Üçüncü Dünya Savaşı tespitini ilk yapan Rêber Apo’dur. Rêber Apo, ABD’nin 1990’larda Ortadoğu’ya yönelerek oluşturmak istediği Yeni Dünya Düzeni’yle Üçüncü Dünya Savaşı'na girildiğini belirtirken, 2003 yılında ABD’nin Irak işgali ile birlikte ise bu savaşın bir adım daha ileri taşındığını ifade etmişti. Nitekim Arap Baharı denilen süreçle birlikte Ortadoğu’nun tümünün bu savaş kapsamı içine alınarak nerede duracağı henüz belli olmayan bir dünya savaşını şimdi herkes kabul etmektedir.
Savaşların tümü kaos getirmektedir, ancak eğer savaşlar dünya kapsamında ise bu kaosa herkes bir şekilde dahil olmaktadır. Ancak dünya ölçeğinde yürütülen savaşın coğrafyasında yaşayan halklar için bu kaos yani karışıklık, belirsizlik katbekat geçerlidir.
Üçüncü Dünya Savaşı denilen gerçekliğin merkezi Ortadoğu’dur. Dikkat edersek küresel güçler, Ortadoğu’yu, daha fazla kâr sağlamak, daha fazla kazanmak için yeniden dizayn etmek istiyorlar. Ortadoğu’nun katı ulus devlet yapıları, sermayenin daha rahat dolaşımı önünde engel oldukları gibi, buradaki enerji rezervlerinden de yararlanarak ekonomilerini yeniden sağlama almaya çalışıyorlar. Bu ise doğası gereği savaş demektir. Bunu BOP yani Büyük Ortadoğu Projesi olarak ifadeye kavuşturdular. Burada dile gelen Ortadoğu, bizim anladığımız Ortadoğu’dan çok Fas’tan Pakistan’a kadar uzanan devasa bir coğrafya kastedilmektedir.
BOP dedikleri gerçeklik sözde Ortadoğu’ya yeniden çeki düzen verme gerçekliğidir. Şimdiden her yeri kan gölüne dönen Ortadoğu’nun birçok yerini değiştirdiklerini söylemek herhalde yanlış olmayacaktır. Bu hegemon güçlerin henüz bitmeyen ve sonuçlanmamış olan seçeneğidir.
İkinci bir seçenek ise bu dizayna karşı duran ulus devlet ve sömürgeci yapılardır. Bir şekilde birinci ve ikinci paylaşım savaşıyla ortaya çıkan durumu koruyarak kendilerini yaşatmak istiyorlar. Bunun için her türlü yeniliğe kapalı oldukları gibi oldukça sert yol ve yöntemlerle her türlü yeni düşünceyi ve oluşumu ezmeye çalışıyorlar. Türkiye, Suriye, İran ve kısmen Irak buna örnek gösterilebilir. İsrail, Suudi gibi yapıları da eklemek yanlış olmayacaktır. Bu yapıların ayakta kalabilmek için El Kaide, DAİŞ, El Nusra gibi yapılarla bir şekilde ilişkilenerek, kendi varlıklarını uzatmak için her şeye başvurmaktan geri durmadıklarını herkes görüyor.
Üçüncü bir seçenek ise halkların seçeneğidir. Yok sayılmış, inkâr edilmiş, katliamdan geçirilmiş olanların mücadelesidir. Bu mücadelenin başını Kürtler çekse de, aşiretler, kadınlar, inanç grupları, etnisitiler gibi yapılar da bu kategoride. Esasta demokratik ulus temelinde kendilerini hissettirmek isteyen yapılardır.
Dikkatle bakıldığında, bu üç yapı arasında kıyasıya bir mücadele şimdiden sürmektedir. Kimin galebe çalacağı bilinmemektedir. Yaşanan bir kaostur. Kaos doğası gereği çalkantılı, inişli çıkışlı bir süreci ifade ettiği gibi, bir dokunuşun birçok sonuca yol açacağı bir gerçekliği de ifade etmektedir. Kelebek etkisi diye dile getirilen gerçeklik esasta kaos anlarında vuku bulan bu gerçekliktir. Bu bağlamda bizler tam bir kaos ortamından geçiyoruz.
Kürdistan tam da Ortadoğu’nun ortasında dört gücün sömürgesidir. Herhangi bir şekilde Üçüncü Dünya Savaşına bulaşan bu devletlerden birisinin direkt Kürtleri ilgilendireceği açıktır. Suriye ve Irak’ta yaşananların Kürtleri ne kadar etkilediğini herkes yaşayarak gördü ve halen de görmektedir. Bu savaşın Türkiye ve İran’a kaymasının ise nelere yol açacağını kestirmek ise çok zor.
Henüz Türkiye ve İran’a gelmeden bu savaş yüz binlercesinin yaşamına kastetti. Milyonlarcası yurdundan edilerek dilenci haline getirildi. Boğazlaşma aldı başını gitti. Bunlar yaşanırken DAİŞ denilen bir bela tüm Ortadoğu’nun başına musallat edildi. Yedi Kocalı Hürmüz gibi herkesle evli olan bu DAİŞ, tüm insanlığın kusmuğu olacak bir şekilde Ortadoğu başta olmak üzere insanlığın başına bela haline getirildi.
Ama bilelim ki, Ortadoğu öyle oluşturulmuş ki, buralar hiçbir zaman istikrara kavuşmasın. Hep karışık dursun. Ve hep bir şekilde DAİŞ’ler ve EL Nusra'lar çıkabilsin, kullanılabilsin. Örneğin, Kürdistan’ı dörde bölen hegemon güçler, Kürtlerin adeta sürgit bir şekilde dört sömürgeci devlete karşı mücadele edeceklerini elbette biliyorlardı. Irak’ın cetvelle çizilerek güneyinde Şiiler, orta kesimlerinde Sünniler, kuzeyinde ise Kürtler temelinde ayrıştırılmasının, hep sorunlara gebe kalacağını da biliyorlardı.
Yine Suriye’de onlarca farklı rengin bir şekilde bir potaya sıkıştırılarak ardından ise azınlık olan Alevilere iktidarın verilmesi, bırakılmasının da pimi çekilmiş bir bomba gibi hep hazır olacağı da biliniyordu.
İran’ın yüzlerce renge sahip olduğu bilindiği halde Rıza Xan eliyle bir ulus devlet oluşturma planının tutmayacağı ve bumerang gibi önce halkları, peşinden ise tüm insanlığı vuracağı da elbette.
Türkiye Cumhuriyeti temelinde kurulmuş ve kurgulanmış bir devletin ayakta kalabilmesi için tüm renkleri katletmesine izin veren aynı hegemon sistem biliyordu ki, gün gelir devran döner ve öncelikli olarak Kürtler, ancak genel anlamda da dindarlar, komünistler, Aleviler derken diğer renkler bu tekçi ulus devletinden hesap sorarlar. Ya da tersinden söyleyecek olursak, Türkiye, İran, Irak, Suriye ve benzerlerinin ulus devlet yapılanmalarının halkları her fırsatta kan gölünde boğacaklarını da elbette biliyorlardı.
İşte Kürtler böylesine bir gerçekliği olan Ortadoğu’nun tam da göbeğinde süren ve giderek derinleştirilen bir Üçüncü Dünya Savaşı’nın tam da göbeğinde yaşamaktadırlar. Böylesine bir coğrafyanın tam da ortasında olmak sanıldığı gibi hep avantaj demek değildir. Tam tersine çoğu zaman böyle bir coğrafyada yaşamak filler dövüşünde çimen olmanın ötesine geçmemeye her zaman kapıyı açık tutmakta demektir. Kaldı ki bölgenin onca zenginliği de dikkate alındığında, hegemon güçlerin kendi elleriyle oluşturdukları ulus devlet yapıları-biraz biçim vermek isteseler de- erkenden bırakmayacaklarını da açıktır.
Evet, bir yandan Ortadoğu’nun kaosu ve kan gölü, bir taraftan da tam da bu kaosun ortasında bulunmak ve diğer yandan da yüz yıllık esareti ilk kez parçalama fırsatı!
Ölümü de olan ayakta kalması da mümkün olan çetrefilli bir süreçten geçerken Kürtlerin stratejik aklı ne olmalıdır?
Stratejik aklın ana ekseni gören akıldır. Bütünü gören akıldır. Detaylara bütünün gözüyle bakan akıldır. Parçayı ve bütünü bir bakış ile bütünleştiren akıldır. Ölümü değil özgürce yaşamanın yolunu gören ve bunun önünü açan akıldır.
Stratejik akıl bu bağlamda; Üçüncü Dünya Savaşı gerçekliğine bakıldığında, oraya buraya çekmeden, dar çıkarları düşünmeden ve düşmeden, ulusun ve demokrat ulusunun çıkarlarını her şeyin önüne koyarak, tam da böylesine hem statü kazandıracak hem de yeni soykırımlar getirecek bir anda, korkunç sonuçlara yol açacak bir kaos ve konjonktürde Kürtler bu dağınık ve kaotik iç yapılarıyla statü mü kazanırlar, yoksa korkunç sonuçlarla karşı karşıya mı kalırlar sorusuna cevap verecek, akıldır.
Bu stratejik aklın Kürtlere vereceği tek bir cevap vardır, o da, Kürtler eğer birliklerini, ideolojik duruşlarını -ne olursa olsun- sağlayabilirlerse, statü kazanarak kaos sürecini sağlam atlatacaklardır. Ancak bu stratejik akıl Kürtler için şunu da demektedir; eğer Kürtler birliklerini sağlayamazlarsa, aynen 3 Ağustos 2014 tarihinde Êzîdîxan’da nasıl ki Êzidî insanlarımız soykırımdan geçirilmişler ise ve nasıl ki 16 Ekim 2017'de Kerkük elden çıkmış ise ve nasıl ki 20 Mart 2018'de Efrîn sömürgeci güçlerce işgal edilerek başka bir soykırım halkımıza yaşatılmış ise bu kez tüm Kürtlerin bu soykırımı yaşamaktan kendilerini kurtaramayacaklarını söylemektedir.
Evet, Stratejik Akıl bize bunu söylemektedir. Bu stratejik akla göre bir daha yüz yıldır yaşadığımız gibi acıları sürekli bir kader gibi yaşamamak için gerçekten de tek bir yol vardır; ulusal birlik. Ulusal birliğin, hiçbir halkın ona bizim kadar muhtaç olmadığını bilerek, var gücümüzle, gerekirse kendimizin bireysel çıkarlarından da taviz vererek, sağlanması umuduyla…