Bizler için sanırım hiçbir Mart, 2019 Mart ayı kadar anlamlı ve güzel olmadı. Özgür yaşam yolunda Newroz‘a her gün direne direne ilerliyoruz. 1990‘lı yılların başlarında olduğu gibi direniş, etrafında büyük coşku yaratarak ilerliyor. Özellikle Bakurê Kurdistan‘da bunu gözlemlemek mümkün.
Newroz‘un ruhu olarak direniş, seçim çalışmalarını da daha fazla anlamlı kılıyor. Seçimin başarısını yapılan anketlerden görmek mümkün. Seçim çalışmalarında, açılan seçim irtibat bürolarında halkımız, direnişin ruhuyla toparlanıyor ve direnişe olan bağlılığını, Kürdistan‘da uygulanan soykırıma karşı öfkesini, mücadeleyi yükselterek gösteriyor. Bu da direnişin açığa vurduğu önemli bir zemin haline geliyor.
Strasbourg‘daki direnişimiz 91 güne ulaştı. Direnişin açığa çıkardığı sonuçların, kazanımlara dönüştüğünü görmek çok önemli. Direnişin açığa çıkardığı kazanımları görmek ne kadar önemliyse, direniş ile birlikte açığa çıkan eksiklikleri gözlemlemek ve onları ifade etmek de o kadar önemli. Direnmenin ana yönü; mücadele etmeyen, mücadele dışında kalan, köleci yaşamı kabul eden anlayışa karşı bir tavır geliştirmektir. Bu, direnişimizin en önemli boyutlarından biri, direnişimize karakter veren bir özelliktir.
Dolayısıyla, bunu görmek, bunu sürekli düşünmek, onu dile getirip pratikleştirmek; bedeni hücre hücre özgürleştirmek kadar önemlidir. Böyle ele almazsak, direnişi anlamlandırmada yetersizlik yaşayacağımız kanısındayım.
Zindandaki arkadaşlarımız direnişi anlatmakta bizim kadar avantajlı değiller. Koşullarını hepimiz biliyoruz. Zindandaki arkadaşlarımız ölümüne direniyor, devleti zorluyor ve toplumu vicdani muhasebeye sevk ederek, harekete geçiriyor. Ama hakikati dile getirmek ve onu eyleme dönüştürmek açısından, oldukça zor koşullar içerisindeler. Biz Strasbourg direnişçileri, direnişin bu yönünü tamamlayabiliriz. Dilimiz döndükçe direnişin hakikatini anlatacağız ve eksikliklere karşı da tutum geliştireceğiz.
Tüm direnişler, biçimi ve koşulu ne olursa olsun evrenseldir. Peygamber geleneklerinden isyancı geleneklere kadar, özgürlük için atılan tüm adımların özelliklerini bir direnişte ifade etmek mümkündür.
Bütün direnişlerde olduğu gibi bu direnişte de tarih ve efsaneler kendisini yenileyerek canlanıyor. Hakikat ufkumuz açıldıkça, özgürlük yaşam içinde bir alan buldukça hakikate giden yol daha belirgin hale geliyor.
Bu noktada Eyüp Peygamberin sabrını hatırlatmak yerinde olur. Bütün olumsuzluklara rağmen, Eyüp Peygamberin sabrının kaynağı mücadelesine olan inancıydı. İnançlı olmasaydı belleklere ‘Eyüb’ün sabrı’ olarak geçmezdi. Eyüp peygamber sonuçta kazanacağına inanıyor ancak sadece inanmıyor sabırla, nefsini terbiye ederken, mücadele ederken zamanın her anında kazandığını da görüyor ve biliyordu. Bedeni erirken, dünyanın maddi bağımlılıklarından kurtularak özgürleştiğini ve toplumu özgürleştirdiğini de görüyordu. Mücadelesinin her adımında hakikati görünür hale getiriyor ve toplumuna özgürlük alanı açıyordu.
İmralı zulmünde Önder Apo’nun duruşunu büyük bir sabır mücadelesi olarak anlamlandırabiliriz. Önder Apo’nun neye ve kimlere karşı sabrettiğini anlamak önemlidir. Önder Apo, özgür Kürdistan amacıyla yola çıktığında ilk yaptığı şey inançsızlığa karşı savaşmaktı. Yürüyüşü boyunca attığı her adımda bu inançsızlığı kırdı ve özgür Kürt kimliğini an be an oluşturdu. İşte tam bu noktada kendisini geriye çeken, mücadelesinden alıkoyan ve karşısında duran ne varsa bütün olumsuzluklara karşı büyük bir sabır ve dirayetle direndi. Şimdi dünyanın en zor koşullarında sabır direnişini sürdürüyor. Tecrit ise aslında tam bu noktada her türlü inançsızlığa dayanarak sürüyor.
Direnişimiz üçüncü ayına girerken, herkesin dikkatini Önderlik direnişine çekmeye ihtiyaç duyuyoruz. Önderlik direnişini tekrar tekrar anlamaya ve derinleştirmeye ihtiyaç var. Bunun yeterince geliştirilemediği ve inançsızlığın sinsice direnişimize karşı ciddi bir engel oluşturduğunu belirtmek gerekir. Direnişimizin moral kaynağı her şeyden önce inançtır. Önder Apo’nun direnişine ve bu direnişin özgür Kürdistan, özgür toplum, özgür kadın ve özgür insanı yaratacağına duyduğumuz sarsılmaz inançtır. Şart ve koşullar ne olursa olsun, Önder Apo’nun direnişi kazanıyor ve kazandırıyor. Bizler Önder Apo’nun direnişine katılarak özeleştiri yapıyoruz. Direniş karşısında bir sorgulama başlatarak, herkesi bir an bile olsa özgür yaşamaya davet ediyoruz. Her Kürt ferdi Önder Apo’nun sabrı ve direnişi karşısında kendisini sorgulayarak, direnişin bir halkası olması gerekirken, dışında kalmasını nasıl izah edeceğiz? Halen tecritin kırılacağına, faşizmin yıkılacağına ve Önder Apo‘nun özgürleşeceğine içten içe duyulan inançsızlıktan başka bir sebebi var mıdır bunun? İnançsızlık, direnişimizin en önemli engellerinden bir tanesi olarak karşımıza çıkıyor.
Bu direniş sadece bizim şahsımızda değil, toplumun tüm bireyleri şahsında özgürlük için bir sorgulama başlattı. Tecrit ve soykırım, bizzat kişiliklerimizde örgütleniyor. Yetersiz yoldaşlık biçiminde, mücadelesizlik ve sessizlik biçiminde açığa çıkıyor. İnançsızlığın kendisini gösterdiği noktalardan bir tanesi budur.
Toplumun önemli bir kesimi, Bakurê Kurdistan‘da olduğu gibi, şartlarına ve koşullarına göre ‘sözün bittiği noktadayız’ deyip eyleme geçiyor, yaratıcı eylem ve direniş biçimleri belirliyor. Ancak, bu işin öncüsü ve çalışanların bir kısmının sadece doğruları ifade etmekle yetinip bir şey yapmamaları ya da pratik değeri olan bir çaba içine girmemelerinin inançsızlıkla doğrudan bağı vardır. Sanki herkesin görevi sadece doğruları söylemek ve anlayış vermek, sanki sorgulama sadece kendileri için değil başkaları için geçerli. Sanki onların özgürlüğe ihtiyaçları yok. Yanı başında amansız bir direnişle kendisini hücre hücre özgürlüğün özeleştirisine yatıran yüzlerce direnişçi varken, hiçbir şey değişmemiş gibi günlük yaşamın işleri peşinde koşmak gerçekten bir aymazlıktır. Önder Apo, bunu ‘münafıklık’ olarak tanımladı.
Direniş, bahsettiğimiz bu münafıklığa karşı gelişirken, kimi çevrelerden ‘şimdiye kadar yapılanlar yeterlidir, yeterince kazanımlar elde ettik, fazlası da gerçekçi değil’ gibi değerlendirme ve düşünceler gelişiyor. Bu tarz söylemlerle münafıklık durumu bir kez daha kamufle edilmek ve direnişe katılmama bu biçimde izah edilmek isteniyor. Tek kelimeyle; ‘nerede ve kim olursa olsun artık bu belirsiz kimlikle yaşayamazsınız ve özgürlük mücadelesi içinde değer göremezsiniz’ diyoruz.
Aynı şey bu direniş yöntemini yetersiz görüp başka yöntemleri öne sürenler için de geçerlidir. “Bu yöntem tecriti kırmaya yetmiyor, toplumu harekete geçirmiyor” diyerek daha kestirme yollara başvurma istemi de bir açıdan direnişin şu ana kadar yarattığı kazanımları görmemek, direnişe ve sonuç alıcılığına inanmamak anlamına geliyor.
Böyle kritik bir süreçte, Kürdistan‘ın dört parçası ve diasporadaki Kürtler başta olmak üzere toplumun neredeyse dörtte biri direnişin yanında saf tutarken, direnişin kendine özgü biçimlerini -direnişimizin etrafında- yaratırken, bunu görmemek, bunun coşkusunu yaşamamak direnişi daraltmaktadır. Bu tutum sahipleri, özünde direnişe tecriti dayattıklarının farkında değiller! Tecriti ve teslimiyeti meşrulaştırdıklarının farkında değiller.
Biz ‘açlık’ biçiminde direnen arkadaşların tümü, “herkes aç kalsın” demiyoruz. Önderliksiz bir yaşamın artık mümkün olmadığını herkesin kavraması gerektiğini söylüyoruz. Özgürlüksüz bir yaşamın gerçekten bir anlamının olmadığını ifade ediyoruz. O zaman ne yapmalıyız? Önderliği günde 10 dakika da olsa düşünebilme olanağını nasıl yaratmalıyız?
Herkes bu soruya kendisinden başlayarak cevap aramalıdır. Bu, büyük bir direniştir. Direnenler, özgür yaşamı az da olsa soluyor, bunun moral ve coşkusunu yaşıyor. Bedeli ne olursa olsun, eğer az da olsa direniş bizi Önderliği anlamaya sevk etmişse, sadece bunun için bile direnilir. Bunun için direniş güzeldir. Çünkü biz biliyoruz ki, sadece bunun için bile direniş tutumu içinde olmak, insanı iç sorgulamaya götürür, gerçekten pratik değeri olan bir özeleştiri açığa çıkarır. Pratik değeri olan bir özeleştiri, toplumu harekete geçirir. Topluma güvenmeliyiz.
Toplumun tek bir isteği var: Önderliği gibi özgür yaşamak istiyor ve direnenlerin yanında saf tutuyor. Elbette yüzbinler aynı anda sokaklara çıkmıyor. 2012 koşullarında, 2006 koşullarında bu mümkündü. Ama faşizm soykırım politikalarını o kadar derin ördü ki, bu tarz bir direnme beklemek yanılgı oluşturabilir. Kürdistan‘da oluşan çoşkuyu, direnişin en önemli sonucu olarak değerlendirmek gerekiyor.
Mesele, seçim değildir. Seçim de direnişin bir kalesidir. Direniş tutumu seçimi yüzde yüz başarılı kılarak, halkımızın katılımını sağlıyor. Daha önce de “seçimi bir direniş biçiminde yürütürsek, faşizmi yıkmamız mümkündür“ çağrısında bulunmuştuk. Şimdi bu pratikte kanıtlanıyor.
Elbette direnişin kazanımı sadece faşizmi geriletmek şeklinde açığa çıkmıyor, toplumu özgürlük tutumuna da sevk ediyor. Bütün inançsız, kararsız yaklaşımlara rağmen, toplumun inadına direniş içerisinde yer alması, özgürce yaşam istemi ve özlemi açığa çıkarıyor. Burayı görmek önemlidir.
Biz bu aşamada herkesin bu tutuma bakmasını öneriyoruz. Önderliğin baktığı yer burasıdır, halkın özgürlük talepleridir. Önderliğin yaşadığı bir anı bile sorgulama zemini haline getirip bir tutuma dönüştürebilirsek, biz bütün toplumu etkileme gücüne ulaşırız. Şikayet eden, sızlanan, gizliden gizliye “Faşizm güçlüdür. Ne yapabiliriz? Toplum bir şey yapmıyor“ diyen anlayışlar, gerçekten teslimiyeti kabul eden anlayışlardır.
Bu anlayışlara çağrımız şudur: “Bu tutumdan artık vazgeçin. Ne içimizde, ne Kürdistan’da ne de başka yerde bu tutumla yaşamanın olanağı vardır. Biz bu yaklaşımların mücadelemizi geriletmesine, yetmez yoldaşlık olarak “köleliği, soykırımı, tecriti meşrulaştırmasına izin vermeyeceğiz. Halkımız ve dostlarımız buna izin vermeyecektir.
İnanmalıyız. İnancımızı da an be an direnişimizin açığa çıkardığı kazanımlarla perçinlemeliyiz. Özgürlük alanlarının çoğalmasına, insanların gözbebeklerindeki direniş ışığına bakmalı; bunun sonuçlarını görmeliyiz. Böyle görürsek uzun vadeli direnebiliriz.
Faşizm konuşmamızdan, tutum almamızdan korkuyor. Bu direnişin karakteri budur. Biz 20–30 kiloya düşsek bile konuşmaya devam edeceğiz. Hakikati, faşizmin iç yüzünü anlatacağız. Özgür yaşamın güzelliklerini farkını dilimiz döndüğünce anlatacağız. ‘Katılım yoktur, katılmıyorlar’ demek yanılgıdır, kendi pasif duruşunu meşrulaştırmak, direniş gündemine girmemektir.
En tepeden en alta kadar direnişi doğru anlamayanlara da, yapılması gerekeni sadece bir çağrı ile sınırlayanlara da toplum gereken cevabı verir.
Küçücük çocuklar 90‘lı yıllardaki serhıldan ruhuyla seçim arabalarının arkasından koşarak tavırlarını açığa çıkarırlar. Yıkılmış kentlerimizde, o yıkıntıların altında henüz kurumamış kanlarımızı unutmadan haykıra haykıra, kapı kapı dolaşarak direniş çağrısı yapar. İnanmayanlara, “başka türlü davranılması gerekiyor” diyenlere sadece buraya bakmaya öneriyoruz.
Bizimle o çocukların arasında bir direniş bağı var. O çocuk bizi anlıyor, ama inançsızlar anlamıyor. Çünkü inançsızlık körlüktür, kendi dışında bir dünya tasavvur etmemektir. Körlüktür, direnişin yanında saf tutan toplumun du duruşunu stabilize etmektir. Korkmaktır yani. Biz de soruyoruz, “Neden ve kimden korkuyorsunuz? Korkulacak ne var?
İnançsızlar şunu bilsinler ki, bu tutumlar sadece şartlarımızı zorlu kılar. Bizi sevenlerin bize gerçekten bağlı olanların, bizi anlamaya çalışanların yapacağı tek şey bu olmalıdır. Direnişimizi ve yarattığı sonuçları doğru anlamak ve gereklerine göre yaşamak!
Kaynak: Yeni Özgür Politika