Hüseyin Çelebi’nin anlatımıyla Palme cinayeti sonrası süreç…

Kaldığım hücrede tam bir izolasyona tabii tutuldum, 24 saat boyunca yalnız kaldım. Üç aylık tecridin ardından BKA’dan gelenler bana “Artık konuşma vaktin gelmedi mi?” diye sordu…

15 Şubat 1988 günü benim açımdan kolay kolay unutulacak bir gün değil. Her ne kadar bize yönelik baskı ve takipler 1987 yılına tekabül etse de bu süreç çok daha önceden zaten başlamıştı. Kriminalize edilmemiz amacıyla cadı avı ve linç kampanyası aslında 1980’ler ortasından itibaren güçlü şekilde yürütülüyordu. Örneğin Hamburg’da Faruk Bozkurt olayı gerekçe yapılarak ve 1 Ocak 1987 günü 129a maddesi gerekçe gösterilerek PKK’ye yönelik “yabancı terör örgütü” suçlamasıyla soruşturma başlatıldı. (Hamburg’daki Türk konsolosluğuna bomba koyacağı iddiasıyla haksız yere tutuklanan Faruk Bozkurt, 2002 yılında HPG saflarında şehit düştü: https://anfturkce.com/kurdIstan/hpg-gerillasi-bozkurt-anildi-86291)

1984 yılında Köln’deki Türk konsolosluğunun işgal edilmesi olayının ardından Dev Sol yasaklandı, o sıralarda bizim de takip altında olduğumuz söylendi. Ancak bana kalırsa bize yönelik takip süreci İçişleri Bakanlığı’nın 1983’te yaptığı “gerekirse PKK de yasaklanır” açıklamasıyla başladı. Fakat 1987’nin başında Hamburg’daki soruşturmayla baskılar en üst boyuta çıktı. Bu tarihten Şubat 1989’daki tutuklamalara kadar ki zaman aralığına da bakıldığında bu baskıların perde arkasının daha iyi anlaşılacağını düşünüyorum.

Şu anda PKK’ye yapılan saldırıların üç ayağının bulunduğunu düşünüyorum. Ama bundan önce 1984 yılına gitmemiz gerekiyor. PKK 15 Ağustos 1984 günü silahlı mücadeleye başladığında Türk devleti “72 saat içinde onları yok edeceğiz” diyordu. Ancak bitirilmesi için hesaplar yapılan özgürlük mücadelesi tam tersine dalga dalga büyüdü. Bundan dolayı 1988 yılı için hazırlık yaptılar, çünkü o yılı kendileri açısından “kader yılı” olarak görüyorlardı. Aynı şekilde 1986 yılında gerçekleşen PKK’nin 3. Kongresi’nde de 1988 yılına dikkat çekilerek, kapsamlı hazırlıkların yapılması kararlaştırıldı. Özgürlük mücadelesi 1987’de bazı eylemlerle 1988’in hazırlıkları içindeyken, Türk devleti de karşı saldırıları için düğmeye bastı. Bu bağlamda 1988’deki saldırıları ele almak gerekiyor.

PKK’YE SALDIRILARIN ÜÇ AYAĞI…

Şimdi az önce dile getirdiğim saldırı konseptinin üç ayağına gelirsem, birincisi; PKK’nin askeri olarak bitirilmesiydi, zaten 1987’in sonlarına doğru Türk devleti gerillaya karşı kapsamlı saldırılar başlattı. İkinci ayak da BRD (Batı Almanya Federal Cumhuriyeti)’deki saldırılardı, bunu zira kendileri de “hareketin dış bağlantıları kesilmeli” şeklinde dile getirmişlerdi. Bununla hedeflenen ise bir daha canlanmayacak şekilde dışarıdan harekete verilen desteği kesmekti.

Biraz daha perde arkasına dair bilgiler vermek gerekirse, Türk devleti temsilcilerini 1985 yılından bu yana BRD’ye göndermeye başladı. Çünkü BRD’de 400 bin civarında Kürt yaşıyordu ve bunların önemli bir kısmı aktif biçimde maddi ve manevi olarak özgürlük mücadelesinin yanındaydı. Bunu engellemek istediler, bu gaye ile de BRD de Türkiye’nin yanında olmak için 1988’deki tutuklamaları gerçekleştirdi. Ondan önce İsveç Başbakanı Olof Palme’nin öldürülmesiyle bize karşı başlatılan bir linç kampanyası zaten vardı. Bu linç kampanyası kısa bir sürede başta İsveç ve Almanya olmak üzere bütün Avrupa’ya yayıldı. Kürt, Türk hatta bazı Alman sol grupları da bu kampanyaya dahil ettiler.

PKK’ye yönelik saldırıların üçüncü ayağı da hala kapsamını tam olarak anlayamadığımız PKK’nin iç yapısına yönelikti. Türk devletiyle bağlantılı sızmalarla örgütün hedeflerinden saptırılması ve zaman içerisinde tasfiye edilmesi amaçlandı. Sözüm ona “Demokratik bir PKK” için hazırlıklar yapıyorlardı. Toparlarsam, gerçekten de saldırıların bu üç ayağı birbiriyle bağlantılı olarak yürütülüyordu; 1987/88 kışındaki askeri operasyonlar, 1988’in başındaki tutuklamalar (Almanya’daki operasyon) ve 1988’in sonbaharında bize karşı harekete geçirilen grup. “Kader yılı” diyeceğimiz o süreçte böyle saldırılarla sonuç almak istiyorlardı.

NEDEN GÖZALTINA ALINDIĞIMIZI SÖYLEMEDİLER

Peki kişisel olarak ben bu sürecin içine nasıl girdim? SEK birlikleri (özel timler) kapıları kırıp içeri girdiğinde ben Köln’deki Kürdistan Komitesi’nde oturuyordum. Bize neden gözaltına alındığımızı söylemeden hepimizi alıp Emniyet Müdürlüğü’ne götürdüler. Ertesi gün gelen avukatım da doğru dürüst bilgi sahibi değildi, bana sadece “Federal Başsavcı’nın açtığı bir soruşturma nedeniyle sizi alıp Karlsruhe’ye götürecekler, hakkınızda bir tutuklama kararının çıkmasını bekliyorum” dedi. Zaten takibinde de helikopterle Karlsruhe’ye götürüldük ve tutuklama hakiminin karşısına çıkarıldık, orada sadece federal başsavcının bir temsilcisi vardı. Bana tutuklama kararını okuyan hakim bana şu suçlamalar yöneltti; 129a maddesine göre “yabancı bir terör örgütüne üye olmak”, zorla alı koyma ve cinayete teşebbüs. Diğer arkadaşların neyle suçlandığını bilmiyordum, çünkü Karlsruhe’ye varır varmaz, bizi birbirimizden ayırdılar.

AĞIRLAŞTIRILMIŞ TECRİT GÜNLERİ…

Suçlamaları duyunca çok şaşırdım, özellikle de Federal Başsavcı’nın PKK’yi “yabancı bir terör örgütü” olarak nitelendirmesi karşısında. Daha sonra da hakkımda verilen tutuklama kararının gereği olarak Wuppertal’daki cezaevine gönderildim. Gerçeği söylemem gerekirse, ilk şoku atlatmam birkaç gün sürdü. Tutuklama kararını baştan sonra birkaç kez okumama rağmen, aklıma yatmayan bir sürü şey vardı. Bana göre bunun nedeniyse, önce gözaltı ardından da gelen tutuklamaya hazırlıksız olmamdı. Kaldığım hücrede ise tam bir izolasyona tabii tutuldum, 24 saat boyunca yalnız kaldım, 1 saat havluya çıkartılıyordum, orda da yalnızdım. Sadece üniformalı insanlar görüyordum, onların sayısı da üç ve dördü geçmiyordu. Yargılamaların ilk aşamasında ne gazete ne kitap ve ne de radyo hakkın var, her şeyden tamamen izole ediliyorsun, sanırsam bu süreç üç ay sürdü.

Üç ayın sonunda ise birdenbire BKA (Federal Emniyet Müdürlüğü)’dan gelip bana “Artık konuşma vaktin gelmedi mi?” şeklinde bir soru yönelttiler. Amaçlarının bana karşı eksiksiz olarak uyguladıkları izolasyonla siyasi sonuçlar elde etmek olduğunu anladım. Ben o 3 ay boyunca kimseyle konuşmadım, arkadaşlarım başına ne geldiğini, dışarda olup bitenlerden bihaberdim. Bana karşı fiziksel bir işkence yoktu. Cezaevine çıktıktan sonra Türkiye’de ağır işkenceler gören arkadaşlarla konuştuğumda, aslında bana uygulanan psikolojik işkenceyle onların gördüğü fiziksel işkence arasında pek farkın olmadığını anladım. Çünkü her iki işkence yöntemi senin teslim almayı amaçlıyor.

SADECE ALMANCA ÇEKEBİLEN RADYO VERDİLER

Hakkımızdaki iddianame hazırlanınca bizim cezaevinde nasıl tutulacağımıza ilişkin de 57 maddeden oluşan bir genelge çıkartıldı, bunlar yabancı bir tutuklunun cezaevi koşullarını kapsıyordu. O dönem bana gazete vermeye başladılar, Almancayı iyi bildiğim için bana Türkçe gazete okuma hakkımın olmadığını söylediler, sadece Almanca gazeteleri takip edebildim. Ancak sözüne ettiğim genelgeyle de bize karşı ağırlaştırılmış izolasyon sürdü, örneğin bize verilen radyo FM radyosuydu, hiçbir uzun ve kısa dalga yayını çekmiyordu, Almanca bilmeyenler için bu radyoların hiçbir önemi yoktu.

Ayrıca mektuplar da doğru-dürüst verilmiyordu, gazeteleri ise içinden bazı haberler kesildikten sonra alabiliyorduk. Ayrıca toplu avluya da o anda orada başka Kürt tutuklu ve hükümlüler olmaması halinde çıkarıldık, yine bu Almanca bilmeyen arkadaşlar için tecridin avluda da sürmesi anlamına geliyordu. Bu durumu Duran Kalkan bana yazdığı bir mektupta şöyle dile getiriyordu: “Sen bir kere, ben ise iki kere tutukluyum.” Çünkü ona Almanca söylenen hiçbir şeyi anlamıyordu, cezaevi içinde cezaevi hayatı yaşıyordu.

DAVAMIZ BİR PİLOT PROJEYDİ

Tabii yargılamalara yabancı değildik, Türkiye ve Kürdistan’daki cezaevlerinde direnen yoldaşların mahkemelerde yaptığı savunmaları, takındığı tutumları biliyorduk. Biz de o gelenekten geldiğimiz için duruşmalar başladığında zorlanmadık, kenetlendik ve ortak bir duruşun sahibi olduk. Mahkeme binasında ise bu yargılamalara özel olarak 8 milyon Mark tutarında ek bir bölüm inşa ettiler. Oranın bodrum katında 50 tutuklunun kalabileceği hücreler kurdular. Amaçları toplu yargılamalar gerçekleştirmekti, bizim davamız onlar için bir pilot projeydi. Bodrum katının içerisi deyim yerindeyse labirent gibiydi, 4 ay boyunca o bodrum katına götürüldüm, ama bir türlü giriş-çıkışları çıkaramadım, çünkü her seferinde bir başka çıkışı kullanıyorlardı.

Yargılamaların sürdüğü iki yıl boyunca bize canavar/öcü muamelesi yaptılar, bizi “çok tehlikeli teröristler” olarak lanse ettiler. Ancak bambaşka bir tablo ortaya çıktı. 20 insanı cam bölmelerin arkasında koyup yargılamaları ters tepti. Liberal kesimler bile bu duruma karşı çıkıyordu. Türkiye’nin sıkça eleştirilen kötü toplu yargılamaları burada tekrarlanmamalıydı. Yargılamaları gören herkes buranın bir Show amaçlı tezgahlandığını biliyordu. Kamuoyunun eleştirilerini bertaraf etmek için de 7 kişi serbest bırakıldı, 2 dava dosyası da kapatıldı. Ancak bu da işe yaramayacak, zaten şimdiden Rebmann “Bu dava Alman yargısının boyunu aştı” diyor.

* Bu yazı, Hüseyin Çelebi’nin Clash gazetesinin Haziran 1990 yılında yayınlanan sayısı için verdiği uzun bir söyleşisinden derlenip çevrilmiştir. Federal Başsavcı Kurt Rebmann’ın talimatıyla 1988’in Şubat ayında gözaltına alınıp tutuklanan Kürt devrimci ve yurtseverlerden olan Çelebi, iki yıl cezaevinde kaldı, ardından da tutuksuz yargılanmak üzere serbest bırakıldı. Ardından Kürdistan’a giden Çelebi, 11 Ekim 1992 günü Heftanin’de girdiği bir çatışmada şehit oldu.

 

https://anfturkce.net/kurdistan/engin-huseyin-celebi-nin-doludizgin-heyecan-dolu-ve-akiskan-bir-kisiligi-vardi-79215