Türkiye Cumhuriyeti kurulduğundan beri darbeler, sıkıyönetimler ve olağanüstü rejimler halini aldı. Kapitalist sisteme entegre oldu. NATO’ya girdi. Sözde çok partili sisteme geçti ama bir türlü normalleşemedi, istikrara kavuşamadı. Erdoğan da iktidara geldiğinde AB’ye girme sözü verdi. Reformlar yapacaktı. Ancak sonunda geldiği nokta 12 Eylül askeri darbesini aratır oldu. Türkiye neden rahatlayamıyor, normalleşemiyor? Denebilir zaten kapitalizmin bunalımları süreklidir, Türkiye de bundan payını alıyor. Ama Türkiye’deki sorun bununla sınırlı değil. Nasıl ki, ekonomik krizler yapısal olarak kapitalizmden kaynaklanıyorsa Türkiye’deki faşizm, darbeler vb. cumhuriyetin kuruluş şeklinden kaynaklanıyor. Cumhuriyet başta Kürtler olmak üzere halkların inkarı ve soykırımları üzerinden yapılandırıldı. Böyle olunca sürekli bir kriz hali ve devleti koruma her şeyin önüne geçti. Devleti koruma veya kutsallaştırma halkların insanca yaşamından ve özgürlüklerden hep önde oldu.
Erdoğan Türkiye’yi AB’ye taşıyacaktı. Kürt sorununu çözecekti. 2005’te Diyarbakır’da Kürt sorunu benim de sorunumdur, demişti. Kürtler, Liberal kesimlerden geniş bir destek almıştı. Avrupa’yı inandırmaya çalıştı. Bahçeli’ye „kafatasçı, kandan besleniyorsun“ diyordu. Daha da ileri giderek „milliyetçiliği ayaklarımızın altına aldık“ dedi. Şimdi ise Bahçeli’ye övgüler dizmekten bitap düşmüş. Türkiye’yi yöneten asıl felsefe ve politika Bahçeli’nin ırkçı, faşizan zihniyetidir. Erdoğan aslına döndü. Bahçeli bir denetimci gibi şimdi Erdoğan ve hükümeti denetliyor. Ergenekonla birlikte Türkiye’nin kaderini çiziyorlar.
Erdoğan iktidara öyle bir yapıştı ki, onlarca yıl demokrasi mücadelesi verenlerin tüm kazanımlarını yerle bir etmeye başladı. Türk işi başkanlık sistemini dayattı. Sözde koalisyonları önleyecek, siyasi istikrarı sağlayacaktı. Şimdi MHP olmadan adım atamıyor. Son seçimde, şimdi de yerel seçimde MHP ile ittifak yapmak için taviz üstüne taviz veriyor. Erdoğan ve şürekası başta Kürtler olmak üzere tüm demokrasi güçlerini bertaraf etmek için sürekli bir saldırı yürütüyorlar. On bini aşan Kürt tutsak var. AİHM Selahattin Demirtaş hakkında verdiği tahliye kararını açıkça tanımayacağını söyledi. Ortada hukuk diye bir mevhum bırakmadı. Mahkemeler iktidarın elinde muhalefeti bastırmanın silahı haline getirilmiş.
Bütün bunlara rağmen Erdoğan neden rahatlayamıyor? İçeride ve dışarıda savaşı dayatıyor. Saraya oturdu. Tüm devleti ele geçirdi. Buna rağmen ayrı, paralel ve kendi derin devletini de yarattı. Neden hala korku içinde, sürekli saldırı halinde?
Faşizm huzur bulur mu? Bulmaz. Hele bütün basını ve ekonomik kaynakları, istihbarat örgütlerini vb ele geçirdiği halde hala halkın yüzde elliden fazlasının oyunu alamıyorsa nasıl rahat olsun ki? Rahat olsaydı tekrar Bahçeli’nin ayağına gider miydi? Kürtlere belediyelerinizi tekrar kayyumla, zorla alırım der miydi? Cumartesi Anneleri’nin etkinliğini yasaklar mıydı? Açlık grevi yapılan parti binalarını basar mıydı? Ki, açlık grevleri dünyada en masum ve hiçbir şiddet öğesini barındırmayan eylemlerdir. Meşruluğu tartışılamaz. Ama faşizmin sorgulamasına yol açan, en meşru zemindeki eylemleri bile tehlikeli sayıyorlar. Halk sokağa çıkıp hakkını arayamıyor. Devlet tüm kurumları ve basınıyla halkın üzerine saldırtılmış durumda. Topluma nefes aldırtılmıyor. Bunun için muhalefet olabilecek her sese ve eyleme düşmanca saldırıyorlar. Çünkü halka güvenmiyorlar. Köreltici bir dezenformasyon ve kara propaganda hakim. Erdoğan en iyi savunma saldırıdır deyip baskıyı tırmandırıyor. Suriye’ye savaşı dayatıyor. Hükümetin tehlikeli oynadığı açık. Bunun için tüm demokrasi güçleri, kadınlar, gençler, ezilenler, işsizler, bu sistemden zarar görenler inadına direnmeli ve faşizmi durdurmalıdırlar. Her geri adım veya beklenti sadece faşizme zaman kazandırır ve yeni saldırılara zemin hazırlar. Faşizm merhamete gelmez, özgürlük alanları açmaz. Tek çözüm ve cevap daha büyük direnişler ve her koşulda örgütlenmekten vazgeçmemeyi gerektiriyor.
Ahmet ve Mehmet Altan kardeşler de Erdoğan’ın hedefi oldular. Altan kardeşler kendi anlayışları doğrultusunda demokratik bir mücadele yürüttüler. Görüşleri eleştirilebilir. Erdoğan iktidara geldiğinde kendisine destek verdiler. Türkiye AB’ye girer, demokratik kazanımlar güçlenir diye inanıyorlardı. Ancak Erdoğan despotizme kaydıkça onlar da eleştirel bir tutum aldılar. Babaları Çetin Altan gibi belli bir birikimleri ve kültürel düzeyleri vardı. Yıllarca yazıp çizdiler. Bu ülkede bir renktiler, bir zenginliktiler. Erdoğan, Altan kardeşleri hedefledi ve ağır suçlarla itham ederek hapishaneye attırdı. Bu ağır haksızlık adeta unutturuldu. Edebiyat ve basın dünyasında, herkesin gözü önünde olan bu insanlar böyle unutulmaya terk edilirse sıradan insanların hali ne olur? Altan kardeşler ve onlar gibi olan değerlere sahip çıkma ve unutulmalarını engelleme hem bir demokrasi mücadelesinin gereğidir hem de bir vefa göstergesidir.
Kaynak: Yeni Özgür Politika