Bir rejime biraz baskı uyguluyor diye ya hemen ‘Faşizm’ dememek lazım, ya da ‘Faşist diktatörlük’ diyorsak o zaman bu kavramın içeriğine uygun yaklaşmak lazım. Böyle yapmazsak, o durumda sadece yanlış yapmış olmayız, ondan da öteye tehlikeli bir felâkete kapı aralamış oluruz. Çünkü faşizm demek basit bir şey, sıradan bir baskı ve sömürü, canı sıkılanların birbirlerini ucuzca suçladıkları bir oyun demek değildir. Faşizm demek, planlı ve örgütlü bir saldırı, sürekli bir baskı, işkence, katliam ve sömürü, topyekûn bir savaş demektir. Faşist diktatörlük altında özgürlük, insan hakları, seçim, hak ve hukuk olmaz, faşist rejimde demokrasinin kırıntısı bile bulunmaz.
Söz konusu bu kısa tanımlamalar ışığında şimdi Türkiye’deki rejime gelelim. Diyelim ki, 3 Kasım 2002’de yönetime gelen Tayyip Erdoğan yönetimindeki AKP’yi ‘Faşist bir parti’ olarak görmüyoruz. Dolayısıyla o tarihten sonra oluşan AKP Yönetimine ‘Faşist bir yönetim’ veya ‘Faşist diktatörlük’ demiyoruz. Peki ya 2014 yazından itibaren DAİŞ’i destekleyip kullanan ve 2015 yazından itibaren MHP ile ittifak yapıp adeta birleşen AKP’ye ne diyoruz? Besbelli ki MHP’lileşmiş faşist bir parti ve bu iki partinin ittifakı temelinde oluşmuş yönetime de faşist diktatörlük diyoruz. Neden? Çünkü zihniyet ve siyaset olarak DAİŞ ile MHP faşist de ondan. Peki DAİŞ’in faşist olduğunu dünyada yadsıyan kimse var mı? Besbelli ki yandaşları ve destekçileri dışında kimse yoktur. Peki MHP’nin faşist bir parti olduğunu Türkiye’de bilmeyen ve inkar eden kimse var mı? Çok açık ki yoktur. O halde faşist DAİŞ ve faşist MHP ile AKP’nin kurduğu ortak yönetim de faşisttir.
Bugün AKP Yönetiminin iki yanında DAİŞ ile MHP durmuyor mu? Besbelli ki bu güçler duruyor ve bunlardan oluşan bir faşist diktatörlük bulunuyor. Bunu da ispat etmek için herhangi bir belge gerekmiyor. Çünkü Türkiye’nin NATO’ya girmesi temelinde ‘Süper gladio’nun örgütlediği faşist parti MHP oluyor. Bu temelde Alparslan Türkeş’in eğitildiğini ve onun da MHP’yi kurduğunu herkes biliyor. Bu nedenle, MHP denen yapı bir parti değil, kontrgerillanın paramiliter örgütlenmesi oluyor. Alparslan Türkeş’in görevini de bugün Devlet Bahçeli yürütüyor. Dikkat edilirse, resmi hiçbir yönetim görevi olmamasına rağmen, mevcut yönetimin ideoloji ve politikasını Devlet Bahçeli belirliyor. Devlet Bahçeli yönetimin çizgisi, Tayyip Erdoğan ise uygulayıcısı oluyor. O halde Bahçeli-Erdoğan Yönetimi dört başı mamur bir faşist diktatörlük olma özelliği taşıyor.
Bahçeli-Erdoğan faşist diktatörlüğünün ise esas olarak Kürt düşmanı, halk düşmanı ve kadın düşmanı olduğu biliniyor. Bu diktatörlüğün, Osmanlı’nın son yönetimi olan İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin ‘Türk-İslam sentezi’ denen çizgisini esas aldığı, bu çizginin de ırkçı-şoven Türk milliyetçiliği olarak kendi dışındaki tüm diller, kültürler ve halklar üzerinde soykırım uyguladığı yine bilinen bir gerçek oluyor. Başta Kürtler, Ermeniler, Asuri-Süryaniler ve Rumlar olmak üzere Mezopotamya ve Anadolu’daki tüm kültürler ve halklar üzerinde yüzyıldır soykırım uygulayan bu zihniyet ve siyaseti bugün AKP-MHP faşist diktatörlüğü hayata geçiriyor.
Söz konusu AKP-MHP faşist diktatörlüğü, Kürt halkının yürüttüğü tarihi özgürlük mücadelesi sonucunda bugün içte ve dışta iyice teşhir ve tecrit olmuş ve çöküşün eşiğine gelmiş bulunuyor. Söz konusu çözülüşü ve çöküşü önleyebilmek için de kendi hukukunu bile hiçe sayan bir faşist baskı, terör ve katliam uyguluyor. Yalan, demogoji ve hileye dayanarak, tüm ezilenler üzerinde vahşi bir baskı ve işkence uygulayarak, Kürtler üzerinde insanlık suçu olan soykırım savaşını yürüterek, çökmekte ve yıkılmakta olan diktatörlüğünün ömrünü uzatmaya çalışıyor. Bu sistemde hiçbir siyaset işlemiyor, siyasi işlemler darbe mekaniği temelinde yürüyor. Yani siyasetin yerini darbe mekaniği almış bulunuyor.
Çok açık ki, gücünü önemli ölçüde kaybederek iyice zayıflamış ve miadını doldurmuş olan Bahçeli-Erdoğan faşist diktatörlüğünün söz konusu darbelerinden sonuncusu 19 Ağustos belediye darbesidir. Böyle bir darbe ile 31 Mart’ta seçilmiş bulunan Amed, Mardin ve Wan Büyükşehir Belediye Eşbaşkanları görevlerinden alınarak söz konusu belediyeler gasp ve işgal edilmiştir. Hiç kuşkusuz 19 Ağustos sabahı yapılana gasp, işgal, darbe denebilir, Kuzey Kürdistan’ın üç temel kenti olan Amed, Wan ve Mardin’e sömürge valisi atandığı söylenebilir. Bunun Kürt halkının özgür iradesini kırmayı hedefleyen faşist-soykırımcı bir saldırı, pasifikasyon ve sindirme çabası, Kürt onur ve şerefine darbe vurma girişimi olduğu belirtilebilir. Kaldı ki, TC Devleti altında Kürdistan ‘Umumi Müfettişlik’lerle de çok uzun süre yönetilmeye ve ezilmeye çalışılmıştır.
Peki mevcut durumda ne yapılması gerekir? Kuşkusuz bundan önce, bu duruma nasıl gelindiği üzerine birkaç şey ifade etmek daha çok açıklayıcı olur. Öncelikle şunu belirtelim ki, 19 Ağustos darbesi ile Amed, Wan ve Mardin Büyükşehir Belediye Eşbaşkanlarının görevden alınması ve belediyelerin gasp ve işgal edilmesi bir sır değildir. Faşist şefler Erdoğan ve Bahçeli, daha 31 Mart seçimleri öncesi ve seçim propagandası sırasında zaten bunu açıkça ifade etmiştir. Söz konusu belediyelerin HDP tarafından kazanılması durumunda “Yine kayyum atanacağı” bu kişiler tarafından meydanlarda belirtilmiştir. Zaten son ortaya çıkan bir Diyarbakır Valilik belgesi, daha 1 Nisan günü, yani Selçuk Mızraklı’nın kazandığının henüz YSK tarafından bile ilanı yapılmamışken, Selçuk Mızraklı’nın görevden alınmasına karar vermekte ve üst makamlara önermektedir. Demek ki karar daha o zamandan verilmiştir. O halde, mevcut faşist gasp ve darbe bir sürpriz değildir. Dolayısıyla şaşkınlıkla karşılanması anormal olmaktadır.
Burada şu hususları da kısaca belirtmek gerekiyor. Dikkat edilirse, AKP-MHP faşizmi daha 31 Mart seçimi sonrasında başta Bağlar olmak üzere Kürdistan’da seçimi kazanan 6 belediye başkanını görevden düşürmüş ve İstanbul seçimini ise yeniletmişti. Öyle anlaşılıyor ki, eğer 23 Haziran’da İstanbul seçimini kazansaydı, Kürdistan’daki mevcut saldırıyı daha 24 Haziran gününden itibaren başlatacaktı. Belli ki İstanbul seçimini kaybetmesi sonucunda söz konusu darbeyi iki ay sonra uygulamaya koyabildi. Peki bütün bunlardan ne çıkar? Çok açık ki, 31 Mart ve 23 Haziran seçimlerinde AKP-MHP faşizmi ciddi bir seçim yenilgisi yaşamış ve aslında iktidarda kalma hakkını ve gücünü kaybetmişti. Eğer o zaman tüm muhalefet Tayyip Erdoğan Yönetiminin düşmesini istese ve erken seçimi dayatsaydı, yine seçilen belediye başkanlarına mazbata verilmemesi ve İstanbul seçiminin yenilenmesi konusunda net ve sert bir tutum alsaydı, işte o zaman gelişmeler böyle olmaz ve faşist saldırganlık bu düzeye gelmezdi. O halde, öncelikle faşist diktatörlüğe karşı mücadelenin durumunu değerlendirmek ve özeleştirel bir yaklaşımla doğruya ulaşmak gerekiyor. Elbette ardından da şimdi ne yapılması gerektiğini doğru tespit etmek geliyor.
Hiç kuşkusuz faşist saldırganlığa boyun eğilmez ve faşizmle uzlaşılmaz, tersine tüm cephelerde faşist diktatörlüğe karşı topyekûn direniş yürütülür. Önce hedefi doğru tespit etmek önemlidir. Kuşkusuz gasp ve işgal edilen belediyeleri bu durumdan kurtarmak en dar ve başta gelen hedef olmalıdır. Ancak bunu faşist diktatörlüğün yıkılması ile birleştirmek ve diktatörlüğü yıkmayı da hedeflemek gerekir. Bunun da faşizm yıkılana kadar her alanda kesintisiz eylem gerektirdiği açıktır. Elbette her yer Amed, Wan, Mardin olmalı, her gün sürekli eylemle karşılanmalıdır. Faşizmi yıkacak sürekli eylem biçimlerini bulmak ve uygulamaya koymak artık şarttır. Bunlar zaten Kürtler ve demokratik güçler tarafından belirlenmiştir. Elbette gerisi yaratıcı ve zengin eylem biçimleriyle süren muzaffer bir topyekûn antifaşist direniş olacaktır.
Kaynak: Yeni Özgür Politika