazla iç içe geçerse bu durumdan politika muzaffer olarak çıkar. Ama sanat ve politika biraz mesafeli olursa sanat pekala rengini politikaya verir ve bana sorarsanız politikanın buna ihtiyacı da vardır. Gücün estetiğe ihtiyacı vardır, aksi halde ateşten daha yakıcı, buzdan daha dondurucu olur.

Doğası gereği sanat ve politika muhaliftirler. İki muhalif ancak karşı karşıya durduklarında birbirlerine anlam katabilirler. Sanatın her zaman özgün ve özerk olması gerektiğini düşünüyorum. Çünkü sanatın öncelikle katı hiyerarşi, iktidar ve tahakkümden sıyrılması gerektiği kanısındayım. Sanat öncelikle tertemiz bir vicdandır ve özgürlüğün bahçesinde yetişir.

Bence sanat ne halk içindir ne de sanat içindir. Halkın gözetilerek yapıldığı pek çok şeyin iktidara erdiğini gördüm. Ayrıca sanatçıya eğer öncü rolünü biçiyorsak kendinde daha iyi ve daha yeniye olan arayışını reva görebilmeliyiz. Toplumun beğenilerinin kuyrukçuluğunu yapan bir sanat anlayışı bir yeniye nasıl ulaşabilsin? Mevcut uygarlığımız her zaman beklenen kurtarıcıların gölgesi ile örtük bir telkin gibi bilinçaltımıza seslendi. İnsanı kurtarıcıların gölgesine süren her türlü teşebbüsü çok tehlikeli buluyorum. İnsana bir kafası, bir yüreği ve ruhu, iki eli ve iki ayağı olduğunu hatırlatan şeyleri çok değerli buluyorum. Kurtuluş ve kurtarıcı kavramlarının çok yanlış kullanıldığını düşünüyorum.

Sanatın sanat için olduğunu da sanmıyorum. Çünkü sanatın bir standardı yoktur. Standartlar gözetilerek üretilen şeyler özgün ve yeni olana ulaşabilir mi ?”

Görebildiğim kadarıyla en çok dinlenen şarkınız Zana û Andok. Bu şarkıyı nasıl yazdınız? Hikayesini anlatır mısınız?

Sosyal medyanın istatistiklerine bakarsak en çok dinlenen şarkımız o değil aslında. Ama özellikle Kürt dinleyiciler tarafından çok dinlendiğini biliyorum. Sanırım Zana û Andok şarkısı bilindik ortak bir acıya, bir yaraya parmak basıyor. Zana ve Andok’lar o kadar çok ki... Coğrafyamızda çok büyük acılar yaşandı. Bunun izlerini bu coğrafyada yaşayan neredeyse herkesin gözlerinde görmek mümkün. Zana ve Andok iki güzel gençti. Zana’yı çok yakından tanırım, akrabamdır. Beraber büyüdük. Hayatlarını kaybettikleri gün çok yakınımdaydılar ama bilmiyordum. Çatışmanın olduğu yer ile iş yerimin arasında çok az bir mesafe vardı. Silah sesleri gelince dışarı çıktım ama onlar başka bir yoldan gitmişlerdi. Karşılaşamadık. Aradan iki-üç gün geçince ölüm haberlerini ajanstan okudum. Gittim ve cansız bedenine baktım. O anı şimdi ben size nasıl anlatayım? Bu yüzden şarkı söyledim.

Ortak acıları dile getiren bir diğer şarkı da “Strana Bêdengiya Dayika Min." Bu şarkının hikayesi ne?

O şarkının hikayesi ‘Zana û Andok’ ile oldukça benzerdir. Kendi annem de dahil çocuğunun cansız bedenine sarılan bütün annelerin yüzlerinde o sessizliğin yüksek sesini işittim. O insanların yüzlerinde zenginleştirilmiş bir acı vardı. Neredeyse acının en sadeleştirilmiş hali. Yapmacıklıktan, ajitasyondan uzak. Onları gördüm; en çok sustuklarında konuşuyorlardı. Ben sadece hissedebildiğim kadar anlatmaya çalıştım, ne kadar anlatabildim bilmiyorum. Tam olarak anlatabildiğimi de sanmıyorum.

Şöyle bir benzetme yapabilir miyiz, Kürt tarihinde dengbêjler vardır, görüp yaşadıklarını içli bir şekilde doğaçlama yansıtıyorlar, belki tarz farklı ama yaşadıklarını en sade haliyle anlatabilme vb…

Doğrusu bu tanımın çok uygun olduğunu düşünüyorum ben de. Belki de dengbêjler ile aramızdaki farklardan biri şudur: Elimizde çok daha fazla imkan var. Çok çeşitli müzikler dinleyebiliyor, bu konuda araştırmalar yapabiliyoruz. Müziğin teknik kısmını elimizdeki imkanları kullanarak daha etkili kullanabiliyoruz. Bunun dışında çok da büyük bir fark olduğunu sanmıyorum. Müzik bazı insanların yazgısıdır sanki. Müzikle doğarlar ve bir müddet sonra müzik de onlarda doğmaya başlar. Bunun neden böyle olduğunu da bilmiyorum.

Her şarkınızın bir hikayesi var…

Bir şarkı nasıl hikayesiz olur bilmiyorum. Gerçekten bilmiyorum. Her şarkı bir ruh halidir benim için ve her ruh halinin de geçmişi vardır. Süreçler ve devamında hikayeler. Yaşam devamlı hikayeler üretir. Şu an bir hikayenin tam ortasındayız ve bir hikayenin sonlarındayız. Yarın yeni bir hikaye yazmaya başlayacak yaşam belki de. Dün hep bir hikayenin parçası değil midir?

Albüm bir kaç yıl oldu çıkalı, albümden sonra müzik yaşamı nasıl bir seyir izledi?

İki yıl olmadı sanırım. 2013’ün Kasım veya Aralık ayı idi galiba. Albümden sonra yaklaşık 10 ay derin bir sessizlik dönemi oldu. Ne kadar dinlendi, kim beğendi, kim eleştirdi, kim sahiplendi pek anlamadık. Bunun nedeni de şuydu: Mem Ararat henüz bilinmiyordu ve bu yüzden dinleyiciye ulaşamıyordu. Kimse de özellikle aramıyordu. Zira Mem Ararat’ın dinleyicilerine ulaşabildiği yegane alan sosyal medya idi. Bir-iki istisna dışında herhangi bir tanıtım yapılmadı. Ki o istisna tanıtımlar da pek az kişiye ulaşabildi. Ama dinleyiciler bütün bu tanıtım olayını üstlendiler. Şarkıları dinleyip beğenen dinleyiciler bunu kendi çevresi ile de paylaştı. Böylece sekiz-on ay içinde Mem Ararat’ın ismi yavaş yavaş tanınmaya başladı. Bölgede yayın yapan Gün Tv-Radyo’nun da dinleyiciye ulaşmamızda katkısı oldu.

Eğer sosyal medya olmasaydı benim gibi birinin albüm yapması ve dinlenmesi imkansız gibi bir şeydi sanırım. Çünkü prodüktörlere gidip albüm yapmak istediğimi söylemek benim açımdan çok zor bir durumdu. Bu konuda hiç bir zaman özel bir gayretim olmadı. Buna dönük bir gayretin pek işe yaramayacağını düşünüyordum sanırım. Bu konuda bir şeyler yapmak için birilerini etkilemek gerektiğini biliyordum. Yaptığımı beğendirmek için etkilemeye dönük tasvip etmediğim şeyler yapmak zorunda kalacağımı düşünüyordum. Zira bu konuda çok şey duyduk ve bazılarına da şahit olduk. Müzik piyasasına karşı derinlerde biraz tepkiliydim sanırım. Halen de bu durum tamamen aşılmış değil. Müziği bir iş olarak görmedim. Şu son bir yıl hariç müzikten para da kazanmadım. Doğrusunu isterseniz halen de müziği bir iş olarak görmeye korkuyorum ve her ne kadar müzikten para kazanmaya başlamış olsam da müziği bir iş olarak görmeyi de düşünmüyorum. Zira bir iş gibi gördüğüm bütün uğraşlardan nefret ettim. Modern insanın o deli saçması rekabetçi anlayışı bir hapishaneden başka bir şey değil. Ne zaman bu tür bir anlayışa yakınlaşsam kullanıldığımı hissediyorum ve bu his beni mutlu etmiyor. Özgürlüğüme biraz düşkünüm sanırım. Dağlı Kürdün ruhunun etkisinde olduğumu söylüyorum dostlarıma. Bunu yarı latife olarak söylüyorum. Hiçbir zaman düzenli işleri devam ettiremedim. Hamallık da dahil bir sürü ağır işte çalıştım ama hiçbiri sürekli değildi. Sürekli bir işte en uzun çalışmam bir yılı geçmemiştir sanırım. Ailem de bu durumu bildiği için, ilk zamanlar hariç beni buna zorlamadılar. Kaldı ki zorlasalardı bile bu sonuç pek değişecek gibi değildi.

Dostlarım telkinleri ve motivasyonları olmasaydı albüm ve Mem Ararat hiç çıkmayabilirdi. Albüm çalışmaları ve prodüksiyon ile olan görüşmeler dahil hepsinde dostlarım ön ayak oldular. Prodüksiyondaki arkadaşlar da sağolsunlar sorun çıkarmadılar.

Albümden yaklaşık sekiz-on ay sonra konser teklifleri gelmeye başladı ve böylece yaptığımız müziği dinleyicilerimizle paylaşma fırsatı bulduk. Olumlu ve olumsuz eleştiriler aldık. Her ikisini de değerli buluyorum. Albümden önce hayatımı çiftçilik yaparak finanse ediyordum. Bundan dolayı müziğe pek az vakit ayırabiliyordum. Bu durum son zamanlarda yavaş yavaş değişmeye başladı. Artık geçmişe nazaran müziğe daha fazla zaman ayırabiliyorum.

Elbette müzikle uğraştığıma çok seviniyorum, bu yüzden dostlara şükran duyuyorum ama müzikle uğraşmak adına tasvip etmediğim şeyler yapmayı da istemiyorum. Dostlarım sayesinde yapmak istemediğim şeyleri yapmak zorunda kalmadım. Bu gün eğer bir albüm yapmışsak bu tamamen dostlarımın telkinleri ve motivasyonu ile oldu. İlkokulda bile ben şarkı söyleyeyim diye arkadaşlarım parmak kaldırırdı. Dürüst olmak gerekirse pop star yarışmaları gibi şeyleri de biraz küçümsüyorum.

Şu an en çok dinlenen şarkılarımın bazıları oldukça eskidir. Mesela ‘Were Delal’ adlı şarkının melodisini ilk mırıldandığımda sanırım 13-14 yaşlarındaydım. Aynı zamanda ‘Bûka Baranê’ isimli şarkıyı 2000 yılında yazdım. Çok uzun zamandır kendimce bir şeyler yapıyorum. Sanırım bu şekilde kendime ve mevcut dünyaya katlanabiliyorum. Müzik bunun bir yöntemi gibi gelişti sanırım.

Birikmiş bir arşivim var. Ömrüm yeterse birçok şey yapmak istiyorum. Kendimi hazır hissettiğimde film müzikleri yapmak istiyorum, çok farklı tarzlarda deneysel müzikler yapmak istiyorum. Teknik konularda eğitim almak, araştırmalar yapmak istiyorum. Henüz pek bilinmeyen geleneksel şarkıları derlemek istiyorum. Kafamda birikmiş düşünceleri yazmak istiyorum.  Düşündüklerimi ve hissettiklerimi yüksek sesle söylemek istiyorum. Düzgün bir hayat yaşayıp mümkün oldukça kırıp dökmeden, yaşamın döngüsüne zarar vermeden, sevdiğim kişileri ve şeyleri üzmeden ölmek istiyorum.

Şu an ki Kürt müzik ortamını nasıl buluyorsunuz?

Kürt müziği adına korkunç şeyler yapılıyor. Yeterli olmamakla birlikte iyi şeyler de yapılıyor. Ayrıca kendi yaptıklarımı da çok yetersiz buluyorum.  Bence düzgün bir şekilde ele alırsak ve uğraşırsak daha iyi şeyler yapabiliriz. Bu konuda bir sürü şey söylenebilir, ama bu soruya cevap olarak söylenebilecek birçok şey ikinci sorunuza verdiğim cevapta mevcut diye düşünüyorum.