Êzîdîler üzerindeki fermanların iç yüzü

Egemenliğin doğası Êzîdî inancına ve kültüründe oluşan değerlere karşıttır. Sahiplenmediği için bir daha yaşatmamak üzere yok etmeye çalışıyor.

Êzîdîler olarak kolektif bilince dayalı, bencilliği aşmış bir duamız var. Egemenliğin doğası bu büyük kültüre karşıdır. Bizim için ise devletlerin değil halkların desteği önemlidir.

Sadece hesaplandığı kadarıyla veya halkımızın bilinçaltına kazındığı haliyle, Êzdîler üzerine 74 ferman yaşandı, deniliyor. Herhalde özel savaş yöntemleriyle halkı göçertme, yerlerine zorla el koyma ve mağdur bırakıp talan etmeler, "küçük çaplı" ama etkisi büyük katliamları bunun dışında bırakıyoruz. Büyüklerimizin bahsettiği kadarıyla bazı fermanlar o kadar büyük olmuş ki düşman, etten bir duvar misali sıra sıra olmuş ve Şemal’den (Kuzey’den) Kıblet’e (Güney’e) kadar önlerinde ne varsa katledip kırıma uğratmış. Asıl dikkat çeken ise sadece önlerinde olan her yaştan insanları katletmemişler, aynı zamanda önlerine gelen tandırları (elde yapılan fırın türü), destarları (el değirmeni), ziyaret olarak bilinen kubbeleri, ağaçları, silavgeh denilen üst üste yığılan taşları bile yıkmış ve daha ismini sayamayacağımız her değeri yakıp yağmalamış ve kırmışlar. Yani maddi-manevi kültür adına ne varsa kırıma uğratmışlar. Peki neden halkımıza karşı bu kadar ferman? Tarihi okudukça, toplumların gerçeğini gördükçe, inancımızın köküne indikçe ve bunlara karşı egemenlerin, devletlerin politikasını çözdükçe Êzîdîlere olan bu katliamın ideolojik, politik sebebini daha iyi anlamış oluyoruz. Anladıkça da kendi gerçekliğimize daha çok bağlanıyor ve bu bağlılıkla Êzîdî gerçekliğinin daha çok korunması gerektiğine inanıyoruz.

EGEMENLERİN SAHİPLENME ÇABASI

Her şeyden önce okuyup öğrendikçe egemenlerin ilkleri sahiplenen yaklaşımlarının bu katliamda anlayış olarak rol oynadığını görmek mümkün. Çünkü egemenlik politikasında ilk buğdayı eken, ilk barınak kuran, ilk resim çizen, heykel yapan, geometriyi-matematiği-kimyayı-fiziği bulan, ilk felsefeyi geliştiren, ilk yazıyı bulan biz olmalıyız” anlayışının öyle gelişigüzel, sıradan bir algılayışla gelişmediğini ve bunu temel bir politika olarak bellediklerini görüyorum ve hatta bunlarla da sınırlı kalmayarak “bir sürü kelimenin kökeni bizim kültürden geliyor” diyerek dili bile kendilerinden başlatma gibi savlara başvururlar. Bu yüzden “güneş-dil teorisini” geliştirdiler. Bu yüzden "tarih bizden başlar" safsatasına başvurdular.

HER ŞEYİN YARATICISI EZDA

En ilginci ise insan zihniyetinde önemli bir çığır açan inanışları kendinden başlatma çabasıdır. “İlk tapınak bizde yapılmış, ilk ibadeti biz geliştirdik” diyerek bu konuda da insan inancı üzerinde hükmetme gayreti içerisine girerler. Bu konuda yanıldıklarını vurgulamak isterim. Bunu ispatlayabilirim de. Êzîdîliğin soy inancı Ezda kelimesine dayanmaktadır. Ezda kelime itibarıyla “tanrı beni verdi” ya da “tanrı beni yarattı” anlamındadır. Zaten genel Kürdistani kültürde ve doğal olarak Kurmancîde “Xwedê mın daye” inancı yaygın olmalı ki her bölgede bu kelime Ezdalıkla eşdeğerde kullanılır. Dilimize yansıyan bu kültür çok ama çok eskilere dayanır. Halen Kürdistan’da çocuklar doğunca “Xwedê da” denilmektedir. Bu sözcüğü araştırdığımızda öylesine sarf edilen bir söz olmadığını, bu söylemin kökeninin Ezdalığa dayalı olarak kullanıldığını görürüz. Burada asıl olarak her şeyin yaratıcısının Ezda olduğu vurgulanmaktadır. Doğal olarak ilk yaratıcı gücün yani tanrının Ezda olduğu anlaşılıyor. Tabii bunları belirtirken bizler de “o halde tanrı ilk önce Êzîdîleri yarattı” diyen egemenlikçi mantıkla yaklaşmayacağız. Egemenlerle aynı yaklaşıma girmeyelim diyerek de inancımızın kökeninin Yahudilikten de eski olduğunu görmezden gelip inkâr edemeyiz.

XÊR, XÎRET, XILMET

Bu yazının meramı ilklere nasıl imza attığımızı göstermek değildir; bu katliamların sosyolojik gerçeğini irdelemek ve güncel politikadan ziyade tarihsel bağlamdaki politik nedenlerini açığa çıkarmaktır. Buna göre egemenliğin nasıl da büyük bir yalanla ilkleri sahiplendiğini, sahiplenmeye değer görmediklerini de büyük bir kırımdan geçirdiğini ifşa etmek kadar önemli bir görev olamaz. Ayrıca egemenler orijinali çalıp kendilerine mal etmede maharetli oldukları kadar orijinali saptırıp kendilerine benzetme konusunda da maharetli. Orijinali bozguna, bozuntuya uğrattıkları kadar onların varlıklarını kabul ettiklerini tarihi araştırmalarda öğrenmiş bulunuyoruz. Peki biz Êzîdîler ilk halimizde miyiz, diye sorulabilir. Kuşkusuz kapitalist modernitenin orijinali bozma konusunda yürüttüğü faaliyetlerin bir mağduru da bizim kültürümüzdür. Asıl konu; her şeye rağmen bütün yalınlığıyla Êzîdîlik geleneğinde yaşatılan kültürün bugün egemenleri rahatsız ettiği gerçeğidir. Egemenler, ne kadar maharetli olsalar da ilkleri, yani kültürümüzün orijinalini bozma gücünde olamıyor. İşte bu konuda kahroluyorlar ve bu öfkeyle Êzîdîliğe yöneliyorlar. Örneğin bizim inancımızda xêr (iyilik yapmak), xîret (gayret) ve xilmet (hizmet etme) gibi üç kutsal kültürel dayanışma örneği var. Bugün kapitalist modernitenin tüm yönelimlerine rağmen bu kültür ana damar gibi akıp gitmektedir. Her ne kadar xîret ve xilmet olgularında esas olan boyutta biraz gevşeme varsa da xêr olgusunda hiç kimse, hiçbir yönelim bir saptırma yapamamıştır.

SÜREKLİ XÊR DAĞITILIR

Bugün en fakir ailemizde bile ölüsü olduğunda xêr dağıtırlar. Hem de yıl boyunca, hem de ölünün her yıl dönümünde kusursuz olarak büyük iyilikler dağıtılır. Kırkında büyük iyilikler ve hizmetler yapıldığı gibi 9 ay boyunca da haftada iki defa ve 11 ay boyunca ay başında xêr dağıtılır. Ölünün yaşındaki herhangi birinin elbisesi getirilir ve bu elbise ev sahibi tarafından yıkanır, sonradan bu elbise içerisine şekerleme türü şeyler konularak tekrar sahibine iade edilir. Aynı şekilde bir çanta dolusu yeni elbise alınır, ölünün tüm elbiseleri de aynı yaştaki insanlara verilir. Yine bizim önemli kutsal günlerimizde de xêr dağıtılır. Bu iyilikler yapıldığında her seferinde kurbanlar kesilerek, yemekler pişirilerek açlara, yoksullara dağıtılır.

ÖNCE 72 MİLLETİ, SONRA BİZİ DE KORU

Rêber Apo, neolotik kültür içerisinde “asıl olarak burada bayramlar fazlalığı dağıtmak için yapılmaktadır” şeklinde belirliyor. Yani fazlalık tamah getirdiğinden kimde fazla ne varsa onu dağıtması yönünde bir inanışla o kadar iyilik dağıtırlar. Yılda onlarca büyük bayramımızın olması bu kültürün bir getirisidir. Aynı şekilde bizim dualarımızda da kendinden önce başkasını düşünme kültürü vardır. Örneğin bütün dualarımızda yüzümüz güneşe dönük olarak “yarabbi, 72 milleti koru, sonra bizim milleti de koru” diyen kolektif bilince dayalı, bencilliği aşmış bir duamız var. Tanrıyı sadece kendi dinine hapsetmiş, sadece bizim hizmetimizde olmasını isteyen bir kültür yoktur. İnancımızda birbirini sorma olduğu kadar, birileri için var olma kültürü de yok olmamıştır. Egemenler, bu kültürü kendilerine alamadıkları için son hızla bu toplumu yok etmeye çalışıyor. Bu kültürü kendilerine alamazlar, çünkü bu kültürü kendilerine mal etseler, alışılageldiği gibi bu kültürü kendi “ilkleri” arasına alsalar o zaman egemenlik yapamazlar. Egemenliğin doğasında iyilik yapmak yoktur. Egemenliğin doğası bu büyük kültüre karşıttır. O halde bizim ilke değerindeki bu ilklerimizi sahiplenmediği için ne yapacak? Geriye yapacak tek bir şey kalıyor, o da bu kültürü bir daha yaşatmamak üzere yok etmektir. Ondan dolayı Êzîdîliğin her bir maddi-manevi kültürü bir saldırı gerekçesi olmaktadır.

YOK ETME ZİHNİYETİYLE SALDIRDILAR

İşte bu yüzden bu kök kültür birilerini dininden imanından çıkararak vahşice, canice yönelmesine sebep olmaktadır. İslamiyet adına çıkan DAİŞ canileri de bu kültür yaşadıkça kendi sahte İslamcılığına gölge düşürüleceğini bildiği için başımıza ferman kaldırdılar. Onun için onlar da silindir gibi geçerek bunu yok etme telaşına düştüler. Onlara göre ilkleri yaratan ve yaşatan kültürün ana soy kültürünün sahibi Êzîdîler olmamalıydı. Cennetin ilk sahibi de onlar olmalıydı ve cehennemi yaşatan da ilk onlar olmalıydı. Tanrı rolüne soyunan bu cani güruh kıyamet gününü andıran pratikleriyle tıpkı Osmanlıların yaptığı gibi Êzîdîleri Kıblet’te ve Şemel’de bir bütünen yok etmeyi planladılar. “Şu anda yeryüzünde eğer birilerinin duasında komünalizm varsa, kültüründe iyilik yapmak varsa soyu kurutulmalı” diyen bir zihniyetin fetvalarıyla yöneldiler. Çünkü bu kültür birilerini rahatsız etmektedir. Her şeyin sahibi biz olmalıyız ve eğer bize uymazsa yok etmeliyiz, üzerinden kurulu bir zihniyetle saldırdılar.

ÖNEMLİ OLAN HALKLARIN DESTEĞİDİR

Ferman gününün görüntülerini bütün dünya seyretti, peki neden ilgili devletler bunu soykırım olarak ilan edip sahiplenmedi? Çünkü adı değişse de egemenler her zaman için aynı politikayı güderler. Kapitalist moderniteye yarar getirmedikten sonra Êzîdîliği neden desteklesinler ki? Hatta kendi modernitesine engel olan bu kültürü neden yaşatma gibi bir derdi olsun ki? Kuşkusuz bu olamaz. Onun için kimi devletler Êzîdî katliamını sözde soykırım olarak niteledi ama hemen ardından fermanın devamı olarak nitelediğimiz 9 Ekim Komplosu’na imza attı. Son dönemde ise NATO’ya dahil olan tüm devletler (içerisinde 'Êzîdî soykırımını tanıyorum' diyen devletler de vardı) TC’nin tüm operasyonel faaliyetlerini ve şartlarını kabul ettiler. Herkes de şunu çok iyi biliyor ki; PKK’yi bitirme adına yürüttüğü operasyonlarından birinin de Êzîdîliği ve onun kültürünü hedefleyen bir amaç güdecektir. Normalde bir devlet, bir saldırıyı “soykırım” diye nitelerse artık o halkı veya o inancı ne pahasına olursa olsun sahiplenmeli ve devlet olarak onun yanında olmalıdır. Tabii bu sadece prosedür gereğidir. Biz devletlerin politikasını bildiğimiz için onların bizi desteklemesi beklentisinde değiliz ama yapılan bu ikiyüzlülüğü görmek ve ona göre tutum belirlemek de önemlidir. Bizim için asıl önemli olan hakların desteğidir. Nasıl ki biz tanrımıza bütün halkları koruma duamızı yapıyorsak aynı hissiyatla halkların da yürüttüğümüz mücadeleyi görmesini temenni ederiz. Êzîdîliği sahiplenmek insanlık değerlerini sahiplenmektir, çünkü soy kültürümüz ve ana kültürümüz gereği insanlık bir güneş gibi Şengal dağlarında doğmaya hep devam edecektir.