Temo: Edebiyat girgin sözcüklerini alarak meydana inmeli

Selim Temo’yu ilk olarak Hrant Dink Vakfı "dünyanın dört bir yanında attıkları küçük adımlarla geleceğe dair umudu çoğaltan kişiler" diye tanımlamasında hatırlıyoruz. Vakıf onu 2011'in "Işıklar"ı arasında saydı. Buna Hrant Dink ödülü demeliyiz.

Selim Temo’yu ilk olarak Hrant Dink Vakfı "dünyanın dört bir yanında attıkları küçük adımlarla geleceğe dair umudu çoğaltan kişiler" diye tanımlamasında hatırlıyoruz. Vakıf onu 2011'in "Işıklar"ı arasında saydı. Buna Hrant Dink ödülü demeliyiz.

Kürt edebiyatının duayen isimlerinden Temo “yazılarımdaki en baskın tonun ağıt tonu olduğu görülür. Gençlik arkadaşlarımdan çoğu öldürüldü; nasıl olduysa sağ kaldım, payıma yas düştü!” diyor.

Yazıları Bir süre Radikal 2 ve Le Monde Diplomatique-Kurdi dergisinde yayınlanan Kürt yazar, Kürt ve Türk edebiyatları hakkında önemli çalışmalara imza attı.

Temo; “Herkesin bir gazete, bir mahkeme, bir karakol ve bir şuur klozetine sahip olduğu sosyal medya çağında ise edebi sözün saygınlığı kalmadı. Hemen herkes ne kadar fırlama olduğunu gösterme derdinde. İnsan var ama, insan direniyor, insan değer üretiyor, o halde edebiyat olmalı” diyor.

Savaş ve edebiyat için ise şöyle diyor: “Bir anne, gömülmesine izin verilmeyen bebeğinin kar suyu gibi bedeni kokmasın diye buz kalıplarıyla örtüyorsa edebiyatın girgin sözcüklerini alarak meydana inmesi gerekir. ”

Temo ile son entelektüel çalışmaları “yerin yedi kat dibinden başladık” dediği Kürt edebiyatı ve herkesin hayatındaki savaş konusunda söyleştik…

İLK ŞİİR BOTAN’IN DEĞİL ÇEMİŞGEZEK’İN

Çok çalışıyorsunuz ama son dönemde kendi yazarlığınızı ihmal ediyorsunuz sanki. Ortalarda görünen biri de değilsiniz, ara sıra edebiyatın bilinmeyen bir alanındaki bir çalışma ile beliriyorsunuz. Neler yapıyorsunuz bu aralar?

Yılbaşından itibaren yayımlanmaya başlanacak üç kitap hazırlıyorum: “Uzak Komşu: Kürt ve Türk Şiiri İlişkileri”, “Mem û Zîn” çevirisi ve “Horasan Kürtleri: Tarih-Edebiyat. ” İlkinde iki komşu şiirin birbirlerindeki yankısını araştırıyorum. İkincisi ise, bir çeviri. Hayallerimden biriydi. Şöyle düşünüyordum: Xanî bir aşk anlatısı olan Mem û Zîn’i aşkla yazıya geçirmiş, sesini ve kalbini metne taşımış. Xanî gibi ben de kişisel deneyimimi metne ve çeviriye taşımaya girişiyorum. Üçüncü kitap, merkezi Kürdistan’dan 1. 500 kilometre ve yüzlerce yıl uzak kalan en büyük Kürt diasporasının yazılı edebiyatı hakkında. Semih Gezer’le birlikte yaptığımız bir çalışma. Çok az bilinen bir toplum ve neredeyse hiç bilinmeyen bir yazılı edebiyata sahipler. Öyle ki klasik Kürt şiirinin Sünnilik ve Botan ağzı üzerinden tarif edilen tarihini tartışmaya açacak bir çalışma olacak bu. Çünkü söz konusu geleneğin en eski Kürtçe şiiri, 1596’da Çemişgezek’te doğmuş Îbnî Xerîb’e ait. Beşkadar klasik şiir metni ile ülkedeki mücadeleyi de yankılayan çağdaş şiiri göreceğiz bu kitapla. Elbette Kürdistan ve Türkiye’deki Alevilik tartışmalarına da etkisi olacağını söylemek mümkün. Özellikle Kürt Alevilere yönelik olarak Horasan mistifikasyonu üzerinden üretilen, Ali Topuz’un tarifiyle, “de-nasyonalizasyon” olgusunu tartışmaya açacağını umuyoruz. Zira Horasan yüzlerce yıldır bir Kürt yerleşimidir de ve oraya göç ile geri dönüşler söz konusu.

Belki de bu kitaplar, akademikalanda yapacağım son çalışmalar olacak. Belirttiğiniz gibi, ihmal ettiğim yazarlığıma dönmek istiyorum açıkçası. Romana ve şiire. Bahara iki Kürtçe (Kurmancî) şiir kitabından biri yetişecek. Birinin adı sürekli değişiyor, kendisi de. Öbürü ise, “Hilbe Kobanî” adını taşıyacak bir kitap. Kobanê’yi Agirî’yle buluşturan bir kitap. Dilerim o büyük zafere küçük bir anmalık olarak sunabilirim.

KÜRT EDEBİYATI YÜZYILLIK BİR DİP RÜYADAN UYANIYOR

Yazılarınızda bir samimiyet ve içtenlik göz çarpıyor. Bunu bir tarz olarak mı kullanıyorsunuz?

Köşe yazılarını kastediyorsunuz sanırım. Bir gazetede tam bir yıl süren bir deneyimdi. Kalın gözlüklerin arkasından bakarak soğukkanlı cümleler yazamazdım. Birkaç kuşak edebiyatçının stratejist, analist olması umut kırıcıydı. Neden onlardan biri olacaktım ki? Bizim işimiz “şu durumda şu olur” diyerek binlerce insanın canını yakabilecek olguları yorumlamak değildir. Elbette yeri geldiğinde halkın solgun yarasını derinleştiren güçlere posta koymayı bilmeli edebiyatçı. Nitekim Rojava’daki en kötü günlerde yayımladığım, birkaç dile çevrilen “Orta Doğu Cehenneminde Kürtler” yazısı bunlardan biriydi. Yine de genel olarak bakılırsa, yazılarımdaki en baskın tonun ağıt tonu olduğu görülür. Gençlik arkadaşlarımdan çoğu öldürüldü; nasıl olduysa sağ kaldım, payıma yas düştü!

Kürtler politik mücadelede aktif ama edebiyat ve şiirde aynı etkinlik yok sanki.

Kürt edebiyatı yüzyıllık bir dip rüyadan uyanıyor. Yakılmış, yok edilmiş kökleriyle buluşuyor, tanışıyor, kaynaşıyor. Dört parçadaki mücadelenin sinemadan resime, müzikten tiyatroya çarpıcı yansımalarını görebiliyoruz, ama edebiyat her zamanki gibi en geriden gelecektir. Edebiyat ret ya da kabulü gereksinir çünkü. Ne ret ne de kabul edeceğimiz bir edebî geleneğimiz olmadan başladık yazmaya. Yerin yedi kat dibindeydi, varlığından bile pek haberdar değildik. Şimdi her yerden dünya edebiyatı için de önemli eski-yeni Kürtçe metinler fışkırıyor. Daha önce yazdığım gibi “yok sayılanın yanı sıra yok sanılan” metinler de gün yüzüne çıkıyor. Bütün bu metinler kaynaşmasından büyük bir atılım çıkacaktır diye düşünüyorum.

HERKESİN NE KADAR FIRLAMA OLDUĞUNU GÖSTERMEYE ÇALIŞTIĞI BİR ÇAĞDA YAŞIYORUZ

Yazarlığınızın ilk yıllarında pek çok ünlü yazarla yakın bir diyaloğunuz olduğu anlaşılıyor. Şimdi kimlerle sohbet ediyorsunuz?

Metinsel tanışıklıktan dostluğa dönüşen süreçte bir jesti, bakma biçimini, görme açısını temellük etmek önemlidir gerçekten. Önceki kuşaktan çok şeyler öğrendim. Edebiyat üretiyor olmanın bir saygınlığı vardı. Herkesin bir gazete, bir mahkeme, bir karakol ve bir şuur klozetine sahip olduğu sosyal medya çağında ise edebi sözün saygınlığı kalmadı. Hemen herkes ne kadar fırlama olduğunu gösterme derdinde. İnsan var ama insan direniyor, insan değer üretiyor, o halde edebiyat olmalı. Mueyed Teyib, Kawa Nemir, Roşan Lezgîn, Müslüm Yücel, Celal Soycan, Abdulla Peşêw, Yavuz Ekinci ve Şahin Altuner sık görüştüğümüz, çok şey öğrendiğim dostlar. Hepsinin öncelikle iyi bir okuruyum.

MAYAKOVSKİ DENİZ FENERİNİ GÖRDÜĞÜNDE

Kürtçe yazıp sizi en çok etkileyen yazar kim ve niçin?

Siyahpoş’un gazelleri, Xilwetî’nin ritmi, Mela’nın “yerli” poetikası, Pertew Beg’in zarif hayalleri aklımı başımdan alıyor. Yeni Kürtçe (Kurmancî) şiirde Ehmed Huseynî’nin “poetik sentaksı” baskındır, elbette benim şiirlerimde de.

Dünya edebiyatından sizi en çok etkileyen yazar kim ve niçin?

Mayakovski! Kurulu düzen ve yerleşik estetiğe karşı bir şair de ondan. Halkçı ve devrimci olduğu kadar bireyci de bir şair. Gürcistan’da Gürcüce öğrenen tek Rus öğrencidir sınıfında. 13 yaşındadır, ilk kez gemi yolculuğu yapar dayısıyla. Bir deniz feneri görür. Bu nedir diye sorar dayısına. Dayısı da deniz feneri anlamına gelen Rusça sözcüğü söyler: “Mayak.” Vladimir Vladimiroviç Mayakovski kısacık hayatı boyunca soyadında bu sözcüğün olmasıyla övünür hep. Ona yazdığım şiirde, “ey Mayakovski, deniz fenerim” demiştim!

20 YÜZYIL KARANLIKTA GEÇTİ

Klasik Kürt edebiyatının ait olduğu çağlardaki etkisi hakkında neler söyleyebilirsiniz? Bu etkinin geleceğe yansıması nasıl olabilir?

Bunu takip etmemiz güç. Şu uğursuz 20. yüzyılı karanlıkta geçirmek, Kürt edebiyatının güncele, geleceğe, hatta “geçmişe yönelik” etkisini sıfıra yaklaştırdı. Kürtlerin arsası üzerinde başka devletler kurulduğu gibi, başka bir dil ve edebiyat tarihleri de kurgulandı. Bu kurguyu bozmak ve Kürt edebiyatına sahip ve ait olduğu yeri yeniden tahsis etmek çok güç.

Doğrusu bir kültür tarihçisi değilim. Ama eski edebiyatın bir tür Ortadoğu Latincesi olduğunu söyleyebilirim, bir tür “Lingua Franca. ”Yoğun bir karşılıklı etkileşim söz konusu. Somut olarak klasik Kürt şiirindeki zaman, mekân, kimlik, gerçekçilik gibi olguları hatırlatabilirim. Yaygın bir hümanizmadan da söz edilmeli. Yeni durumda ise Kürt edebiyatının lansmanıyla ilgili çalışılabileceğini düşünüyorum. Son yüzyılı refah içinde geçiren dillerde anlam ve anlatım imkânları azalmışken dipdiri Kürtçe insanın macerasını anlatmaya girişiyor. Önümüzdeki yıllarda bunun yansımalarını daha çok göreceğiz.

Modern çağdaki Kürt siyasetçileri Kürt tarihinin İslam öncesi pagan yönlerini çok öne çıkarıyor. Siz yazılı ve sözlü edebiyatta pagan kültürünün izlerini görüyor musunuz?

Çeyrek yüzyıldır her yazdığını heyecanla okuduğum Gürdal Aksoy, sözünü ettiğiniz durumu tespit etmiş ve eleştirmişti, 1990’lı yıllarda. Uzak geçmişe yapılan göndermeler, özünde seküler bir kategori olan uluslaşma ile ilgili sanırım. Yani aslında tarihselden ziyade sosyolojik, politik bir olgudan söz ediyoruz. Öte yandan pagan kültürün sözlü ve yazılı edebiyatta derin izleri var elbette. Kürtçedeki fosil sözcüklerde (dê/dewe/dêman-key/kebanî gibi konut ve yerleşim çevresinde gelişen sözcük dağarı vb. ), deyimlerde, klasik edebiyattaki kimi temalarda ipuçları var. “Darok/porkur/kezîkur” ve “xwelî li ser” gibi sıfat ya da beddualar da pagan yas törenleriyle ilgili olmalı. Zembîlfiroş’un klasik şairlerce işlenmesi, Mem û Zîn’deki Newroz ve Mela’nın Dîwan’ındaki Laleş vurgusu da hatırlanmalı.

EZİLEN ULUSLARIN PAYI GASP EDİLDİ

Kürt edebiyatında en çok hangi komşu halkların ve kültürlerin izlerini görebiliyorsunuz?

Doğrusu böylesi tartışmalarda ulus devlet çağındaki parsellemenin sıkıntısını duymamak mümkün değil. Arap, Fars ve Türk ulus devletleri, ne var ne yok parsellemiş, ezilen ulusların payını da gasp etmişler diyebiliriz. Bu yüzden tanınmış bir ismin aslen Kürt olduğunu söylediğinizde bile “kaba milliyetçi” sayılabiliyorsunuz. Bu algının hiçbir yerinde değiliz. Kürtlüğü ve Kürt kültürü inşasını, bu yağmalanmış tarihsel birikimi demokratikleştirerek gerçekleşiyoruz diye düşünüyorum.

Etkileşim karşılıklı olarak gerçekleşir. Bu anlamda Kürt kültürünü pasif ve etkiye açık olarak tanımlamak yanlış. Aynı şekilde ortak kültürü belli ya da tek topluluğa mâl etmek de sorunlu bir yaklaşım. Landsberger, Gılgamış Destanı’nın 4. 000 yıl önceki versiyonlarından birinin “bahr-i recez”, yani bir aruz kalıbıyla yazıldığını söyler. Dolayısıyla sadece bugüne ulaşan halkların değil, yok olmuş, yok edilmiş halkların da bugüne ulaşan kültüre katkıları söz konusu.

Kürt edebiyatı, 19. yüzyıldan itibaren komşu edebiyatlar gibi yüzünü Batı’ya çevirdi. Dolayısıyla bir tür anonimlik içinden üretilen klasik edebiyatın yerini bireysel edebiyat aldı diyebiliriz. Belki de son iki yüzyıldır dünyanın her tarafında güncelliğini koruyan bir olgunun burada da tekrar ettiğini söyleyebiliriz: Edebiyatlar artık komşularından değil, Batı edebiyatından etkileniyorlar. Elbette “Batı edebiyatı” da tartışmaya açık, ancak Eurocentrik bir durumun varlığı göz ardı edilecek gibi değil.

MAĞDURİYET EDEBİYATI BİR YERE TAŞIMIYOR

Bir röportajınızda “Kürtçeye en büyük haksızlığı Kürtler yaptı” diyorsunuz. Bu vurguyu biraz açar mısınız?

O söyleşide zikrettiğiniz cümle öne çıkarıldı. Kürtçenin asıl hikâyesini anlatan bölüm göz ardı edildi. Yaygın medya işte; Kürtleri ancak kendilerini yerden yere vurunca aydın sayar ve “anlar!”Öte yandan, evet, mağduriyet edebiyatı bir yere taşımaz. Edebiyatın mağduriyeti karşısına alıp ilerlemesi, “maruz” değil “müdahil” olması gerekir. Buna karşın çok ihtiyatlı da olmalı. Zira Kürt edebiyatçıları son yüzyılda edebiyatı sözlük, TV, radyo, gazete, okul gibi amaçlarla da kullanmak zorundaydılar. Kürt toplumunun nesi yok ise, Kürt edebiyatı o olmaya soyundu. Bu anlamda “görev”ini yerine getirdi diye düşünüyorum. Bundan sonra ise, geçmişi temellük eden bir gelecek görgüsü gerekiyor.

Modern çağda Kürt kadın edebiyatçı çıkmıyor. Feodal çağda bir ikisinin ismini duymuştum. Kürtçede bir Jane Austen’in çıkması çok mu zor?

Tam tersini düşünüyorum. Özellikle Rojava ve Bakur’da büyük bir kadın edebiyatçı nüfusu var bugün. Tarihsel olarak ise bir kadın edebiyatından söz etmek güç, evet, ama çok sayıda kadın edebiyatçıdan söz edilebilir. Öte yandan jineolojinin Kürdistan’daki dirilişi, eril olanı sönümlendiriyor, hizaya çekiyor; bunu gözlemliyoruz. Bunun edebiyattaki yankısı için çok beklemeyeceğiz diye düşünüyorum.

KULAKLARIMIZDA EGEMEN DİLİN YANKISI VAR

Siz öncelikle bir şairsiniz. Şöyle sorsak: Farsça konuşulduğunda bile şiir okunuyor sanılır. Aynı durum Kürtçede de var mı, Kürtçe şiir için iyi bir imkân mı?

Aslında kulaklarımızda üç egemen dilin yankısı var ve efendilerin okullarında 15-20 yıl boyunca “resmi kanon”un ne kadar cici olduğu ezberletiliyor. Kürtçeyi, Kürtçeleri ise “normal” bir eğitim süreci içinde almıyoruz. Onun sesini değiştirmesi değil, bizim duyma biçimimizi değiştirmemiz gerekiyor. Eser ile alımlayıcı arasındaki mesafeyi yeniden belirlememiz gerekiyor. Arapça ve Farsça şiirde bitmek bilmez bir ritim saplantısı var bana kalırsa. Oysa şiir, uzun süredir ritmik olmaktan çıktı. Öte yandan okuyup takip ettiğim her üç Kürtçede de (Kurmancî, Soranî, Zazakî) kolayca “iyi şiir” yazılabiliyor, ama biçim ve biçem arayışları sınırlı. Bir sorun da şu: “Çağdaş klasik”leri yok çağdaş Kürtçenin; çünkü kimse çağdaş klasik olacak kadarhayatta kalamamış ya da o kadar yaşlı değil!

Savaş var, edebiyat nerede olmalı?

Böyle süreçlerde gerçeklik sanatın diliyle anlatılamaz hale geliyor. Bir anne, gömülmesine izin verilmeyen bebeğinin kar suyu gibi bedeni kokmasın diye buz kalıplarıyla örtüyorsa edebiyatın girgin sözcüklerini alarak meydana inmesi gerekir.