Şerik, Körfez'deki gerilimi değerlendirdi: Abluka var!

PKK Merkez Komite Üyesi Cemal Şerik, Ortadoğu'daki toplumsal sorunları çözebilecek temel argümanların Demokratik Özerk Konfederal Sistem olduğunu söyledi.

PKK Merkez Komite Üyesi Cemal Şerik, Ortadoğu’da derinleşen uygarlık krizi, 3. dünya savaşı, Rojava devrimi ve olası çözüm modellerine ilişkin ANF'nin sorularını yanıtladı.

Ankara’nın Tuzluçayır ilçesinde Türk bir ailede doğup büyüyen Cemal Şerik, Türklerin kurtuluşunun Kürtlerin kurtuluşundan geçtiğine inanıyor. Genç yaşta Kürt Özgürlük Hareketi ile tanışan Şerik, talihsiz bir esaretin ardından uzun yıllar Türkiye cezaevlerinde kalır. Hükmünün bitmesinin ardından Şerik, tekrar yönünü Kürdistan dağlarına, sıcak mücadele alanlarına çevirir.

PKK Merkez Komite Üyesi olan Şerik ANF'ye verdiği röportajın 1. bölümünde Ortadoğu’da derinleşen uygarlık krizi ve 3. Dünya Savaşı'na ilişkin sorularımızı yanıtladı.

ABD, İran’da savaşa mı hazırlanıyor, İran’da askeri müdahaleye doğru mu gidiyoruz, sizce Suriye girdabındaki Amerika ve İran savaşır mı?

Reel Sosyalizmin çözülmesinden sonraki süreçte Ortadoğu’da yeni bir dönem başlamıştı. 1. Körfez Savaşı aslında Ortadoğu’da başlayan sürecin en önemli adımlarından birini oluşturdu. ABD’nin 1. Körfez Savaşı’yla ne yapmak istediği anlaşılıyordu. Reel Sosyalizm çözülmüştü, Reel Sosyalizm’in çözülmesi Ortadoğu’da bir boşluk oluşturmuştu. Sovyetler Birliği toprakları üzerinde oluşan Rusya’da oluşan boşluğu doldurabilecek güçte değildi.

Çin’in Ortadoğu’ya yönelik güçlü açılımlar gerçekleştirmeye hazırlıklı olmama durumu da söz konusuydu. Tabi doğan boşluğu da ABD doldurmak için yola çıktı. ABD Ortadoğu’daki boşluğu doldurmak için Ortadoğu’ya müdahaleyi kendisine hak gördü. Çünkü Reel Sosyalizm karşısında ABD vardı, her alanda ikisi arasında rekabet yaşanıyordu. Bu rekabette Sovyetler Birliği kaybetti, kazanan ABD oldu.

Kazanma yaklaşımı da doğalında Sovyetler Birliği’nin yarattığı boşluğu doldurmaya dönük oldu. Tabi bunu elini ve kolunu sallayarak yapması mümkün değildi. Gerekçe yaratması gerekiyordu. Yaratılan gerekçenin başında da Irak’ın Kuveyt’i işgali geldi. ABD onay verdi, ABD önünü açtı, ABD destek verdi Saddam’a o da Kuveyt’e girdi. Ama bu ABD’nin Ortadoğu’ya müdahalesi için bir gerekçeydi. Bir de bu gerekçeyi çok iyi değerlendirdi. 1. Körfez Savaşı böyle başladı.

ABD IRAK'LA 70'LERDEN SONRA İLİŞKİYE GİREBİLDİ

1. Körfez Savaşı’nın başlaması daha sonra ki süreçte Ortadoğu’da ne olabileceğine dair verilerde sundu. Bu verinin başında da gelen ABD’nin Ortadoğu’ya girmesi, Ortadoğu’yu kontrol altına alması için önünde gördüğü engelleri aşması gerekiyordu. Bu engellerin başında Rusya vardı, Sovyetler Birliği vardı, o devre dışı bırakılınca bölgedeki devletler bu engeller arasında yerini aldı. Çünkü bölgedeki devletler 1. Dünya Savaşı sonrası şekillenen ulus devletler, kendilerinden önceki İran ve Türkiye örneğinde de olduğu gibi imparatorlukların mirasını taşıyor olsalar da, Irak, Suriye, Ürdün, Lübnan ve Yemen’e kadar Ortadoğu’da geniş bir coğrafyada Araplar yaşıyordu ama bir devletleri yoktu.

Bu devletler daha çok 1. Dünya Savaşı sonrasında oluşturulan devletlerdi. Bu devletlerin oluşumunda da İngiltere başrol oynadı, Fransa’da bölgedeki ulus devletlerin oluşumunda önemli bir rol oynadı. ABD’nin bu devletlerin oluşumunda o kadar belirleyici bir rolü yoktu. Zaten 1. Dünya Savaşı’nın galipleri de İngiltere ve Fransa’ydı. İtalya bunlara daha sonra dahil oldu, ABD daha sonra dahil oldu. İngiltere ve Fransa arasında ise asıl galip İngiltere’ydi. 1. Dünya Savaşı sonrasında Ortadoğu’nun şekillenmesinde bu güçler belirleyici bir oynadı.

2. Dünya Savaşı’ndan sonra artık ABD kapitalizmin jandarmalığını üstlendi, fakat İngiltere’nin, Fransa’nın Ortadoğu’daki rolü ortadan kalkmadı. ABD Irak’la 70’lerden sonra ilişkiye girebildi. ABD’nin Suriye ile o kadar yakın ilişkileri gelişmedi. Rusya, Sovyetler Birliği kadar ekonomik, ticari, siyasal, kültürel ilişkiler geliştiremedi. Tek yakın ilişkisi İsrail ve Türkiye’ydi, yakın ilişkisi bunlardı. Ortadoğu’nun derinliklerinde ABD o kadar yoktu.

EL KAİDE'NİN OLUŞUMUNDA CIA'NIN ROLÜ VAR

2. Dünya Savaşı’ndan sonra da ABD’nin rolü bundan farklı olmadı. Reel Sosyalizm’in çözülmesi ile birlikte ABD’nin yapmış olduğu müdahaleler, Irak’la başladı. Ortadoğu’daki fiili varlığını, askeri varlığını, etkisini artırmaya dönük ilk adım oldu bu. Adımın bununla kalmayacağı biliniyordu. Irak’a körfezde müdahale etmiş ama Irak’la savaşı bir yere kadar getirmiş, savaşın tamamlanmasını daha sonraki sürece bırakmıştı. Bu Irak’taki savaşın daha sonra da devam edeceğinin önemli bir göstergesiydi. ABD 36. paraleli kontrolü altına almış, buraları Irak’a yasaklamış, orada kendi fiili varlığını sürdürüyor ama Irak’ın bütünü söz konusu olduğunda öylesi bir hakimiyeti yoktu.

Saddam rejimi hala iktidardaydı, böylesi bir durum vardı. Bu nedenle de ABD’nin Saddam’la yürütülen savaşı tamamlamak için fiili müdahalenin devam edeceği o dönemde anlaşılan bir gerçeklikti. Fakat bunun Irak’la da kalmayacağı çok açıktı. Sırada kimler kalıyordu o dönemde Suriye, Libya ve İran kalıyordu. Mısır’la zaten Mübarek döneminde sıkı bir ilişkisi vardı. O ilişkilerle beraber Mısır ile İsrail arasında da yakın ilişkiler vardı. Türkiye en önemli üs, özel valilik konumundaydı. ABD’nin önünde kalan engeller bunlardı. Yani Suriye, Libya ve İran’dı. Zaten Irak’a müdahale gerçekleşmiş ve devam ediyordu.

Bunun içinde sürekli ABD’nin Ortadoğu’ya müdahalesini canlı tutacak gerekçelerin yaratılması gerekiyordu. İşte çeşitli provokasyon örgütleri diye adlandırdığımız örgütlerde müdahalesine gerekçe sunacak şekilde örgütleniyordu. Diğer taraftan da daha kalıcı gerekçeleri gündeme getirmekten geri kalmadı. 11 Eylül saldırıları böylesi bir süreçte yaşandı. Saldırıyı El Kaide üstlendi ama El Kaide’nin nasıl oluştuğu biliniyor. El Kaide’nin oluşumunda CIA’nın rolü var. Ardından ABD Afganistan’a müdahaleyi gündeme getirdi. Ardından 2. Körfez Savaşı ve akabinde Saddam’ın yıkılması gerçekleşti. Kimyasal silahlar vb. gerekçeler yaratılarak müdahale gerçekleştirildi.

2011 YILINDA ARAP BAHARI BAŞLADI

Neden ABD 91 yılının başında değil de 2003’te Saddam’ı yıktı? Gerekli hazırlıkları ancak o şekilde tamamlayabilmişti. Eğer 91’de Saddam yıkılsaydı, Saddam’ın bırakacağı boşluğu dolduramazdı. Irak parça parça bölgelere ayrılırdı. Farklı farklı yönetimler oluşurdu. Bu durum ABD’nin işini çok daha fazla zorlaştırırdı. Amacı merkezi yönetimi ele geçirmekti, zaten Başûrê Kurdistan’da belirli bir etkinliği vardı. Bundan dolayı 2003 yılını bekledi. Gerekçeleri ona göre oluşturdu. Oluşturduğu psikolojik ortamı askeri hazırlıklarla da birleştirince bilinen 2003 müdahalesi gerçekleştirildi.

Ardından 2010 yılı sonrası daha önce hedefinde olan ülkelere dönük askeri harekatlara başladı. Bu askeri operasyonları başlatmak içinde kendisine bir meşrutiyet yaratması gerekiyordu. Zaten Libya, Suriye ve İran üzerine yeteri kadar anti-propaganda yapmıştı. Anti-propaganda ile uygun zemin oluştuktan sonra fiili müdahale için gerekli hazırlıkların içerisine girildi. Onun içinde o anı yakalamaları gerekiyordu. O anda Arap Baharı olarak adlandırdığımız 2011’de Tunus’ta başlayan, Mısır’a giden Arap dünyasını hareketlendiren demokratik talepli, demokratik içeriği de olan kitlesel eylemler yaşanmaya başlandı.

Zeynel Abidin Bin Ali’nin Tunus’ta yıkılması böylesi bir sürecin sonucuydu. Mısır’da, Kahire’de Tahrir Meydanı’nda geçler çadırlar açtılar, bu Mübarek yönetiminin devrilmesine neden oldu. Her ne kadar toplumsal muhalefet Mübarek’i yıktıysa da, her ne kadar gerçeklik bu olsa da arkasından İhvan destekli Mursi iktidara gelmiş olsa da Mübarek’i yıkan halkın kendisi oldu. Fakat Libya, Mısır ve Tunus gibi olmadı. Libya’da bizzat küresel güçlerin, ABD’nin, CIA’nın ve Türkiye’nin de olduğu provokatif girişimler sorunların yaşanmasına vesile oldu.

KADDAFİ'NİN YIKILMASINDAN SONRA LİBYA'DA BİR ŞEY DÜZELMEDİ

Silahlandırılan güçlerin Kaddafi yönetimine karşı bir saldırı başlatmaları sonucunda küresel sermaye güçlerinin de desteğiyle Kaddafi katledildi. Kaddafi’nin yıkılmasından sonra Libya’da bir şey düzelmedi. Hala çatışmalar devam ediyor, belirsizlikler varlığını sürdürüyor. Kaddafi yıkıldıktan sonra Suriye’ye de benzer bir müdahale yapıldı. Suriye’de 1970’ten beri sorunlar vardı. Rejimin karakteri sorunların temel nedeniydi. Çünkü kitlesel olarak Suriye devlet sınırları içerisinde çoğunluğu temsil etmiyordu. Mezhepsel çoğunluğu oluşturan Sunni kesimdi ve bunlarda örgütlüydü.

Daha önce İhvan-i Müslimin örgütlüydü, yapmış oldukları ayaklanmalar Hafız Esad rejimi tarafından bastırılmıştı. Müslüman Kardeşler büyük darbeler yemiş, liderleri Türkiye’ye gelmişti. Türkiye onlara imkan sunmuş, örgütlenme faaliyetlerine destek olmuştu. Fakat güçleri bastırılmalardan sonra düşmüştü. Onları işte Türk devleti, özellikle Erdoğan rejimi MİT kontrolünde harekete geçirdi. Hareket başlayınca o zamana kadar Esad rejimine muhalif olan kesimlerde o sürece dahil oldular.

Onları Özgür Suriye Ordusu adıyla örgütlemek istediler ama tutmadı. Esad rejimi direndi, Rusya Libya’da olduğu gibi yaklaşmadı. İran’da Libya’da olduğu gibi yaklaşmadı. Rusya’nın Kaddafi yönetimiyle yakın ilişkileri vardı ama ona rağmen Kaddafi’yi yalnız bıraktı. İran da yalnız bıraktı. Suriye’de bunu yapmadılar. Bu destek Esad rejiminin ayakta kalmasına imkan sundu. Böylece savaş günümüze kadar devam etti ve savaş içerisinde dengeler değişmeye başladı.

TÜRK DEVLETİ QAMIŞLO'DAN HALEP'E KADAR BÖLGEYİ KONTROL ALTINA ALMAK İSTİYORDU

Suriye’de dengelerin değişmeye başlamasında Rojava Kurdistanı’nda ki direniş öncü rol oynadı. Çünkü hem El Nusra’nın hem de daha sonra DAİŞ’in amacı Rojava’da kontrol sağlamaktı. Zaten Kuzeydoğu’da bir kontrol sağlamışlardı. Böylece amaçlanan sıkışan Esad rejimini yerle bir etmek, yıkmaktı. Onun yerine de kendi iktidarlarını oluşturmaktı. Rojava’daki direniş bunun önüne geçti. Sadece El Nusra ve DAİŞ gibi çete örgütlerin amaçlarına ulaşmasını da engellemedi, bu güçleri harekete geçiren, destekleyen asıl güç olan Türk devletinin planlarını da boşa çıkardı.

Suriye’de çatışmalar başlayınca Türk devleti, küresel sermaye güçlerinden çok daha erken harekete geçti. Erken gidersem pastadan büyük bir pay alırım mantığıyla hareket etti. İlk çatışmalar başladığından itibaren Türk devletinin o çatışmalarda fiili olarak varlığı söz konusu oldu. Hem askeri olarak, hem istihbari olarak, hem de çatışan güçlerin askeri teçhizat, lojistik ve eğitimi açısından da sürece dahil oldu. Türk devletinin amacı belliydi, Qamişlo’dan, Halep’e kadar olan bölgeyi kendi kontrolü altına almak istiyordu.

Çatışmalar başlayınca o dönem verilen rakamlar var 1500 tane fabrika yerinden sökülerek Antep’e getiriliyor. Yapılan talanın payı TC’ye kalıyor. Sadece bununla da kalınmıyor oraları yerleşme, üstlenme merkezi yapmak, Kuzey Kıbrıs gibi kendi kontrolü altına almak istiyordu. Bir taraftan TC bunu yaparken, Derik tarafında da KDP’nin doğan boşluğu doldurma girişimi vardı. TC ve KDP bu planın uygulanmasında ittifak halindeydiler. Rojava’da ki direniş Rojava Devrimi tüm bu hesapları boşa çıkardı.

GÜNEY KÜRDİSTAN'DA İŞBİRLİKÇİLİK HAKİM

Böylelikle Suriye’de küresel sermaye güçleri, ABD istediği sonucu elde etmiş değil. Ama taleplerinden, istemlerinden vazgeçmişte değil. Ortadoğu’ya hakim hale gelmek istiyor. Hakim hale gelmek için de izlediği politikalar var. Örneğin Rojava Devrimi’ne karşı izlediği politika budur. Rojava Devrimi’ni içten çözmek istiyor. Rojava Devrimi’nin radikal karakterini, devrimci yönünü reformize etmek istiyor. Yumuşatarak, içten çözülmeye doğru yönlendirerek orada kendi kontrölünü sağlamak istiyor. Başûrê Kurdistan’a yönelikte benzer yaklaşımı var ama zaten Başûrê Kurdistan’da işbirlikçilik hakim. O işbirlikçi yapıyla da oluşturduğu ilişkileri devam ettiriyor. Güç veriyor, destekliyor, Ortadoğu politikasına Başûrê Kurdistan Bölgesel Yönetimi’ni dayanak yapmak istiyor.

Böylelikle Kürtler üzerinde bir etkinlik sağlama yaklaşımı var. Gelinen aşamada Suriye savaşı daha ileri bir aşamaya gidebilir mi? Bu tartışmalı. ABD ile Rusya arasında istedikleri gibi bir anlaşma veyahut uzlaşma sağlanabilse Suriye savaşı son bulabilir. Fakat aralarındaki uzlaşma sağlanabilmiş değil. Karşı karşıya gelmiyorlar farklı güçler üzerinden sorunlarını halletmeye çalışıyorlar. Bu şekilde kendi pozisyonlarını koruyorlar. Bu durumun bir süre daha devam edeceğine benziyor. Cenevre görüşmeleri var, hangi sonuca evrileceği belli değil. Cenevre karşısında Rusya, Türkiye, İran ve Suriye’nin Astana adı altında Soçi’de yapmış oldukları görüşmeler vardı, iflas etti, çöktü.

Şuan da onlarda Cenevre üzerinden sorunları çözmeye, sürece müdahil olmaya çalışıyorlar. Fakat bu nasıl sonuçlanacak? DAİŞ devredeydi daha önce DAİŞ’in Suriye’de toprak hakimiyeti son buldu. Tabi DAİŞ bitmedi çöllük alanlarda hala varlığını sürdürüyor. Kontrol ettikleri, merkez olarak kullandıkları yerlerde hücre örgütlenmeleri varlığını devam ettiriyor. Bu açıdan DAİŞ’in toprak hakimiyeti bitti ama tehlike olmaktan çıkmadı. Rakka operasyonu ardından ABD Rojava ile ilişkilerini sınırlandırmaya, müttefik pozisyonuna son vermeye ve Türkiye ile doğan boşluğu doldurmaya yeniden Türkiye ile ilişkilerini geliştirmeye çalıştı. Trump o süreçte askerlerimizi çekeceğiz çıkışında bulundu. Tabi buda olmadı istenilen ilişkiler geliştirilemedi.

TÜRKİYE'NİN SURİYE'DEKİ DURUMU KRİTİK BİR AŞAMAYA GELDİ

Şimdi Suriye’de ki çatışmalar şiddetli bir şekilde devam ediyor. Türkiye’nin kontrolünde olan çeteler var. Aslında Türkiye’nin kontrolündeki çeteler demek hafif kalır. Çünkü Erdoğan onlara Kuva-i Milliye dedi. TC devletinin Kuva-i Milliye’sidir onlar dedi. Nitekim Türk devletinin kendisi de bir çete örgütlenmesidir o ayrı bir olay. Ama o güçler Türk devletinin Suriye’deki uzantılarıdır, bir devamıdır. Onların toprak bütünlüğünün olduğu yerlere Ankara’dan vali, kaymakam atanmıştır. Türkiye’deki kentler, kasabalar nasıl yönetiliyorsa oraları da öyle yönetmeye başlamışlardır.

Böylece Erdoğan’ın tabiriyle Kuva-i Milliye’dir onlar. Bunlarla Suriye rejimi arasında devam eden çatışmalar var. Rusya’nın Suriye rejimi yanında o çatışmalara dahil olma durumu var. Yine Suriye’de İran’ın desteklediği, bizzat yönlendirdiği güçler var. Bunlar Türk devleti ile orada karşı karşıyadırlar. Bu çatışmalar bir noktaya doğru gidiyor. Türk devleti Soçi’de İran’a, Rusya’ya sözler verdi ama verdiği sözleri tutmadı. Tam tersi toprak hakimiyetini daha da geliştirmeye çalıştı. Böylece Türk devletinin Rusya ve İran karşısındaki pozisyonu da tartışmalı bir hale geldi. Yine S400 meselesi Türkiye ile ABD arasında sorun yaratıyor. Buna karşın ABD’nin Türkiye’yi F35 ortaklığından çıkarmaya dönük atmış olduğu adımlar var. Bu durum Türkiye’nin Suriye savaşındaki konumunu kritik bir aşamaya getirdi.

Türk devleti denge siyaseti yürütüyor, dengeleri kullanarak, böylece kendisini güç haline getirmek istiyor. Şimdi böyle bir söz var filler savaşır, çimenler ezilir diye. Türk devletinin çimler pozisyonuna gelme olasılığı çok fazla. Suriye’de böyle bir tablo var. ABD İran’ı da zorluyor sıkıştırıyor. Ekonomik ambargo devam ediyor bunu giderek siyasal ambargoya dönüştürme eğilimleri var. Bu ABD’nin Ortadoğu hakimiyetinde aslında en son kalıcı darbeyi vurma hazırlıkları içerisinde olduğunu gösteriyor. Fakat bu darbeyi nasıl vuracak bunun çeşitli yolları var. Askeri müdahale de bir çözümdür. Abluka, kuşatma, toplumsal anlamda, diplomatik anlamda yapacağı ataklar da bir çözümdür.

İRAN DENGE OLUŞTURARAK VARLIĞINI SÜRDÜRDÜ

ABD kendisini her iki çözüm metoduna da açık tutuyor. Çünkü ABD Suriye’de, Libya’da olduğu gibi doğrudan destekleyebileceği rejim karşıtı savaşan güçler olgusunu daha ortaya çıkaramadı. Böyle bir durum yok İran’da. Zaman zaman dışarıdan teşvikle bazı sorunları kaşıyarak belli toplumsal hareketlerin harekete geçmesini istedi. Yoğun anti-propaganda yaptı, basın yayın üzerinden. Lakin istediği amaca ulaşamadı. İran rejiminin politik yaklaşımları da yaşanan toplumsal hareketlerin karşı bir ayaklanmaya dönüşmesini engelledi. Kısa sürede etkisiz bir hale getirildi. İran rejimi bu konuda politik yaklaştı. Bu da ABD'de o tür beklentilerin oluşmasının önüne geçti.

ABD bazı güçleri değerlendirmek istedi. Kurdistani bazı grupları değerlendirmek istedi. Yine İran homojen bir devlet değil ki, Belluci, Arap, Kürt, Azeri, Türkmen binbir çeşit halkın yaşadığı bir ülke. Saymış olduğumuz kimlikler İran’da nüfus yoğunluklarının olduğu bölgelerde yaşıyorlar. Ona rağmen İran bir dengeyi oluşturarak kendi varlığını sürdürüyor. ABD’nin bunu kullanma yaklaşımlar da var. Hem Fars halkı içerisinden toplumsal muhalefetle rejimi sıkıştırmak, hem de bu saymış olduğumuz toplumlar üzerinden belli bir hareketlenme yaratarak rejimi zorlamaya çalışıyor. Bunda başarılı olabilirler mi? Şuana kadar olamadılar. Ablukayı geliştirdiler, bunu siyasi ablukaya dönüştürüyorlar. Bunlara dayalı sonuç elde etmek istiyor şuan yapmış olduğu bu. Her ne kadar ara ara Trump tehditlere varan söylemler kullansa da, Körfez’de savaş gemileri boy gösterse de şu anda asıl ABD politikasını oluşturan bu.

Direkt savaşla, askeri müdahale ile bir sonuç almaktan çok hem Fars halkını, hem diğer halkları harekete geçirerek, Irak’la etrafını sararak, hem de ekonomik siyasi abluka ile İran rejimine geri adım attırmak istiyor. Yakın bir zaman da ABD ile İran askeri bir çatışmaya girerler mi, İran’da böyle bir durum gelişir mi olasılığı uzun vadede olabilir ama şuan da pek ihtimal kapsamında değerlendirmek mümkün değil. Tabi savaşan bir güç, İran’a saldırtacak bir devlet bulabilirse arkasında askeri, siyasal, diplomatik tüm desteklerini sunarak İran rejimini zorlayabilir. Fakat şuan Ortadoğu’da daha önce Irak’ta olduğu gibi İran’a karşı kullanılacak bir devlet söz konusu değil. Zaman zaman Suudi Arabistan’ın veyahut İsrail’in tehditleri oluyor ama onlar bir kara savaşına, bir cephe savaşına güç olma durumunda değiller.

Körfez’de Suudi Arabistan'a, Birleşik Arap Emirlikleri'ne (BAE) bağlı petrol pompalama istasyonlarına ve kargo gemilerine saldırılar düzenleniyor. Yaşanılanlardan İran sorumlu tutuluyor. Büyük Ortadoğu Şii-Sünni savaşının, 3. Dünya Savaşının eşiğinde miyiz?

Şimdi İran’ın tarihsel bir politikası var. Savaşı kendi sınırları dışında karşılama stratejisi var. Direkt kendi toprakları üzerinde bir savaşa, bir çatışmaya girmiyor. Ama üçüncü güçler üzerinden çelişkisi olan, sorunu olan ülkelerle de mücadelesini sürdürüyor. Lübnan’a kadar olan coğrafyayı zaten İran kendi sınırları içerisinde görüyor. Kendi sınırları içerisine girmeyecek şekilde kendi sınırları dışındaki bölgelerde savaşacak güçlerde oluşturmuş. Lübnan’da Hizbullah devrededir, Suriye’de farklı güçler devrededir. Irak’ta Haşdi Şabi devrede, her ne kadar rejim sahiplense de İran’la bu gücün doğrudan bir bağı var.

ABD karşıtı olan ABD'ye karşı mücadele eden yönetimlerle ilişkili olan topluluklar da var. Örneğin Yemen’de ki Husiler, Alevi, Şia’dırlar ayaklanmış, mücadeleleri halen devam etmektedir. İran elbette bunlarla da bağlantı halindedir. Bundan ötürü doğal olarak kendisine yönelik bir saldırı geldiği zaman buralarda ABD karşıtı olabilecek yada Suudi Arabistan ve İsrail karşıtı olabilecek bazı hareketleri destekleyebilir. Ama yapılan patlamalarda kimin rolü var bilemeyiz. Çünkü farklı provokasyonlar olabilir.

İran rejimi sahip çıkmıyor. Suudi Arabistan’ın ki tabiki iddiadır. Suudi Arabistan ile İran arasında çelişkiler var. İran’ı uluslararası alanda zora sokmak için, İran’a yönelik devam eden ablukayı daha da derinleştirmek için farklı güçlerin bir provokasyonu da olabilir. Belirttiğimiz çelişki ve çatışmalar içerisinde birçok gücün gerçekleştirebileceği eylemler olarak değerlendirebiliriz. Çünkü yapılan eylem içerisinde birçok kesimin işine gelebilecek ifadeler var. Sadece İran’ın işine gelse deriz İran yapmış. Ama ABD’nin, Suudi Arabistan’ın, İsrail’in işine gelen yönleri de var. Bu tür şeyler devamla da olabilir.

Sudan ve Cezayir’de El Beşir ve Buteflika gibi diktatörler toplumsal direniş karşısında yenildi ama direniş bitmedi yayılarak devam ediyor, neden?

Arap Baharı başladığı zaman onun sadece iki ülkeyle sınırlı kalması mümkün değildi. Ortadoğu’nun bütününe, Doğu ve Orta Afrika’ya yayılması özelliklerini de içerisinde taşıyordu. Böylesi bir potansiyeli de vardı. Zaten çeşitli Ortadoğu, Arap ve İslam ülkelerinde belirli gelişmeler, kıpırdanışlar yaşandı. Tabi ABD ne yaptı bunu kendisi için bir fırsata dönüştürmek istedi. Büyük Ortadoğu Projesi, yeni adı Geliştirilmiş Ortadoğu Projesi’ni uygulamak için bir fırsata dönüştürmek istedi. İşte Libya ve Suriye’de yaşananlar gündeme geldi. Onun ötesine geçemedi.

Mevcut pozisyonda zaten ötesine geçmesine imkan tanımıyor. Sudan ve Cezayir’in durumu daha da farklı. Ömer Beşir’in otuz yılı aşkın bir iktidar olma gerçeği var. En yakın arkadaşı da Türkiye’de AKP rejiminin başı Erdoğan. Faşist bir diktatör, zalim bir diktatör. Zeynel Abidin Bin Ali’den hiçbir farkı yok. Zeynel Abidin Bin Ali altınları, mücevherleri çuvallara doldurmuştu, Ömer Beşir de dolarları çuvallara doldurmuş. Nasıl Erdoğan dolarları ayakkabı kutularına yerleştirdiyse Beşir’e ayakkabı kutuları küçük gelmiş ki çuvallara doldurmuş. Her an uygulamış olduğu zalim diktatörlüğünün çökebilmesi korkusuyla hazırlık içerisinde olan bir diktatör.

Cezayir’in durumu biraz daha farklı. 80’li yıllarda, 90’lı yıllarda İslami harekat Cezayir’de çok güçlenmişti. 60’lı yıllarda Cezayir Fransa’nın sömürgesine karşı bağımsızlık mücadelesi verdi. İçerisinde o zaman Sovyet Rusya’nın desteklediği küçük burjuva, sol, radikal eğilimlerde vardı. Ama Müslüman bir toplumdu, Müslüman toplum özelliklerini de o süreçte korumuşlardı. Halkın anti emperyalist olması da Fransa’nın Hristiyan, Araplarında Müslüman olma faktörü o antiemperyalist duruşun dışa vurmasında önemli bir etkendi. Kendi değerlerine sahip çıkmayı Müslüman inancını korumakla ifade ediyorlardı. Bir nevi Cezayir’de İslam kimliği direnişi ifade ediyordu, Fransız sömürgeciliğine karşı.

SUDAN'DA TOPLUM DİRENİŞE GEÇTİ

Cezayir’de devrim oldu, ulusal kurtuluş başarıyla sonuçlandı. İşte Ahmet bin Bella yönetimi oluştu. Cezayir Ulusal Kurtuluş Cephesi iktidarını 90’lara kadar çatışmasız bir şekilde götürdü. Reel Sosyalizm çözüldü, Cezayir’in sorunları artmaya başladı, İslami hareketler büyük bir gelişme kat etti. Yapılan seçimlerden İslam Selamet Cephesi (FIS) büyük çoğunlukla iktidarı ele geçirdi. Fakat buna rağmen mevcut yönetimi iktidarı İslami Cepheye teslim etmedi, bastırdı. Bir süre yönetimini bu şekilde devam ettirmek istedi ve günümüze kadar da geldi. Şimdi laik bir yönetimdir.

Laik bir yönetim olması oradaki halkın inançlarını bastırması yada inançlarını reddetmesi anlamına gelmez. Yine toplumun demokratikleşme istemleri var. Bu toplumun demokratikleşme istemlerini görmesinin önünde engel teşkil etmez. Laik yapısını otokratik bir yönetim ilişkisine dönüştürmesi hem toplumun demokratikleşme talepleri karşısında kulaklarını tıkaması Buteflika yönetiminin toplumsal direnişle karşı karşıya kalmasına neden oldu. Sonuçta da istifa etmek durumunda kaldı.

Şimdi Sudan’da da toplum direnişe geçti, ayaklandı. Beşir yönetimi yıkıldı, ordu iktidarı ele geçirdi. Fakat Cezayir’de Buteflika cumhurbaşkanlığından çekildi ama onun bıraktığı boşluk doldurulamadı. Hem Sudan’da,hem Cezayir’de toplumun demokratikleşme ihtiyaçları karşılanamadı. Bu da beraberinde toplumsal dinamiklerin o demokratikleşme yönündeki eğilimlerini ayakta tuttu, canlı tuttu ve geliştiriyor. Bu durum toplumun demokratikleşme yönündeki talepleri karşılanıncaya kadar da devam eder. Zaman zaman bastırmalar olabilir ama o daha sonra çok daha güçlü bir şekilde yeniden karşılarına çıkar.

Yönetim konusunda yürütülen tartışmalar halklar açısından istenilen çözüme evrilir mi?

Hayır mümkün değil. Buteflika çekildi ama eski rejim yönetimden çekilmedi. Beşir tutuklandı ama Beşir’in oluşturmuş olduğu bir siyasi sistem var. Her ne kadar onu devirse de ordu içerisinde etkisi var. Uluslararası alanda Türkiye gibi devletlerle ilişkileri var. Türkiye gibi devletlerin oralar da çıkarları var. Örneğin Beşir yönetimi Erdoğan yönetimine orada bir ada verdi. Türkiye’den heyetler, işçiler gitti. O adayı Erdoğan ve çevresi için dizayn ettiler. Türkiye gibi devletlerin Sudan’da ki çıkarları söz konusudur. Böylesi bir koşulda toplum harekete geçti, toplum ayaklandı, ordu darbe yaptı.

Ordunun darbe yapması toplumun Beşir’den boşalan yeri doldurduğu anlamına mı geliyor? Hayır. Mısır’da da öyle olmadı mı? Gençler ayaklandı, Tahrir’de ayaklandı toplum, Mübarek’i yendi. Mursi iktidar oldu. Mursi ordu tarafından, Sisi tarafından yıkıldı. Mursi’nin iktidar olması ardından Sisi’nin iktidar olması toplumsal sorunların çözüldüğü anlamına mı geldi? Hayır. İktidar yine aynı tarzda varlığını sürdürüyor. Şimdi böyle olunca doğal olarak toplumun ayaklanmasına neden olan sorunlar çözülmemiş durumdadır. Açığa çıkan boşluğu doldurmak isteyenlerde eski aşılmış sistemle olan bağlarını koparmamış durumdadırlar.

Bir yönüyle onları temsil ediyorlar. Yapılan ayaklanmaların sistemi bir bütün olarak değiştirmesini engellemek için de toplumu belli bir aşamada barajlayabilecek kararlar alıyorlar. Onları uygulamaya koyuyorlar. Sudan’da beş sivil beş asker tartışması budur. Yarın Cezayir’de de buna benzer bir yönetim oluşturulabilir. Ama bu sorunların çözüldüğü anlamına gelmiyor. Sorunun çözülmesi nedir? Toplumun kendi öz yönetimlerini oluşturmasıdır. Toplumun kendi kendisini yönetebilmesidir. Toplumun kendi sorunlarına çözüm olabilecek düzeye kendisini getirebilmesidir.

Toplumsal örgütlenmenin buna göre biçim kazanmasıdır. Toplumu var eden temel şeyler üzerine ekonomiden, siyasete, hukuktan, kültüre, sağlığa vb. alanlarda kendi kendilerini yönetme potansiyeline ulaşmalarıdır. Bunu yaparsa ancak Cezayir’deki sorun çözülür, Sudan’da ki sorunda, Tunus’taki sorun da çözülür. Mevcut iktidarlarla karşı karşıya gelmiş tüm toplumların sorunları çözülür. Önder Apo buna işaret etti, Demokratik Modernite çözümü, Demokratik Ulus ve Demokratik Özerk Konfederal Sistem dedi. Bunlar aslında toplumların sorunlarını çözebilecek temel argümanlardır, temel önermelerdir.

Röportajın ikinci bölümü yarın…