Derler ya, ‘Görünen köy kılavuz istemez’ diye. İşte yenilenen İstanbul seçimleri de benzer bir durumdaydı. Ve nitekim beklenen sonuç tecelli etti, faşist AKP-MHP ittifakı 23 Haziran İstanbul seçiminde yüzde dokuz puan geride kalarak adeta hezimete uğradı. Böylece AKP-MHP ittifakına dayanan Tayyip Erdoğan Yönetiminin de siyasi dayanağı ve meşruiyeti kalmadı. Çünkü kendileri İstanbul seçimini bir referandum olarak değerlendirmişlerdi. ‘İstanbul’u kazanan Türkiye’yi kazanır’ demişlerdi. Tabi İstanbul’u kaybeden de tüm Türkiye’yi kaybeder ve nitekim mevcut sonuç temelinde Tayyip Erdoğan Yönetimi Türkiye’yi yönetme hakkını kaybetmiştir. Dolayısıyla erken seçim veya başka bir yolla siyasi yönetimi bırakmak durumundadır.
Eğer Tayyip Erdoğan Yönetiminde demokratik zihniyetin kırıntısı bile olsaydı, 23 Haziran akşamı istifa ettiğini ve erken seçim kararı aldığını açıklardı. Çünkü Avrupa ve benzeri alanlarda söz konusu durumla karşılaşan herkes böyle davranıyor. Yapılan seçimi kaybedince, kazanan siyasi eğilim yönetim olsun diye ya istifa ediyor ya da erken seçim kararı alıyor. Nitekim Binali Yıldırım bile daha ilk sonuçları görür görmez basının önüne çıkarak seçimi kaybettiğini açıklamış ve Ekrem İmamoğlu’na başarılar dilemiş bulunuyor. Ama faşist zihniyet ve siyasetin sahibi olan Devlet Bahçeli, mevcut yönetimin istifa etmesini hiç aklından bile geçirmediği gibi, bir erken seçim istemenin en büyük kötülük olacağını söyleyerek, olası bir erken seçimin önünü daha baştan kesmeye çalışmış oluyor. Ortağı Tayyip Erdoğan’ın da Bahçeli çizgisini izleme eğiliminde olduğu görülüyor.
Peki Tayyip Erdoğan böyle davranırsa süreç nereye gider? Yani 7 Haziran 2015 seçimi sonrası yaptığı gibi Devlet Bahçeli’nin kuyruğuna takılır ve onunla ittifak temelinde yürümek isterse durum ne olur? Çok açık ki, 1 Kasım 2015 seçiminden sonra ne olduysa bir kez daha benzer durum ve hatta daha fazlasıyla yaşanır. AKP-MHP ittifakı Kürt düşmanlığını ve soykırımını herkese dayatarak içte ve dışta topyekûn özel savaş saldırılarını artırır. Bir yandan Rojava Kürdistan’a saldırmaya ve diğer yandan ise Bradost üzerinden geliştirdiği Güney Kürdistan işgalini ilerletmeye çalışır. Ortama Kürt savaşını ve soykırımını dayatarak herkesi bastırmaya ve bu temelde iktidarını korumaya çalışır. Kuşkusuz bu da, kendileri de dahil herkes için ciddi bir felâket olur.
Sonucu böyle de olsa, hiç kimse söz konusu olasılığın gerçekleşme ihtimalini küçümsememelidir. Nitekim faşist şef Devlet Bahçeli, AKP Yönetimini buna doğru yönlendirmek için her şeyi yapmaktadır. Tayyip Erdoğan da buna kapalı olduğu yönünde bir tutum göstermemektedir. Dahası Kürdistan’da saldırıları artırarak, Güney Kürdistan’a yönelik işgali sivil katliamları temelinde sürdürmeye çalışarak, herkesten bu saldırılara ve yürüttüğü Kürt soykırımına destek dilenerek Bahçeli çizgisinde yürüyeceğinin ipuçlarını vermektedir. Seçim sonrası avukatların İmralı görüşmesine izin vermeyerek de aslında bu tutumunu açıkça göstermiş olmaktadır. Başta Kürt halkı ve Kürdistan Özgürlük Hareketi olmak üzere Türkiye devrimci-demokratik güçlerinin ve herkesin bu gerçeği iyi görüp doğru anlaması ve söz konusu ihtimale karşı daha baştan kendini hazırlayıp buna fırsat vermemeye çalışması gerekir.
Kuşkusuz faşist AKP-MHP ittifakının 23 Haziran İstanbul sonucunu almasında söz konusu ittifaka karşı olan herkesin belli bir payı olmuştur. CHP Yönetimi daha önceki seçimlerden biraz daha farklı ve dirayetli bir duruş göstermiş ve aday Ekrem İmamoğlu kişiliğinin de önemli bir katkısı olmuştur. Ancak yandaş veya karşıt olan herkesin kabul ve ifade ettiği gibi, faşist zihniyet ve siyasetin İstanbul yenilgisinde belirleyici rolü HDP ve Kürtler oynamıştır. Leyla Güven öncülüğünde 200 gün süren ve binlerce kişiyi içine alan Büyük Açlık Grevi Direnişinin ve ‘Tecridi Kıralım, Faşizmi Yıkalım ve Kürdistan’ı Özgürleştirelim’ direniş hamlesinin siyasi sonucu 23 Haziran İstanbul seçimi ile ortaya çıkmıştır. Esasta Kürt toplumuna dayanan demokratik siyasetin 1991’den bu yana gösterdiği gelişmenin 31 Mart ve 23 Haziran yerel seçimi ile kilit noktaya ulaştığı net bir biçimde görülmüştür. Artık Kürtler örgütlü bir iradedir ve Demokratik Türkiye’nin en temel ve belirleyici bir gücüdür; bu gerçeği kendilerinin olduğu kadar Türkiye toplumunun ve siyasetinin de iyi anlayıp kabul etmesi gerekir.
Bu anlama ve kabul etmenin Türkiye yakasındaki yansıması Kürt düşmanı zihniyet ve siyasetin aşılması ve Kürtlere karşı inkâr ve imha amaçlı özel savaş uygulamalarından vazgeçilmesi olmak durumundadır. Son yerel seçim sonuçlarının Türkiye toplumunda bu yönlü yoğun bir zihniyet değişimine yol açtığı ve adeta derin bir zihniyet devrimi başlattığı görülmektedir. Kuşkusuz bu çok önemli bir gelişme ve kazanımdır ve topluma daha çok yayılarak derinleştirilmesi gerekir. Kürt yakasındaki yansıması ise her türlü karamsarlığın aşılıp başarıya inancın güçlenmesiyle birlikte, sorunların çözümünün Türkiye toplumuyla birlikte ve Türkiye demokrasisinin bir parçası olarak gerçekleşeceği anlayışının pekişmesi olmaktadır. Nitekim bu konuda gereken ilke ve perspektifleri Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan gerçekleşen dört avukat görüşmesi ile ortaya koymuş ve bunların doğru anlaşılıp benimsendiği de İstanbul seçim sonucuyla görülmüştür. AKP-MHP ittifakının basit özel savaş oyununun bir kez daha boşa çıkartılması, Türkiye’nin siyasi ufkunu açan ve geleceğini gösteren gelişmeler ortaya çıkarmıştır.
Peki bütün bu gelişmeler sonucunda önümüzdeki süreç nasıl ilerleyecektir? Herkes kabul ediyor ki, Türkiye’de hiçbir şey 23 Haziran öncesindeki gibi olmayacak, her şey önemli bir değişim ve dönüşüm yaşayacaktır. Birinci olarak işte bu gerçeği görmek gerekir. İkinci olarak ise önümüzdeki süreç açısından tek değil, birçok gelişme olasılığının bulunduğunu görmek ve kabul etmek önemlidir. Bir ihtimal olarak MHP Lideri Devlet Bahçeli’nin geliştirmek istediği sürece dikkat çektik ki, elbette bunun önlenmeye çalışılması gerekir. Tayyip Erdoğan, mevcut Kürt düşmanlığını ve soykırımını sadece Devlet Bahçeli’ye dayanarak değil de, CHP ve İyi Parti gibi güçleri de ortak ederek yürütmek isteyebilir. Bu da şiddet ve felâket içeren ikinci bir ihtimaldir. Her ne kadar geçen süreçte CHP cephesinde yaşananlar bunun artık aşıldığını gösterse de, yine de Tayyip Erdoğan cephesinin böyle yapmak isteyeceği ciddi bir olasılık olarak görünmektedir.
Kuşkusuz en önemli olan ve de gerçekleşmesi gereken olasılık, seçim akşamı HDP Yönetiminin açıkladığı ve daha sonra da derinleştirmeye çalıştığı demokratikleşme ve demokratik yeniden yapılanma olayıdır. Elbette bunun merkezinde de yeni bir ‘Demokratik Anayasa Yapımı’ ve başta Kürtçe anadil eğitimi ve adalet talebi olmak üzere geliştirilecek demokratik talepler ve bu uğurda yürütülecek mücadele vardır. Siyasetteki üçüncü çizgi olarak, bunun çerçevesini ve ilkelerini Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan ortaya koymuştur. Nitekim HDP Yönetiminin bu gerçeği anladığı ve geçmişten çıkarttığı dersler temelinde bunları zamanında uygulamaya koyma çabası içinde olduğu gözükmektedir.
Süreç daha gelişmiş bir biçimde 7 Haziran 2015 seçim sonrasına benzemektedir. HDP Yönetiminin önünde, o dönemde yapılamayanları şimdi yapma görevi ve sorumluluğu vardır. ‘Demokratik Anayasa Hareketi’ni başlatma çağrısıyla HDP Yönetimi böyle bir süreç içine girmiştir. Kuşkusuz çağrı hem Türkiye’deki tüm siyasi partilere ve hem de demokratik örgütlere ve toplumadır. MHP dahil hiçbir güç bu çağrının dışında değildir ve de olmamalıdır. ‘Demokratik Anayasa’ temelinde herkesin katılımıyla Türkiye’nin demokratik yeniden yapılandırılması, her türlü çatışmayı sona erdirecek ve Türkiye’yi ilerletecek tek yoldur. Elbette bu yolda yürünmesini sağlamak da herkesin görevidir. Son yılların içerdiği dersler, Türkiye’nin buna mecbur olduğunu açıkça göstermektedir. Gerisi HDP öncülüğünün ustalığına ve yaratıcılığına, bir de herkesin sorumlu davranarak katılımına kalmaktadır. Bakalım Demokratik Türkiye bu sefer başarabilecek mi?
Kaynak: Yeni Özgür Politika