İki yüz günlük açlık grevlerinin zorlamasıyla 23 Haziran İstanbul seçimi öncesi Mayıs ve Haziran aylarında İmralı’da üç avukat ve bir de aile görüşü yapıldı. İmralı işkence ve tecrit sistemi içinde rehin tutulan devrimci tutsaklar, bu biçimde sekiz yıldan sonra avukat ve beş yıldan sonra da aile görüşü yapabilmiş oldular. Peki bundan sonra ne olacak? İmralı’da avukat ve aile görüşleri devam edecek mi? Kuşkusuz bugün itibariyle bu soruların cevabı koskoca bir bilinmezliktir. Çünkü İmralı’da hukuki kurallara bağlanmış bir yönetim değil, siyasi mücadelenin gereklerine göre düzenlenen tamamen keyfi bir yönetim vardır. Bu durumda İmralı tecrit kapılarının kırılması halkın demokratik direnişinin gelişim gücüne ve demokratik siyasetin etkinliğine bağlıdır.
Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan, 2-22 Mayıs ve 12 Haziran tarihlerinde yapılan üç avukat görüşmesinde ve ailenin yaptığı bayram görüşmesinde çok önemli ve Türkiye gündemindeki temel sorunlara çözüm getiren tarihi mesajlar vermiştir. İlk görüşmede yayınladığı 7 maddelik Demokrasi Deklarasyonu ile yaşanan çözümsüzlüğe çözüm önermiş, daha sonraki görüşmelerde 200 gün süren açlık grevlerinin başarıyla sona ermesini sağlayarak, daha çok yurtsever ve demokratik güçlerin nasıl bir tutum ve mücadele içinde olmaları gerektiği üzerine açıklamalar yapmıştır. Büyük bir kavga sonucu YSK marifetiyle yenilenmesine karar verilen İstanbul seçim çalışmalarının böyle kısmen ölçülü geçmesinde Kürt Halk Önderi’nin verdiği bu mesajların ciddi etkisi olmuştur.
Kuşkusuz yapılan bu üç görüşmede Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’ın hemen her konuda verdiği önemli mesajları vardır. Bunlar içerisinde özellikle demokratik siyasete yaptığı vurgular dikkat çekici olmuştur. Bir ‘demokratik müzakere gücü’ olarak tanımladığı demokratik siyasetin toplumun eğitimi, örgütlenmesi, yönetimi ve harekete geçirilmesinde tarihi bir görev ve sorumlulukla yüklü olduğunu altını çize çize belirttiği gibi, siyasetin aile ve aşiret yaklaşımlarıyla yürütülemeyeceğine ve özellikle halkın demokratik öz yönetimleri olan belediyelerin bu tanımlarına uygun bir pratik içinde olmaları gerektiğine de çarpıcı sözlerle vurgu yapmıştır.
Hiç şüphe yok ki, Önder Abdullah Öcalan aile, hanedan, aşiret siyasetine vurgu yaparken, içinde bulunduğumuz süreçte Kürdistan, Türkiye ve Ortadoğu’da yaşanmakta olanlara dikkat çekmek istemiştir. Örneğin Ortadoğu’da var olan krallıkları bir yana bıraksak bile, sözde modern görünümlü yapıları ve şeklen seçim gösterileriyle iktidara gelen kişiliklerin de hemen bir aile ve hanedan geliştirmeye yöneldiği ve kendisini yeni bir krallığa dönüştürdüğü gözle görülebilen bir gerçekliktir. Şimdi böylesi diktatörlüklerin biri halk direnişi sonucu devrildiğinde yerine gelenin de çok kısa süre sonra öncekine benzeyen ve hatta öncekini aratır hale gelen yeni bir diktatörlüğe dönüşmesi gerçeği yaşanmaktadır.
AKP-MHP yönetiminde Türkiye’deki durumun da giderek buna benzediği açıkça görülmektedir. Türklerdeki boy ve padişahlık geleneği Tayyip Erdoğan kişiliğinde adeta yeni bir hanedanlık ortaya çıkarma arayışına varmış gibidir. Kaldı ki Tayyip Erdoğan’ın Sultan 2. Abdülhamit kişiliğini çok beğendiği ve onu taklit etmeye çalıştığı da bilinen bir gerçektir. Cumhuriyet adıyla kurulan bir sistemin yüzüncü yılına giderken, kuruluş dönemindekinden daha çok bir kişisel diktatörlüğü ortaya çıkarmış olması, örgütlenenin ismen cumhuriyet olmaktan öteye bir anlam ifade etmediğini netçe ortaya koymaktadır.
Tabi Güney Kürdistan Bölge Yönetimi ve KDP-YNK şahsında yaşananlar, Kürtler açısından aile, hanedan ve aşiret yönetimi gerçeği üzerinde daha çok durmayı gerektirmektedir. Örneğin, kendisinin solcu olduğunu söylemekten çekinmeyen Celal Talabani ardından YNK’de oluşan yeni yönetim ‘babadan oğula geçme’ sistemini andırmaktadır. Aile içerisinde de yaşça büyüklük hiyerarşisi olduğu gibi korunmaktadır. Bu konuda KDP için zaten söylenecek fazla bir söz yoktur. Çünkü bir KDP’den ziyade ortada bir ‘Barzani Partisi’ vardır. ABD’nin dayatması sonucunda istemeyerek de olsa Mesud Barzani’nin Bölge Başkanlığından çekilmesi ardından yeğeni Neçirvan Barzani bu görev getirilmiş, oğlu Mesrur Barzani ise Neçirvan’ın yerine başbakan yapılmıştır. Yani Güney Kürdistan bir ‘Barzani Krallığı’na dönüştürülmüştür. Peki bütün bunların demokrasi ile ne ilişkisi vardır? Tersine tüm bunların Kürt demokratikleşmesi önündeki en temel engel olduğu açıktır. Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan işte bu gerçeğe işaret etmiş ve ‘Demokratikleşmenin böyle olamayacağını’ belirtmiştir.
Tabi bütün bu yetki kapmaları yaşanırken, bir de TC’nin Bradost üzerinden Güney Kürdistan’a yönelik işgal hareketi gelişmektedir. Ne kötü bir ironi? Yeni Bölge Başkanı Neçirvan Barzani, ülkeyi ve halkı korumayı içeren başkanlık yeminini işgalci TC Yönetiminin Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu’nun önünde ve onunla kucaklaşarak yapmak durumunda kalmıştır. Yani daha ederken, ettiği yemini çiğnemiştir. Çok açık ki, ortada gelişen bir Kürt demokrasisi yoktur, tersine Barzani ailesi yeni bir hanedan olarak güç kazanmaktadır. Tabi Barzani ailesi yeni hanedanlık olurken, etrafında “Barzaniler” adıyla yeni bir aşiret de oluşmaktadır. Örneğin TC güçlerinin Şeladizê ve Bradost’a sürülmesi ya da ses çıkartılmayarak TC işgaline ortak olunması, bu alanların Barzani aşiretinin eline geçmesi amacıyladır. Zira Barzanicilik, tarihi Rêkanî ve Bradost aşiret düşmanlığını ve savaşını bugün de bu biçimde sürdürmeye çalışmaktadır.
Elbette bunlardan çok daha fazla Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’ın Kuzey Kürdistan’daki belediyecilik üzerine söylediği sözlere odaklanmak gerekir. Bu noktada eleştirilerinin ciddi ve görüşlerinin ise son derece açık olduğu ortadadır. Öncelikle halkın oylarıyla seçilen belediye yönetimlerinin halkı esas almak yerine devlet odaklı ve devletten beklentili olma durumlarını değerlendirmekte ve eleştirmektedir. İkinci olarak, özellikle seçilen belediye eşbaşkanlarından başlamak üzere her düzeydeki görevlilerin maddiyatçı duruşlarını, para, makam, yetki, araba ve benzeri peşinde koşmalarını eleştirmektedir. Üçüncüsü, borç ve benzeri çeşitli gerekçelere sığınarak halka hizmet götürmeyen ya da götüremeyen beceriksiz duruşları eleştirmektedir. Halkın oylarıyla seçilen yerel yönetimlerin böyle olamayacağını, belediyelerin halkın kolektif evi olarak bir demokratik öz yönetim ocağı haline gelmesi gerektiğini belirtmektedir. Hatta kendisine fırsat verilirse ‘Amed sokaklarını her gün temizleyebileceğini’ ifade etmektedir. Her şeyi devletten bekleyen ve paraya bağlayan zihniyet ve tutumu çok açık bir biçimde eleştirmekte ve reddetmektedir.
Gerçekten de belediyeler etrafında oluşan yerel yönetimleri hepimizin önemsemesi gerekir. Bunlar birer devlet kurumu değil, adı üzerinde ‘yerel yönetimdir’ ve kesinlikle halkın eğitildiği, örgütlendiği ve kendi kendini yönettiği demokratik öz yönetimler olmak durumundadır. Her şeyi devletten bekleyen ve para karşılığı yapan anlayış ve tutumların buralarda olmaması, her işi örgütlenmiş halkın kolektif olarak coşku ve istekle yaptığı bir sistemin gelişmesi gerekir. Belediyelerin kapıları halka ardına kadar açık olmalıdır. Belediyeler her gün halkın toplandığı, kendini eğitip örgütlediği ve ortak yaşamı geliştirmek için de gönüllü olarak birlikte çalıştığı ocaklar haline gelmelidir.
Belli ki halkçı-toplumcu bir belediyecilik halkın demokratik öz yönetiminin geliştiği bir ocak olacağı gibi, devlet kurumuna dönüştürülen belediyeler de demokratik devrimin tasfiye edildiği yerler haline gelecektir. Devletçi anlayış ve pratiğe neden bu kadar sarılınır, gerçekten anlamak zordur. Oysa devletin ne demek olduğu ortadadır. Bunu anlamak için Avrupa veya Amerika’ya bakmaya gerek yoktur, tersine Ortadoğu’ya, Suudi Arabistan ve Mısır’a bakmak, Cemal Kaşıkçı ile Muhammed Mursi’nin başına gelenleri görmek yeterlidir. Ya da ille de bizimki olsun deniyorsa, o zaman Siverek’te olanları ve çeteciliğin yaptıklarını incelemek devlet hakkında gerekli bilgileri verir.
Kaynak: Yeni Özgür Politika