Öcalan: Kapitalizm, ekonomi karşıtı tekeldir

Tekel kârı kaçınılmaz olarak nüfus artışı, işsizlik, açlık ve yoksulluğa yol açar. Büyümede sınır tanımayan sermaye tekelleriyle kapitalist şebeke, ancak iktidarın ulus-devlet olarak biçimlenmesiyle varlığını sürdürebilir. Sistemin tıkanması budur.

Devletli uygarlık sistemleri yapısallığı gereği bunalım üretme özelliği taşırlar. Bunalımlar zaman ve mekân boyunca iç ve dış etkenler sonucunda ara sıra içine düşülen durumlar değildir. Sistemin kendisi sürekli bunalım (aşırı halinde kriz) üretir. Bunalım mantığı gayet basittir: İktidar ve daha resmi olarak devlet sınıfları el konulan toplumsal değer ve artı-değerler üzerine kurulur. Toplum üzerinde kurulan bu sınıflar örgütlü silahlı yapıları gereği sürekli büyüme eğilimindedir. İnsanlar zar zor geçinir, çeşitli hastalıklar ve savaşlardan dolayı erken ölürken, toplumun emekçi kesimlerinin nüfusu devlet sınıflarınkine oranla azalır. Kendilerini daha iyi besleyip korumaları ve çok üremeleri nedeniyle devlet ve her tür iktidar sınıflarının nüfusu ise daha çok artar. İlk iktidar ve devletler hanedanlık karakterleri nedeniyle büyük ve nüfusu çok olan aileden yanadır. Güç politikası bunu gerektirir. Sistemik olan bu karşılıklı dengesizlik hali bunalım demektir. Daha çok çoğalmış ve güçlenmiş devlet sınıfları toplum üzerine kurulup değer gasp ettikçe, sistemin sürdüremezliği devreye girer. Bunalım dönemleri denen durum budur.

HEGEMONİK SİSTEMİN SÜRDÜRÜLEMEZLİĞİ

Bunalımdan çıkış için iki yol gereklidir: Birincisi, kızışan hegemonik savaşlar sonucunda rakiplerini yok eden güç yeni hegemon olarak ortaya çıkar. Bu hegemonik güç daha önce pay sahibi olan rakiplerini ezip paylarına el koyduğundan, yeni rakipler ortaya çıkıncaya kadar bunalımı belli bir süre nispi olarak aşmış sayılır. İkincisi, çoğunlukla birincisiyle iç içe, daha verimli üretimi, ticari ve sınai yöntemleri devreye sokarak üretim artışlarını gerçekleştirmektir. Üretim artışlarını gerçekleştiren hegemonik sistem bunalımın karşıtı olarak refah dönemini yakalamış demektir. İlkçağ uygarlıklarında bunalımlar daha uzun aralıklı ve uzun sürelidir. Bin yıldan iki yüz yıla kadar aralıklarla seyreden bunalımlar çokça yaşanmıştır. Her büyük bunalım dönemi genellikle hanedanlık ve merkez değişimi ile sonuçlanmıştır. Ortaçağ bunalımları da benzer olmakla birlikte süreleri daha da kısalmıştır. Ortalama yüz, yüz elli yıllık süreler halinde yaygınca yaşanmışlardır.

Bu genel seyir üzerinde gerçekleşmekle birlikte, kapitalist sistem bunalımlarının kendine özgü yanları vardır. Sistemde parasallık ve ticaret tekelleri başlangıçta öncü rol oynarlar. Üretimle ilişkileri sınırlıdır. Buna mukabil ekonomide para yaygın kullanılır. Ticari metalaşmanın gelişimi ve hâkim özellik kazanması nedeniyle paranın önemi çok artmıştır. Süreç içinde para ve ticaret tekeli az bir gücün elinde yoğunlaşır. Bu durumda toplumun parasızlıktan alım gücü düşer. Ortaya çıkan fazla ürünler emilmeden kaldığından, bunalımın birinci hali olarak fazla üretim bunalımları yaşanır. Bir yandan fazla üretim satılamadığından tahrip edilirken, diğer yandan parasızlıktan alım güçleri düşmüş emekçiler yoksulluktan ve açlıktan kırılır. Kısa sürede tersi de yaşanır. Para etmeyen üretim iyice düşer. Eldeki paranın üretimle bağı kopar. Ortada çok para, az üretim vardır. Artan hayat pahalılığı (enflasyon) yeni bir bunalım durumudur. Her iki bunalımdan çıkış için bulunan yol, geleneksel yol olan hegemonik savaşların yanında devlet harcamalarını arttırarak, belli bir ücretli kesim yaratıp fazla veya eksik üretimi telafi etmeye çalışmaktır.

KAPİTALİZMİN BUNALIMI

Kapitalizmin son dört yüz yıllık hegemonya çağında bu tip bunalımlar yaygın ve iç içe yaşanmışlardır. Süreleri biraz daha kısalıp ellişer, yüzer yıllara kadar düşmüştür. Hegemonya üzerine savaşlar hiçbir uygarlık dönemindekiyle kıyaslanmayacak kadar kapsamlı, yoğun ve uzun süreli olmuştur. Savaşa katılan tekeller de ulusal ve uluslararası çapta olmuştur. Dolayısıyla ilk defa dünya çapında savaşlarla tanışılmıştır. Yerel ve bölgesel savaşlar hiçbir zaman eksik olmamıştır. Daha da vahimi, toplum giderek tümüyle ulus-devletçe militaristleştirilerek bir nevi savaş hali içine sokulmuştur. Günümüz toplumlarına savaş hali toplumları demek daha gerçekçidir. Dayatılan savaş hali iki kanaldan yürütülmektedir: Birincisi, iktidar ve devlet aygıtlarının tüm gözeneklerini bir ağ gibi sardığı toplumu gözetim, denetim ve baskı altına almasıdır. İkinci yol, son elli yıl içinde niteliksel bir devrimle gelişen bilişim teknolojisi kanallarıyla (medya tekelleri) sanal toplumun gerçek toplum yerine ikame edilmesidir. Her iki savaş haline de toplumkırım demek mümkündür. Eskinin daha sınırlı uygulanan soykırımlarıyla birlikte, bu yeni toplumkırımlar daha yoğun ve sürekli halleriyle toplumsal doğanın sonunu hazırlamaktadır. Belki insan türüne benzeyen yaratıklar var olmaya devam eder: Ama sürü kitle, faşizm kitlesi olarak. Soykırımlardan daha ağır olan toplumkırımın bilançosu tüm toplumun ahlaki ve politik niteliğini yitirmesinde kendini gösterir. En ağır toplumsal ve ekolojik felaketlerde bile sorumluluk duymayan insan yığınları bu gerçeği kanıtlar. Bunalım ve kriz ötesi bir durumun yaşandığı inkâr edilemez.

Yerel savaşlardan dünya savaşlarına, kabile savaşlarından ulusal savaşlara, sınıf savaşlarından din savaşlarına kadar savaşların hepsi iktidarın çoğaltımı ve kümülâtif büyümesiyle sonuçlanmıştır. İktidarın çoğaltımı demek, toplumsal değerler üzerinde parazit gibi yaşayan sınıfsal gelişme demektir.

EKONOMİK SÖMÜRÜ

Ekonomik sömürü ve ideolojik hegemonya tekellerinin iktidar aygıtlarıyla bütünleşmesini ifade eden ulus-devletle iktidar her şey haline gelirken toplum hiçleşti. İktidar krizi dediğimiz olayın özü budur. Kapitalist sistem bu krizin doğurucu gücüdür. Azmanlaşmış orta sınıf ve ekonomi üzerinde büyümede sınır tanımayan sermaye tekelleriyle kapitalist şebeke, ancak iktidarın ulus-devlet olarak biçimlenmesiyle varlığını sürdürebilir. Sistemin tıkanması denen olay da budur. İktidarlaşma kriz ötesi durumu ifade ediyor.

Hiçbir ahlaki ve politik kaygı taşımayan sözde modern vatandaş, söylenenin aksine, tüm dönemlerin en zayıf bireyini temsil eder. Bu bireyin toplumla bağı, üzerinde imparatorluk yetkisi uyguladığı ‘karı’sıyla sınırlıdır. Söz konusu birey firavun dönemindekiyle kıyaslanamayacak denli iktidar ve devletin otoritesi içinde erimiş kişiliksiz bir varlıktır. Daha doğrusu fiziki ve ideolojik hegemonyayla, bunların bilişim ve teknik uygulamalarıyla vatandaş sadece tekelci düzene teslim olmamış, bu düzenin kayıtsız şartsız gönüllü bir faşist üyesi haline gelmiştir. Kişilik krizi dediğim olay budur. Toplumsal doğa bu tür kişiliklerden oluşamaz. Çünkü esas dokusu ahlaki ve politik niteliktedir. Bu nitelikleri ise mumla arasanız bu kişilikte bulamazsınız. Devletler bu kişiliklerle yürüyebilirler. Ama hiçbir toplum bu kişilikle sürdürülemez. Daha doğrusu, bu kişilik toplumun yadsınmasını ifade eder.

Devlet de toplumsuz olamayacağına göre, bir kez daha devlet ve toplumun iç içe kriz yaşadığı bir durumla karşı karşıyayız. Kapitalist bireyciliğin vardığı kişiliksiz kişilik durumu hem toplumun hem de devletin yaşadığı krizin izdüşümünden başka bir şey değildir. Açık ki, toplum ve birey bu hale düşürülmeden ne sermaye ne de iktidar tekelleri ve birleşik devlet formu olan ulus-devlet yönetimi mümkün olabilir. Toplumsal kriz yapısal krizin ötesinde bir durumu ifade ediyor. Bir yapının yerine yenisi inşa edilebilir. Toplum olmanın temel niteliklerinin yitirilişi ise, yeniden yapılanmayla kolayca aşılacak bir durum değildir. Ahlaki ve politik toplumun yeniden inşasını gerektirir. Zorluk buradadır.

SERMAYE TEKELİ KENTİ, KENT DE KIRI YUTMUŞTUR

Kentlerin sayısal büyümelerinin altındaki mantık kapitalist olmayan toplumun sömürgeleştirilmesi, iktidarın çoğaltımı ve orta sınıfın yönetici konumuna yükselmesidir. Her üç gelişme de ahlaki ve politik toplumun tasfiyesiyle gerçekleşir. Bunlar sadece köy-tarım toplumunu ve göçmen toplumları tasfiye etmez; kentin olumlu işlev sahibi geleneksel kesimleri olan sanatkârlar, zanaatkârlar, aydınlar ve diğer emekçileri de hem maddi hem de manevi kültür olarak tasfiye sürecine sokar. Şehir toplumundan şehir kitlesine geçiş yaşanır. Kırsal alan ise varoşlara taşınarak, daha çok kontrol altına alınmış bir sömürge konumu kazanır. Devlet ve sermaye tekeli kenti, kent de kırı yutmuştur. Toplum olmayan toplum ise çevreyi yutmuştur. Kenti taşıyacak ne kırsal toplum, ne çevre, ne de geleneksel kent emekçi ve aydınları kaldığına göre, ortaya çıkan durum bir kez daha kriz ötesi durumdur.

Sadece çevre felaketleri değil, gerçek bir toplumkırım bu kent kanserleşmesiyle birebir ilişkilidir. Değil bir bölge, bir ülkenin bile taşıyamayacağı çok sayıda kentle dünyanın ekolojik dengesinin ölümcül darbeler aldığı bilimlerin ulaştığı ortak bir tespittir. Topluma dayatılan tasfiyeciliğin göstergeleri ise ur gibi büyüyen yönetici orta sınıfın yıktığı ahlaki ve politik toplum dokularıdır, çoğalmış işsiz kitledir, sorumsuz vatandaş kalabalığıdır.

KAPİTALİZM, EKONOMİ KARŞITI TEKELDİR

Ekonomi karşıtı tekellerin gittikçe büyüyen hegemonik gücü, ekonomik kaynakları kâr-sermaye birikimine tabi kılarak, toplumu temel ihtiyaçlarını giderme konumundan uzaklaştırmıştır. Sanılanın aksine, kapitalizmin en üretken ekonomik sistem değil, ekonomi karşıtı tekel olduğu sistemik bunalımlarla kanıtlanmaktadır. Ekonomi-politiğin tüm aksi tezlerine rağmen, kapitalist tekel şebekeleri hiçbir dönemle kıyaslanamayacak ölçülerde ekonomiyi temel insan ihtiyaçlarını karşılayan bir üretim sisteminden sürekli kâr-sermaye birikimini sağlayan bir sisteme dönüştürmüştür. Bilim ve teknikteki gelişmeler temel insan ihtiyaçlarını rahatlıkla karşılayabilecek ölçektedir. Doğru bir ekonomi yönetimi bilim ve tekniği kullanarak bu ihtiyaçları karşılayabilir. Kâr ve sermaye birikimi tehlikeye gireceğinden, tekeller böyle bir ekonomik gelişmeye imkân tanımazlar. Bu durumda ekonomi karşıtlığı zorunluluk kazanır.

 TEKEL KARI, KAÇINILMAZ OLARAK İŞSİZLİK, YOKSULLUK, AÇLIK VE SAVAŞLARA YOL AÇAR

Sistemik ve yapısal bunalımı bu gerçeklikte aramalıyız. Tarihte örneği görülmeyen yoğun işsizlik (Tarihte işsiz köle ve serflerden nadiren bahsedilir), yoksulluk ve açlık başta olmak üzere üretim eksikliği veya fazlalığıyla kendini sürekli yansıtan (şiddetleri az veya çok olmak üzere) bunalım ve krizleri hafifletmek için, geleneksel çözüm araçları olan savaş ve çatışmalar daha da yoğunlaştırılıp uzun süreli kılınarak bir nevi kriz yönetimi oluşturulur. Ekonomi karşıtlığı kriz yönetimine mecbur bırakır. Başka türlü yönetim olunmaz. Ulus-devlet yönetiminin anormal bir kriz yönetimi olduğunu iyi anlamak gerekir. Toplumun toplum olmaktan çıkarılıp bir sürü-faşist kitleye dönüştürülmesi sadece Hitler’e özgü bir yöntem değildir; ulus-devletin militarist karakteriyle bağlantılıdır. Başka türlü tekelci düzen sürdürülemeyeceğinden, iktidarın tüm toplumu azami kuşatan ve gözeneklerine kadar sızan formu olarak ulus-devlet yönetimi kriz yönetimi olmak zorundadır. Ulus yaratma tali amacıdır. Milliyetçilik ise diğer ideolojik unsurlarla birlikte bu yönetim tarzının olmazsa olmazıdır.

Kapitalist tekellere ilişkin ticari, sınai ve finansal bunalımları ayırt etmek başvurulan bir çözümleme tarzıdır. Ayrıca abartılan bunalım-refah evreleri sistemin özünü yansıtmaktan uzaktır. Ne merkez-çevre, ne hegemonya-rekabet, ne de bunalım-refah döngüleri sistemin özünü yansıtır. Şüphesiz tüm bu gerçekliklerin bunalımda payı vardır. Özellikle finans tekellerinin hegemonik evresinin krizin en çok yansıdığı dönemi ifade ettiği doğru bir tespittir. Fakat sistemin ekonomi karşıtlığı kavranmadan tüm bu gerçekliklerin fazla anlam taşımayacağını bilerek çözümlemeler geliştirmek büyük önem taşır.

Toplumsal krizle (daha doğrusu toplumkırımla) ekolojik kriz arasında çok sıkı bir bağ vardır. Her iki alandaki krizler birbirlerini sürekli besler. Tekel kârı kaçınılmaz olarak nüfus artışı, işsizlik, açlık ve yoksulluğa yol açarken, çoğalan bu nüfus yaşadığı işsizlik, yoksulluk ve açlığı gidermek için çevreyi tahribe yönelmek zorunda kalır. Ormanlar, bitkiler, hayvanlar dünyası büyük tehlike altına girer.

Şüphesiz bu durum tekellere daha fazla kâr olarak geri döner. Döngü devam ettikçe (örneğin nüfus on milyarı buldukça ve daha da çok büyüdükçe) dünyanın kaldırma dengesi tamamen çözülür. Beklenen kıyamet böyle gerçekleşir. Büyümenin sağlıklı biçimi ile kanserli biçimi hücre düzeyinde nasıl şaşırarak kansere, ölüme yol açarsa, benzer tarzda tekel kârı büyümeleri de toplumsal doğanın her düzeyinde sağlıklı büyümeyi engelleyerek, toplumsal ve çevresel kanser tarzı gelişmeyi tetiklemiş olur. Kaldı ki, insan türünde biyolojik kanser hastalıklarının da bu toplumsal kanserlerin bir sonucu olarak geliştiği tıbben izah edilebilmektedir. İnsan türü gibi esnek zekâ düzeyi en yüksek doğa olan bir varoluşun özgürlük ve seçim kabiliyeti herhalde bir karıncanınkinden daha az değildir. Karıncaların işsiz kaldığı görülmüş müdür ki, insanlar mevcut zekâ halleriyle işsiz kalsınlar? Kâr kanununun gözetilmemesi halinde, yalnızca ekolojik alandaki düzenlemeler bile tek başına tüm işsizliği ortadan kaldırabilecek istihdam olanaklarını ortaya çıkarabilir. Ekolojik amaçlı istihdamlar bir yandan çevreyi kurtarırken, diğer yandan işsizliğe de temelli son verebilir. Böylesi yüzlerce saha bulmak mümkündür. Fakat azami kâr kanununa göre kârlı olmadıklarından istihdamdan yoksun kılınırlar. Ekolojik kılma ile sistem arasındaki ilişki krizli ve sürdürülemez niteliktedir.

 

Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’ın ‘DEMOKRATİK UYGARLIK MANİFESTOSU’ serisinin ‘ORTADOĞU’DA UYGARLIK KRİZİ ve DEMOKRATİK UYGARLIK ÇÖZÜMÜ’ adlı kitabından derlenmiştir.