Hepimiz bir şeylerimizi kaybettik Cizre’de…

“Hiçbir şey sessizlik kadar acıklı değildir” bu cümle, 1941- 43 yılları arasında Adolf Hitler liderliğinde yaklaşık altı milyon Yahudi’nin sistemli bir şekilde öldürülmesi sonrasında kurulmuştu...

Uygarlaşmış insanoğlu, öldürmek için ilk kez sanayii kullanmıştı. Sessizlik ve izleyici kalmanın tetiği çekmek kadar tehlikeli olduğu ve suçun en az katiller kadar onlara da düştüğü bir dönemdi. Sessizlikti asıl katil; Holokost’tan Cizre’ye...

Her dönemin baş belasıydı bu sessizlik. Şırnak yıkılır sessiziz, Cizre’de insanlar yakılır sessiziz, Suruç’ta bombalarla insanlar katledilir sessiziz. Sonra bir gün kunt bir sessizlik sardı her yeri; ama geç kalmıştık artık bağırmak için. Ses verecek kimse kalmamıştı bizlere...

Cizre’de 200 insanın önce kurşuna dizilip sonra da yakılması bu sessizlikten aldığı cesaretle başladı. Koca bir yıl geçti üzerinden. Anmakla yetindik ölenleri. Hatırlamak, anmak yerine; yaşatmayı, kurtartmayı ne kadar denedik diye sorduk mu? Bilinmez. Cizre’den sonra yayıldı öldürme silsilesi ve tüm ülkeyi sardı. Şimdi ağır bir bedel ödüyoruz bu donukluğun getirisi olarak.

Günlerce bağlandığı televizyon programında halbuki anlatmıştı Cizre Halk Meclisi Eş Başkanı Mehmet Tunç; “Cizre halkı 60 gündür soğuğa rağmen, açlığa rağmen, susuzluğa rağmen diz çökmedi. Onun için kalan insanların bizimle gurur duyması lazım. Ama şu anda Cizre’de bir vahşet uygulanıyor, Cizre’de bir katliam uygulanıyor. Ama biz diz çökmeyeceğiz...” demişti.

Bodrum katına sıkışıp kalanlardan HDP’nin Milas İlçe Başkanı Derya Koç televizyonlara bağlanarak durumlarını aktarıyor, son kez seslerini duyurmaya çabalıyordu:

“Bizden geriye yaklaşık 15 kişi kaldık. Şu an etrafımız tanklarla çevrilmiş durumda. Bize de ateş açıyorlar. Biz de yanabiliriz her an. Onun için halkın acilen buraya gelmesi gerekiyor. Yaklaşık bir saat önce buraya ateş açtılar. Yaralı arkadaşlarımızı katlettiler. Sadece 15 kişi hayattayız ve hepimiz yaralıyız. ”

Aradan geçen bir yılda o insanların katledildikleri bodrum katlar da yıkıldı Cizre’de. Civarındaki bina ve sokaklar da iş makinalarıyla dümdüz edildi. Bir düzlük şimdi ‘vahşetin’ yaşandığı o alan. Bu yıkım Kürtlerin kolektif belleği ve direniş tarihineydi elbet. Bir daha yeşermesin istiyorlardı direniş tomurcukları ama nafile! Çoktan ardılları düştü yollara; doğdu yeni Mehmetler, Bekesler, Heviler, ...

Peki neydi bu şiddet ve katliamın kökenleri, nerede aramalıyız bu vahşiliğin izlerini? Ülkeyi yönetenlerin takıntılarında, onun uşaklarının kayıtsız şartsız itaatkarlığında ve onun fikirlerinin yaydığı ahlak bozukluğundan mı başlanmalı?

Kitleler olmadan liderler bir hiçtir çünkü. Şimdi Cizre katliamını AKP’nin politikalarından bağımsız değerlendirebilir miyiz? Tabii ki hayır. Bu katliam, ‘benim adıma öldürme’ demeyen toplumun da suçu değil midir? Herkes ortak paydadadır bu katliamda. Kimisi desteklediği için; kimisi de izlediği için olabilir mi?

Yahudi Soykırımı için Zygmunt Bauman “Holokos ve Modernite” kitabında, “Holokost bizim modern mantıklı toplumumuzda, uygarlığımızın yüksek sahnesinde ve insan oğlunun kültürel zaferinin zirvesinde doğmuş ve uygulanmıştır; bu nedenle de toplumun, uygarlığın ve kültürün bir sorunudur” diyor.

Cizre'de yıllardır süren, kültürel ve ulusal öfkelerin müthiş bir doruğuydu. Çünkü bir hıncı vardı muktedirlerin. Cizre üzerinden bütün Kürtlereydi mesaj. O gece katliamın fotoğraflarının sosyal medyada yayımlanması, devlet televizyonu olan TRT’nin geceyi zafer gibi duyurması artık çürümenin de bir göstergesiydi yaşadığımız toplumda. Cizre’de insan yakarak bir zafer kazanıyorlardı. Nasıl olsa ‘görevlerini yapıyorlardı’ hukuk ve adaletin hiç uğramadığı topraklarda.

Duyulmadı son çığlıklar. Bu ülkenin vicdanlarında bir karşılık bulmamıştı. Son kez Derya Koç’tan kulakları sağır eden çığlıklar da rahatsız etmemişti vicdanları. İletişim araçlarının bu denli geliştiği dönemde duyamamıştık sesi. Bu aletler henüz vicdana seslenemiyordu çünkü.

Hepimiz bir şeylerimizi kaybettik Cizre’de. Evladını kaybeden de oldu, onurunu kaybeden de. Belki şimdi bu satırları yazmak yerine, kurulacak komünleri, paylaşılacak hasadı, gelecek güzel günleri konuşuyor olacaktık.

Yarınların o barikatlar arkasında olduğunu ya duymak istemedik ya da anlamak istemedik. Orada başlamalıydık kazanmaya halbuki. Şimdi sarmış olan bu kehanet ve korku, o barikatların arkasında savaşanların cesaretiyle aşılabilirdi ancak. Duymadık o koca çığlığı, dokunup daha fazla yanmak istemedik belki de. Ama şimdi sardı asıl ateş; görülmek ve duyulmak istenmeyenden daha gür şimdi.

O gençlerin çığlı sardı şimdi ülkeyi. Tıpkı Gogol’un Palto’sundaki lanet gibi, ‘Cizre’nin kehaneti’ sardı bütün sokakları. Direnmenin de seyirci kalmanın da olacaktı bir bedeli elbet!