Yaşanan olayların sonuçlarını sıralamak fazla bir anlam ifade etmez, onların nedenlerine bakabilmek ve anlamlandırabilmek gerekir. Örneğin Diyarbakır, Madin ve Van Büyükşehir belediyelerinin AKP-MHP faşizmi tarafından gasp edilmesini sadece faşizmin vahşeti ve saldırganlığı ile ifade etmek yetmez. Evet faşizm vahşidir, saldırgandır, zalimdir, haksızdır; kuşkusuz bütün bu tanımlamalar doğrudur. Dolayısıyla belediyelerin gaspı faşizmin saldırganlığı temelinde olmuştur; ancak antifaşist mücadelenin zayıf ve yetersiz olmasının da bunda önemli bir payı yok mudur? Kuşkusuz vardır ve irdelenmesi gereken en önemli husus da aslında burasıdır. O halde faşizmi lanetlemek kadar, antifaşist demokrasi mücadelesinin zayıf ve yetersiz yanları üzerinde de durmak gerekiyor.
Peki faşist gaspçılık Amed, Mêrdîn ve Wan gibi Kürdistan illerinde gerçekleştiğine göre, faşizme karşı mücadelede zayıf ve yetersiz konumda olan Kürt halkı mıdır? Kuşkusuz Kürt halkının faşist-soykırımcı zihniyet ve siyasete karşı yürüttüğü özgürlük ve demokrasi mücadelesinin de eleştirilmesi gereken önemli zayıflıkları vardır. Böyle söylemek, Kürtlerin fedai çizgisinde geliştirdikleri tarihi özgürlük mücadelesini görmemek veya inkâr etmek anlamına gelmez. Evet Kürt halkı günümüzde tüm insanlığa örneklik eden tarihi bir özgürlük ve demokrasi mücadelesi yürütmektedir. Ancak İmralı işkence ve tecrit sisteminin varlığı, Amed, Wan ve Mêrdîn Büyükşehir belediyelerinin gaspı göstermektedir ki, bu mücadelenin içinde ciddi zayıflık ve yetersizlik de yaşanmaktadır. Eğer böyle zayıf ve yetersiz yanlar olmasaydı, kuşkusuz o durumda İmralı işkence ve tecrit sistemi böyle sürmez ve söz konusu belediyeler işgal edilemezdi.
Belli ki mevcut sonuç, Kürt halkının yürüttüğü özgürlük ve demokrasi mücadelesi içinde ciddi zayıflığın ve yetersizliğin yaşandığını gösteriyor. Peki söz konusu sonucu ortaya çıkartan mücadele zayıflığı sadece Kürdistan’da mı yaşanıyor? Çok açık ki, Amed, Wan ve Mêrdîn belediyelerinin faşizm tarafından gasp edilmesine zemin sunun mücadele zayıflığı Kürdistan’dan çok Türkiye’de yaşanıyor. Kürdistan’da her ne kadar ciddi bir zayıflık ve yetersizlik içerse de, yine de mevcut haliyle faşist-soykırımcı zihniyet ve siyasete karşı tüm ezilenlere ilham ve umut veren bir özgürlük mücadelesi yaşanıyor. Belli ki bu mücadele faşist-sömürgeci diktatörlüğü yıkmaya ve özgürlüğü kazanmaya yetmiyor, yani zayıf ve yetersiz kalıyor. Bunun aksine Türkiye’de ise faşizme karşı böyle örgütlü ve etkili bir mücadele de yok. Öyleyse faşist diktatörlük buradan aldığı güçle Kürtlere saldırıyor ve söz konusu belediyeleri işgal ediyor.
O halde, Amed, Wan ve Mêrdîn belediyelerinin böyle bir faşist işgale uğramasının çok önemli bir nedeni, Türkiye’de dişe dokunur bir antifaşist mücadelenin olmaması ve demokrasi bloğunun örgütlenmemesidir. Evet Kürdistan özgürlük mücadelesinin zayıf ve yetersiz kalması da önemli bir nedendir, ancak Türkiye’de demokrasi mücadelesinin bu denli örgütsüz ve cılız olması çok daha büyük bir nedendir. O halde söz konusu belediyelerin gaspı sadece Kürdistan’daki mücadele yetersizliğine dayanmıyor, daha çok Türkiye’deki demokrasi mücadelesinin çok zayıf ve etkisiz olmasından kaynaklanıyor. Demek ki Amed, Wan ve Mêrdîn belediyelerini faşist işgalden kurtarma mücadelesi sadece bu illerin veya Kürtlerin bir sorunu olmuyor, tersine en az onlar kadar Türkiye halklarının, işçi ve emekçilerinin, kadın ve gençlerinin, aydın ve siyasetçilerinin de temel bir sorunu oluyor.
Şimdi buradan bakarak bazı hata ve yanılgıları düzeltmek gerekiyor. Örneğin Amed, Wan ve Mêrdîn Büyükşehir belediyelerini faşist işgalden kurtarma mücadelesi, “Kayyum” denen varlıkları atıp yerlerine eski belediye eşbaşkanlarını getirme mücadelesi değildir. Böyle ele alınırsa, o zaman olup bitenler son derece daraltılmış olur. En dar hedef bu olsa da, söz konusu mücadelede esas hedefin AKP-MHP faşizmini yıkmak ve aşmak olacağı açıktır. Bahçeli-Erdoğan faşist diktatörlüğünü yıkmayı hedeflemeyen bir mücadele söz konusu belediyeleri kazanma hedefinde başarılı olamayacağı gibi, içerik bakımından da fazla anlamlı olmaz. O halde söz konusu belediyeleri faşist gasptan kurtarma dahil benzer bütün mücadeleleri AKP-MHP faşizmini yıkma ve aşma hedefi ile birleştirmek ve bu temelde yürütmek gerekir. Başarı kazanmanın yolu budur.
Diğer yandan, Amed, Wan ve Mêrdîn belediyelerini faşist işgalden kurtarma mücadelesini sadece bu illerle ve hatta Kürdistan’la sınırlı ele almamak, tersine tüm Türkiye’ye yaymak gerekir. Dahası böyle bir durumun ortaya çıkmasında Türkiye’deki devrimci-demokratik mücadelenin cılızlığının birinci neden olduğu göz önüne getirilirse, o halde belediyeleri gasptan kurtarmayı da hedefleyen antifaşist mücadeleyi daha çok Türkiye’de yoğunlaştırmak gerektiği ortaya çıkar. O halde sadece Amed, Wan ve Mêrdîn’de eylem yapan, mücadeleyi bu illerle sınırlayan anlayış ve tutumlar yanlıştır. Yine söz konusu belediyeleri faşist gasptan kurtarma mücadelesini sadece Kürtlerin bir görevi olarak görme anlayış ve tutumu da yanlıştır. Başta İstanbul, İzmir, Ankara ve Çukurova olmak üzere Türkiye’nin her tarafını antifaşist eylemlerle doldurmayan duruşlar yetersizdir. Böyle yapmak yerine İstanbul veya Ankara’dan gelip Ahmet Türk ve diğer belediye başkanlarını ziyaret etme tutumu yetersizdir. Çünkü bu tür anlayış ve tutumlar, kendilerini antifaşist demokrasi mücadelesinin esas öznesi göreceklerine, sadece destekleyicisi olarak görmektedir.
Halbuki metropol kentler başta olmak üzere Türkiye’nin her tarafında çok yaygın kitle eylemleri geliştirmek için çalışılabilir. Örneğin İstanbul, İzmir, Ankara ve Çukurova gibi alanlarda hızla yüz binlik antifaşist kitle mitingleri örgütlenebilirdi. İstanbul seçimlerinde bu tür eylemler nasıl geliştirildi? Örneğin İstanbul, İzmir, Çukurova gibi alanların belediyelerinden yola çıkılarak Diyarbakır’a, Wan’a yürünebilirdi. Örneğin Kaz Dağlarına on binler götürülüp Amed’le birleşik bir eylemlilik geliştirilebilirdi. Kaz Dağlarında oturulup sürekli bir eylemlilik yaratılabilirdi. Fakat böyle olacağına, pratikte görülen Kaz Dağları eylemliliğinin hemen sonlandırılması, eylemlerin Amed, Wan ve Mêrdîn ile sınırlandırılması ve oralarda da sadece milletvekili eylemi haline getirilmesi oldu. Çok açık ki bu durum yanlıştır ve yetersizdir. Dolayısıyla mutlaka düzeltilmeyi ister.
Söz konusu yanlışların ortaya çıkmasında giderek HDP’nin kendini Kürdistan’la sınırlandırması temel bir rol oynamaktadır. Bildiğimiz kadarıyla HDP bir Kürt partisi değildir, Türkiye partisidir. O halde Kürdistan’da değil, esas olarak Türkiye’de olmalıdır. Kürt partileriyle bir ulusal birliği örgütleyen değil, onlarla demokratik ulus çizgisinde bir demokrasi ittifakı yapan ve esas olarak Türkiye Demokrasi Blokunu örgütleyen olmalıdır. Eylem sahası olarak Kürdistan’ı değil, esas olarak Türkiye’yi seçmelidir. Belli ki bu konularda bazı yanlışlar var ve mutlaka düzeltilmesi de gerekir.
HDP’nin, Türkiye’de kendisine sol, sosyalist ve radikal demokrat diyen herkesi ortak bir Demokrasi İttifakında birleştirmesi her şeyin temelini oluşturmaktadır. Mevcut gelişmeler bunu zorunlu kılmaktadır. Yine AKP-MHP faşizmine karşı olan herkesi bir antifaşist blokta birleştirmek başarılı olmak için şarttır. İşte mevcut CHP Yönetimi de böyle bir siyasi tutuma meylettiğine göre, bu durumu da yeterince değerlendirerek gereken demokrasi blokunu hızla örmek ve antifaşist mücadeleyi Türkiye’nin her tarafına yaymak gerekir. Bu koşullarda da Kürtler antifaşist mücadelenin ağır yükünü omuzlamaya yine devam ederler. Zaten Türkiye halklarını ve emekçilerini hiçbir zaman yalnız bırakmadılar. Kürt gerillası faşizme karşı direnişin ağır yükünü zaten her zaman omuzladı ve binlerce şehit vermeyi göze alarak kahramanlık çizgisinde yürüttü. Kürt cephesinin bundan sonra da aynı tutumu geliştirerek sürdüreceği tartışma götürmezdir. Yeter ki Türkiye’nin demokrasi cephesi oluşsun ve işler hale gelsin!
Kaynak: Yeni Özgür Politika