Öcalan’ın dilinden komplo

Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan, 9 Ekim’de startı verilen uluslararası komplonun detaylarını, duraklarını, aktör ve hedefleriyle birlikte çabasını 15 yıl önce anlatmıştı.

Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan şahsında Kürt Özgürlük Hareketi ve Kürdistan halkına yönelik uluslararası komplo, 9 Ekim 1998’de start aldı. Öcalan, 9 Ekim’de Ortadoğu’dan çıkmak zorunda bırakıldı. Öcalan’ın 15 Şubat 1999’da Yunanistan’ın Kenya Büyükelçiliği’nden kaçırılarak Türkiye’ye teslim edilmesiyle komplonun birinci aşaması tamamlanmış oldu. Öcalan, 2003’te kendisinin de yargılandığı Atina Ağır Ceza Mahkemesi’ne sunduğu yazılı savunmasında (Atina Karma Yeminli Mahkemesi Yargıç ve Jüri Üyelerine ve Atina Savunması) neden komploya maruz kaldığını ve faillerini anlatıyor:

İŞBİRLİĞİNİ REDDETTİĞİM İÇİN

Ortadoğu’nun yeraltı-yerüstü zenginliklerine, petrollerine, toplumlarına ve yönetimlerine tam hâkim olma politikasını yürüten kapitalist dünya-sisteminin hegemon gücü İngiltere ve ABD, geçmişten günümüze bu politikalarıyla işbirliğine girmeyen devlet, toplum, örgüt ve hatta bireyleri imha veya tasfiye etmeyi bir yöntem olarak uyguladı, uyguluyor. Biz başından beri Ortadoğu’da, halklar lehine bağımsızlıkçı ve özgürlükçü çizgimizde ısrar ettiğimiz için bu tasfiye politikalarının, komplonun hedefi haline getirildik. Daha Şam’dayken İngiltere ve ABD, elçiler göndererek kendilerinin Ortadoğu politikalarına uyum sağlamamızı, aksi halde tasfiye edileceğimizi söylemişlerdi. Onların işbirliği tekliflerini reddettim. Halklar lehine özgürlükçü ve bağımsızlıkçı çizgiden vazgeçmeyeceğimizi söyledim. Ardından Talabani gelerek bana, “Öcalan ne yaptın, başını belaya soktun!” diyerek kararımı gözden geçirmemi istedi ve bu güçlerle işbirliğine girmeye ikna etmeye çalıştı. Ama bu teklifi de reddettim. “Ben ilke adamıyım, halklar lehine çizgi sahibiyim, halkların binlerce yıllık özgürlük eşitlik ütopyasını temsil eden bir özgürlük savaşçısıyım, başkalarının savaşçısı olmam” dediğim için komployla tasfiyeme karar verdiler. Tasfiyemle birlikte PKK’nin de başsız kalıp dağılacağı hesaplanıyordu…

ÜÇLÜ KARAR ALDI, GLADİO UYGULADI

Tasfiye edilme kararı, 1998 öncesi alınmış ABD-İngiltere-İsrail eksenli bir karardı. Karar, yasadışı olduğundan NATO Gladiosu eliyle adım adım uygulamaya konulacaktı. Benzer Gladio operasyonları, aynı zamanda Türkiye’yi kendilerine daha fazla bağımlı kılma operasyonlarıydı. Yine 9 Nisan 1996’da Yunanistan Başbakanı Kostas Simitis ile ABD Başkanı Bill Clinton arasında Beyaz Saray’da gerçekleştirilen gizli görüşmede (Bu görüşmenin tutanağı sonradan basına yansımıştır.) benimle ilgili pazarlıklar yapılıyordu. Ortadoğu ve Suriye sahasında, 20 yıla yakın bir zaman geçirmiştim. Sayısız ilişki ve çalışmalarda bulunmuştum. Tarihi önemde gelişmeler ortaya çıktı. Ancak ABD-NATO-İsrail ve Türkiye’nin Suriye üzerindeki askeri, siyasi, diplomatik kuşatması, 9 Ekim 1998 tarihinde zirveye ulaşmıştı.

SURİYE BOYUN EĞMEYİ SEÇTİ

Suriye bu baskılara boyun eğmeyi ve PKK konusunda anlaşmayı çıkarlarına daha uygun bulmuştu. Suriye yetkilileri, benden en kısa sürede ülkeyi terk etmemi istiyor, “Durma git!” diyorlardı.

DAĞA GİTSEYDİM KİŞİSELLEŞİRDİ

Dağa çıkış, 40 yıllık rüyam olduğu halde üzüntümden çatlamamın tek nedeni, insan yaşamının ve özgürlüğün iğne ucu kadar barışçıl bir imkânı varsa bunun denenmesinin, tercih edilmesinin daha değerli olmasıdır. 9 Ekim 1998 çıkışını Zagroslara yapmamanın doğruluğuna hala inanıyorum. Dağa gitseydim Afganistan için kullanılan bombalar önce bize kullanılırdı. Savaş kişiselleşirdi…

KOSTAS BADUVAS’IN VAATLERİ

Atina’ya, dolayısıyla Avrupa’ya gidişe karar kılmamda açıkladığım genel nedenlerle birlikte, özel olarak Yunanistan eski Ulaştırma Bakanı ve PASOK Milletvekili Kostas Baduvas’ın vaatleri etkili oldu. 6 Ekim 1998’de Şam’da, Ayfer Kaya’nın da tanıklık ettiği görüşmemiz sırasında Baduvas, Yunanistan Parlamentosu’nun 109 milletvekilinin Yunanistan’a gelmem yönünde daveti olduğunu hatırlatarak, Yunan hükümetinin Atina’ya gelişime destek verdiğini, kendisinin ülkesine geri dönüp hazırlıklara başlayacağını belirterek, Atina Havaalanı’nda beni karşılayacağı sözünü vermişti.

ŞAM’DA ATİNA’YA HAREKET

Bu temelde 9 Ekim 1998’de Şam Havaalanı’nda, Suriye’ye ait bir yolcu uçağıyla Atina’ya hareket ettik. Uçak, Atina Hellinikon Havaalanına indiğinde, bizzat davet eden, önceden her şeyin hazırlandığını bildiren ve karşılama sözü veren Baduvas ortalıkta yoktu, hiç gözükmedi.

BADUVAS YERİNE İSTİHBARATÇILAR

Baduvas beklenirken karşımıza Savvas Kalenteridis ve istihbarat üst düzey yetkilisi Stavrakakis çıktı. 9 Ekim’de Suriye’den geldiğimiz havaalanında bekletilirken, yanımdaki Ayfer Kaya, Baduvas’a gelmesi için defalarca telefon açtı. Baduvas, “Benim yapabileceğim bir şey yok, Başbakanlık’ta görüşmedeyim”diyerek gelmiyordu…

BADUVAS, İNGİLİZ YETİŞTİRMESİYMİŞ

Daha sonra anlaşıldı ki, Suriye’den çıkarılarak Yunanistan tuzağına çekilmemde Baduvas şahsında İngiltere’nin rolü olmuştur. Bir İngiliz yetiştirmesi olan Baduvas’ın daveti, ABD-İngiltere-Simitis komplosunun ilk adımı olarak devreye konulmuştur. Bu andan itibaren nereye gidersem gideyim amansız takip ve kontrol, NATO ve ABD tarafından devam edecekti…

AYNI GÜN ATİNA’DAN MOSKOVA’YA

Büyük bir telaş ve tehditle aynı gün saat beşe kadar çıkmam gerektiği, aksi halde zorlanacağım biçiminde bir tavırla karşılaştım. Hiç beklemediğim ve hazır olmadığım bir durumdu. Dört-beş saat boyunca havaalanının transit bölümünde bekletildik. Rusya temsilcimiz Mahir Welat (Numan Uçar) tarafından hazırlanan davetiyenin fakslanmasıyla birlikte Stavrakakis, Rus Büyükelçiliği’nde tanıdıkları olduğunu belirterek, vize işlemleriyle ilgilendi. Alelacele Yunan Dışişleri Bakanlığı tarafından hazırlanan özel bir uçakla aynı gün (9 Ekim) Moskova’ya götürüldüm. Uçağa refakatçi olarak da “fanatiğim” Kalenderidis verilmişti!

MOSKOVA’DA SİYASİ SIĞINMA BAŞVURUSU

Moskova’ya indiğimizde, Rusya temsilcimiz Mahir Welat ve Rusya güvenlik elemanlarınca karşılandım. Yanlarında Jirinovski de vardı. Bir gece Jirinovski’nin evinde misafir edildikten sonra oradan bir dağ evine götürüldüm. Bu sırada yanımda bulundurulan güvenlikten sorumlu olan Rus görevliye siyasi iltica başvurumu verdim. Moskova’da geçirdiğim ikinci günde (11 Ekim 1998) Suriye’den ayrılmamın ardından geçiş noktalarını da içeren istihbarat bilgileri Ankara’ya ulaştırılmıştı. 11 Ekim 1998’da konuyla ilgili bir basın toplantısı düzenleyen dönemin Türkiye Başbakan Yardımcısı Mesut Yılmaz, “Bugün itibariyle Öcalan’ın Rusya’da olduğunu, müttefik bir ülkenin istihbarat örgütünün verdiği bilgiyle öğrenmiş bulunmaktayız” diyordu. “Hangi ülkenin istihbarat örgütü?” biçimindeki ısrarlı sorularla karşılaşmasına rağmen Yılmaz, yanıt vermeyecekti. Rusya Parlamentosu’nun alt kanadı Duma’ya, siyasi sığınma talebinde bulundum…

DUMA SIĞINMAYI KABUL ETTİ

Duma, bunun üzerine bana yönelik olarak izlenen kirli politikaları ve hukuksuz uygulamaları önce kınadı; sonrasında 4 Kasım 1998’de, 1’e karşı 298 gibi, neredeyse oybirliğiyle aldığı kararla sığınma talebimi kabul etti. Böylece Rusya Federasyonu’nun bana siyasi sığınma hakkı tanımasını onaylıyordu…

ABD TEPKİ GÖSTERİP UYARDI

Duma’nın bu kararına ilk tepki, ABD’den gelmişti. ABD Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü James Rubin, yaptığı açıklamada, “Dışişleri Bakanı Madeleine Albright, PKK’yi terör örgütü olarak ilan etmiştir. Rusya hükümetinden, Öcalan’ı hemen sınır dışı ya da iade etmek için gereken adımları atmasını istedik. Hiçbir ülke, bu ‘teröriste’ sığınma hakkı tanımamalıdır. Tekrar vurguluyorum, hiçbir ülke!” diyordu…

KOCA SOVYET SİSTEMİNİ SATANLARDI

Primakov’un Duma kararını kabul etmemesinde Rusya’daki ekonomik kriz önemli bir rol oynamış olabilir. Kaldı ki, Rusya’da reel sosyalizmden sonra içine düşülen yozlaşma sürecinin krizli bir dönemi de yaşanıyordu. Başbakan Primakov ve Başkan Yeltsin, reel sosyalizmin önemli hainleriydiler. Ekonomik ve kirli-gizli istihbaratla bağlantılı çıkarlar, konumum ne kadar stratejik de olsa, o dönem için satılmaya çok müsaitti. Koca bir Sovyet sistemini satanlardan özgürlük değerlerine saygı beklemem kendini kandırmaktı.

BENİ KIBRIS’A GÖTÜRMEK İSTEDİLER

Kapitalist uygarlığın seçkin merkezlerinden Moskova, milyonların umudu olan sosyalizme karşı oynadığı alçakça oyunu, benim meselemde daha da tanınmaz bir biçimde, hiç utanmadan ve en ufak bir rahatsızlık duymadan oynayacaktı. Nitekim Duma’nın hakkımda 298/1 oyla siyasal iltica tanınmasına ilişkin bir kararının bile Primakov için anlamı olmayacak, hukuk dışı bir tavır sergilenecekti. Bu debdebe sürecinde, beni zorla Türkiye üzeri Kıbrıs’a indirmek istiyorlardı. O sıralarda bana refakat eden Rusya istihbarat yetkilisi Heba Çili, “Size Kıbrıs’ı hazırladık, gideceksiniz” demesi de bir imha operasyonuydu. Bu yolculuğun Türkiye üzerinden yapılacağını öğrendiğimde uçağın havada imhası ya da Ankara’ya indirilmesi ihtimali üzerine, gitmekten vazgeçtim…

33 GÜN SONRA İTALYA’YA

Sonuçta Rusya’da durumun tehlikeli bir hal alması karşısında İtalya’daki temsilcimiz Ahmet Yaman aracılığıyla haberdar ettiğim İtalya Yeniden Kuruluş Komünist Partisi (PRC) Milletvekili Ramon Mantovani’nin devreye girmesiyle 12 Kasım 1998’de Rusya’dan İtalya’nın başkenti Roma’ya geçtim. Böylece fırtınalı geçen ilk Rusya ziyaretim, 33 gün sonra son buluyordu.

ÖNCE TUTUKLAMA, SONRA SERT ABLUKA

İtalya’ya vardığımda, dostluk beklerken tutuklandım. Mahkeme, daha sonra tutuklamayı kaldırdı ama çok sert bir abluka altında tutularak, kaçırılmam için her yol denendi. İtalya’da benimle ilişkilenen güvenlik birimi de NATO’yla bağlantıları olan özel bir kuvvetti. D’Alema kabinesinin bu kuvvete karşı koyacak gücü olmadığı gibi, bu güçten haberi bile yoktu. Kimseyi dinlemiyor, kendi başına hareket ediyorlardı. İtalyan hükümeti, kendine güvensizdi ve belirleyici olma güçleri de yoktu. Bu birimin bana yaklaşımları da sert ve saygısızcaydı. Adeta bir suçlu muamelesi yaparak, parmak izlerimi aldılar, fotoğraflarımı çektiler. Gözaltı koşullarında tutuluyordum, kendi rızamla istediğim yere gitmeme de izin verilmiyordu. Daha sonra sağlık koşullarımı ileri sürmem üzerine, tıbbi müdahalelerin de yapılabildiği bir yere götürdüler…

ROMA’DA İLTİCA BAŞVURUSU

Bu sırada, resmi makamlara yönelik siyasi iltica talebimi içeren yazılı başvuruda bulundum. Tüm olumsuzluklarına ve zorlanmama rağmen İtalya, diğer ülkelerden (Yunanistan, Rusya) farklı olarak, en azından resmi işlemler yapıyordu. İltica talebimi hükümet düzeyinde işleme koyan, ilk ve son ülkeydi. Bu talebimi görüşen mahkeme, “iltica başvurusu karara bağlanıncaya kadar, serbest bırakılmamın İtalyan Adalet Bakanlığının inisiyatifinde olduğu” şeklindeki ara kararını verecekti. Böylece mahkemenin bu ara kararına dayalı olarak, Roma’nın bir semti olan İnfernetto’da kalmaya başladım. Kalışım, hukuki bir güvenceye dayanıyordu…

CLİNTON, İTALYA BAŞBAKANI’NI ARADI

ABD Dışişleri Bakanı Madeleine Albright, 21 Kasım 1998’de benim hiçbir ülkeye kabul edilmemem için çeşitli girişimlerde bulunacak ve bu kapsamda dönemin NATO Genel Sekreteri Javier Solana ile uzun bir görüşme yapacaktı. Ardından devreye bizzat ABD Başkanı Bill Clinton girecekti. Clinton, 24 Kasım 1998’de iki kez telefonla aradığı İtalya Başkanı D’Alema’ya, “Tarihi bir hatadan kaçının!” diyecekti…

BARIŞIN SAĞLANMASI İÇİN ÇABALIYORDUM

Ben ise İtalya’da bulunduğum süre içinde Avrupa’da bulunma amacıma ilişkin olarak yaptığım açıklamalarla, Kürt sorununun demokratik çözümü ve barışın sağlanması için çabalıyor, bu yönlü çeşitli çağrılarda bulunuyordum…

ABD VE TÜRKİYE İADE İSTİYORDU

Bunlardan 26 Kasım 1998’de yaptığım bir açıklamaya tepki gösterenlerin başında, yine dönemin ABD Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü James Rubin geliyordu. Sözcü, “Öcalan bir an önce Türkiye’ye iade edilmelidir,” diyordu. Buna paralel olarak Türk hükümeti de İtalya’dan kendilerine iade edilmem yönünde talepte bulunmuştu…

ROMA’DAN YENİDEN RUSYA’YA

İtalya’da kaldığım 66 gün boyunca, korkunç psikolojik baskılara maruz kaldım. En iyi eğitilmiş polis gruplarıyla çok yoğun bir denetim kurulmuştu. Odadan ayrılmama bile fırsat tanınmıyordu. Polis, yatak odama kadar giriyordu. Kalmakta ısrar etmem durumunda, kaçırılma ihtimali bahanesiyle çok sıkı bir denetime razı olmam dayatılıyordu. Neticede, Ahmet Yaman’ın devreye girmesiyle İtalya Başbakanlığı tarafından tahsis edilen bir uçakla tekrar Rusya’ya gitmek zorunda kalacaktım…

MEĞER İTALYA İLE RUSYA ANLAŞMIŞ

Tekrar Moskova’ya vardığımda tarih, 16 Ocak 1999’u gösteriyordu. Sonradan ortaya çıktı ki; İtalya’nın, “Öcalan’ı geri alın, size IMF’nin bloke ettiği 1998 yılı yardımının ilk bölümü olan 8 milyar dolarlık krediyi açtıralım” teklifi, Rusya tarafından kabul edilmişti…

ADETA ’DEMİR KAFES’ İÇİNDEYDİM

Bu kirli anlaşma gereği de olsa beni ikinci defa ülkelerine çağırdıkları halde, daha sert bir uygulamayla karşılaştım. Rus istihbaratı çok alçakça davranıyordu. Bir odaya konulduk ve dışarıya bile çıkarılmadık. Adeta ‘demirden kafes’ içine alınmıştım…

RUSYA VE TÜRKİYE’NİN MESAJLAŞMASI

Rus güvenlik görevlileri, 17 Ocak 1999’da bana, “Hükümetimiz, sizin burada kalmanıza müsaade etmiyor. Gerekçesiz sizin üç gün içerisinde Rusya’yı terk etmeniz gerekiyor ama gideceğiniz yeri biz belirleyeceğiz” diyorlardı. Ayrıca bana, hükümetin bu kararının aynı zamanda bir talimat olduğunu hatırlatarak, bunun da bizzat Primakov tarafından verildiğini belirtiyorlardı. Bir gün sonra, yani 18 Ocak 1999 günü Rusya’nın Ankara Büyükelçisi Aleksandr Lebedev, Türk tarafına “Öcalan, yakalanır yakalanmaz sınır dışı edilecek” sözünü veriyordu. Bülent Ecevit de aynı gün basına yaptığı açıklama ile bunu teyit ediyordu…

KÜRDİSTAN YERİNE TACİKİSTAN’A

Süreç, çarmıh veya tabutun hazırlanmasıydı. Moskova’dakiler ilk çivileri sıkı vuruyorlardı. İlk defa, suratlarında dostluğa hiç yer vermeyen görüntülerle tanışıyordum. Belli ki karar, üst düzeyden ve kesindi. Kürdistan’a gitme isteğimi iletim. Önce, “Ermenistan üzerinden sınıra bırakabiliriz” dediler ama hemen ardından ifade ettikleri şuydu: “Durum değişti, Tacikistan’a gidiyoruz!”

Madeleine Albright’ın Moskova ziyareti öncesi (20 Ocak günü) oyun ve zorbalıkla bir kargo uçağına bindirilip Rusya sınırları dışına, - sonradan Tacikistan’ın başkenti Bişkek olduğu anlaşıldı- köy evi gibi bir yere götürüldüm. Bu, zorla kaçırılmaydı. Burada 8 gün tam bir tecrit altında tutuldum, dışarıyla tüm ilişkilerim kesilmişti…

BİŞKEK’TEN TEKRAR MOSKOVA’YA

Tecridin 8. gününde, yani 28 Ocak günü hazırlanan bir uçakla tekrar Moskova’ya getirildim. Moskova’da tanımadığım birisi tarafından karşılandım ve ardından havaalanından Rus özel birliklerinin kaldığı bir binaya götürüldüm. Burada kısa bir süre sonra yanıma gelen Rus görevliler tehdit ederek, ertesi sabah Şam’a giden uçağa bindireceklerini söylediler…

ŞAM’DAN TÜRKİYE’YE TESLİM DAYATILDI

Amaç, beni Suriye üzerinden Türkiye’ye teslim etmekti. Çünkü Suriye, Türkiye ile o dönem benim tekrar ülkelerine gelmem halinde, Türkiye’ye teslim edileceğim konusunda anlaşmaya varmıştı. Uçağın Türkiye üzerinde geçmesi nedeniyle havada imhası da mümkün olabilirdi. O nedenle bu teklifi kabul etmedim…

DURUM TEHLİKELİ HALE GELMİŞTİ

Durum tehlikeli hale gelmişti, Yunanistan’da bulunan Ayfer Kaya aracılığıyla Amiral Naksakis’e can güvenliğimin tehlikede olduğunu bildirdim…

LENİNGRAD’DAN BİR DAHA ATİNA’YA

Son durak olarak ikinci kez, emekli General Naksakis ve tercüman Ayfer Kaya’nın getirdiği özel uçakla 29 Ocak 1999 günü Atina’ya indim. Naksakis tarafından VIP’ten geçirilerek, Nea Makri’de oturan yazar Vula’nın evine getirildim. Burada bir gece kaldım. Rusya’dan tekrar Atina’ya gelişimden, Yunan hükümeti haberdar görünüyordu, ancak kaldığım yeri bilmiyordu…

RUSLAR BÜKREŞ İÇİN ZORLADI

Beni Leningrad’da yolcu eden Rus yetkililer, Yunanistan’a gitmeden önce Bükreş’e inmemi ve oradan Atina’ya ulaşmamı tembih etmişlerdi. Ben bundan kuşkulanmış ve Bükreş’e inmeden direkt Atina’ya gitmiştim. Naksakis sonradan, Türkiye’ye teslim edilmemin, Bükreş’te olacağının kararlaştırıldığını iddia edecekti. Naksakis’i doğrularcasına; o sıralarda Yunan İstihbarat Başkanı Stavrakakis’in beni Bükreş’te beklediği biliniyor. Sonuçta Romanya-Bükreş durağını kabul etmedik ve zorunlu olarak Atina’ya indik.

ARTIK YASADIŞILIK, KURAL OLMUŞTU

30 Ocak 1999 sabahı yerleştirildiğim Nea Makri’deki Vula’nın evine geldiğinde, Naksakis’in üstü başı dağınıktı ve elbisesinde çamur izleri vardı…

Geriye, özellikle Kalenderidis şahsında devam eden dostça güvenimi kullanıp, istedikleri yere çekmek kalıyordu. Zorla bir yere götürdüler. Bir kez daha iltica talebinde bulundum. Ancak Stavrakakis, talebimi resmiyete/işleme koymadığı gibi, bunun kabul edilmeyeceğini bildiriyordu. Yasadışılık, kural olmuştu. Zorla alıkonuldum ve yanıma hiç kimse yaklaştırılmadı. Hatta yurt dışı edileceğim söylendi. Ancak nereye gönderileceğim söylenmiyordu.

HOLLANDA DEDİM, MİNSK’E GÖNDERDİLER

Bu belirsizlik, tehdit ve baskı ortamında, Hollanda’ya gitme önerisini sundum. Stavrakakis, Şengen anlaşmasından dolayı Yunanistan’dan Hollanda’ya gidilmesi halinde tekrar Yunanistan’a iade edileceğimi ileri sürerek, Şengen ülkesi olmayan transit bir ülkeden geçilmesini istedi. Bunun için Minsk seçildi. Plana göre, bir uçak beni Atina’dan Beyaz Rusya’nın Minsk kentine; ikinci bir uçak da Minsk’ten Lahey’e götürecekti.

Yunan yetkilileri tarafından temin edilen bir uçakla 31 Ocak 1999 günü, Minsk havaalanına doğru yola çıktığım sırada, Hollanda-Lahey’e götürecek ikinci bir uçağın orada temin edileceği yönünde bilgilendirildim. Minsk, Rusya’nın yetki alanındaydı.

DAVOS’TA PAZARLIK VE ANLAŞMA YAPILMIŞ

Sonradan ortaya çıktı ki, bir gün önce (30 Ocak günü) Davos’ta gerçekleştirilen Dünya Ekonomik Forumu toplantısında, Rusya Başbakanı Primakov ile ABD’li petrol şirketleri arasında durumum pazarlık masasına yatırılmış. Rusya’da yayınlanan ekonomi gazetesi Kommersant’da çıkan, “Apo’ya karşı petrol pazarlığı” konulu habere göre, Davos anlaşmasıyla Kazak petrolleri Rusya; Azeri petrolleri ise Türkiye üzerinden dağıtılacaktır. Buna karşılık Ankara, Kazak petrollerinin Boğazlar üzerinden dağıtılmasını engellemeyecektir. Pazarlığın Rusya’ya düşen kısmı ise şudur: Moskova, Bakü-Ceyhan boru hattına müsaade edecek ve benim iltica başvurumu kabul etmeyecektir…

İSVİÇRE’DE UÇAK İNDİRMEME KARARI

Saat 18.00’de Minsk havaalanına indiğim gün Primakov, Avrupa havaalanlarının bana kapatıldığını bildiriyordu. O sırada Avrupa’daki bütün uluslararası havalimanları, benim içinde bulunacağım herhangi bir uçağa iniş izni vermeme konusunda alarma geçirilmişti. Çok üst düzeyde bir karar alındığı açıktı. Daha sonraları, bu kararın gizli olarak İsviçre’de alındığı ortaya çıkacaktı.

HOLLANDA UÇAĞI GELMEYİNCE İNMEDİM

Sözde Hollanda uçağını ayarladıklarını söylemişlerdi ama Minsk’e indiğimizde gelmeyeceğini söylediler. Açık oyun oynadılar. Pangalos o sıralarda, “Pencereden gireni bacadan atarlar” diyormuş. Minsk havaalanında ve ağır kış koşullarında, saatlerce Yunan uçağında bekletildim. Ortada bir belirsizlik vardı. Pilotun bizi indirme girişimleri de dikkat çekiciydi. Kuşkuya düşüren bir durum olması nedeniyle uçağı terk etmeyi reddettim…

MİNSK’TEN ATİNA’YA DÖNÜŞ

Tüm ısrarlara rağmen uçaktan inmememiz üzerine, Yunanistan uçağı, 31 Ocak’ı 1 Şubat’a bağlayan gece saat 04.00 sıralarında tekrar Atina’ya döndü. Dönüş yolunda daha havadayken bile kontrol altındaydık. Yakıt için dahi başka bir havaalanına inişimize izin verilmedi. Havaalanlarını bu kadar kapsamlı kontrol etmek de ancak NATO gücü ile olabilir…

KENYA DEĞİL, SADECE AFRİKA DEDİLER

Korfu Adası’nda tam bir tecrit altında tutulduğum aynı gün (1 Şubat 1999) sabah saatlerinde, Pangalos, ABD Atina Büyükelçisi Nicholas Burns’ü telefonla arayarak, Yunanistan’da olduğumu bildirmiştir.

“Güney Afrika Cumhuriyeti’ne götürüleceksiniz” denildiğinde, “Nasıl Afrika!” diye tepki göstermiştim. Kalenderidis, kuşkumu gidermek için birçok vaatlerde bulunarak, “Afrika’da büyükelçiliğimizde kalacaksınız. Oralar Yunan topraklarıdır, dokunulmazlığı var. Bizim dışımızda hiçbir güç müdahale edemez ve siz orada güvenli bir şekilde kalacaksınız. Can güvenliğiniz sağlanacak” diyordu. Ayrıca gidilecek yerin bir ara durak olduğunu ve kendilerinin Güney Afrika ile görüşeceklerini, önceden ilişki kurduklarını ekleyecekti. Burada Kenya’dan hiç bahsedilmemiş, sadece Afrika denilmişti. Daha sonra bu vaatlerin yalan olduğu ortaya çıkacaktı…

GELEN, İSTİHBARAT UÇAĞIYDI

Bize, “Afrika’ya gidilecek!” denilen bu uçağın hareket saati 19.00 olarak bildirilecekti. Ancak Korfu’da olduğumun basına yansıması nedeniyle kalkış saatini 20.30’a ertelediler. Beklenmedik “Korfu uçak kazası”ndan hemen sonra, İsviçre’den geldiğini tahmin ettiğim çok özel bir uçak, Yunanlı olmayan ekibiyle gizli bir askeri havaalanında beni bekliyordu. CIA veya İngiltere istihbarat uçağı olma ihtimali yüksekti. İlginçtir; beni bu uçağa götürecek şoför de aracına binmeden önce defalarca gitti-geldi; sanki araca binmek istemiyordu. Araca bindikten sonra da sanki uçağa bir türlü varmak istemiyordu. Bundan da bir sonuç çıkaramadım. Dostluğun kitabında böyle ihanetlere yer olmayacağına o kadar inanmıştım ki, birisi o anda bana “Kaçırılıyorsun!” deseydi, terslerdim. Çünkü insanlığın kitabında buna yer yoktu…

UÇAĞA BİNDİĞİMİZDE KENYA’YI SÖYLEDİ

Açıkçası, kazadan sonra gitmeyiz diye düşünüyordum. 1 Şubat’ı 2 Şubat’a bağlayan gece, saat 05.30’da özel bir uçak, gizli biçimde askeri havaalanına geldi. Korfu’daki havaalanına (Patras) inen bu uçağın da hiçbir resmi kaydı yoktu; hakeza numarası, bayrağı, nereye ait olduğunu gösteren bir işareti de. Ancak kaza geçiren önceki uçaktan farklı bir uçaktı. Uçağa bindiğimizde kuşkulanmıştım; uçaktakiler sarışındılar ve İngilizce konuşuyorlardı. Hostesi de vardı. Kalenderidis’e, “Bu uçak Amerika’nın mı? Onların bu gidişimizden haberi var mı?” diye sormuştum. Savvas Kalenderidis, yine kuşkularımı giderme rolünü ustaca oynayarak, Kenya’ya gideceğimizi işte bu ikinci uçakta söyleyecekti.

ABD İSTEDİ, NAİROBİ’YE GÖTÜRÜLDÜM

Kenya’ya götürülmemi, ABD Atina Büyükelçisi Nicholas Burns’un Simitis ve Pangalos’tan istediği sonradan ortaya çıkacaktı. İsviçre’den geldiği belirtilen NATO Gladiosu veya CIA’in ayarladığı kuvvetle muhtemel olan bu gizli uçak, 2 Şubat (1999) günü Saat 11.00 sıralarında Nairobi havaalanına indi. Kenya Büyükelçisi Kostoulas, beni karşılamaya geldi ve rahatlıkla havaalanından aldı. Gümrük geçişini de tamamen elçinin kendisi yaptı. Daha sonra arabasına bindik ve gittik.

KOSTOULAS ZATEN NATO GÖREVLİSİYMİŞ

Sonradan Büyükelçi Kostoulas’ın uzun yıllar NATO bünyesinde görev yapmış bir diplomat olduğunu öğrenecektim. Kostoulas, havaalanındaki karşılamada, “NATO’da 20 yıldır sürekli seni araştıran birimin başındayım. Seni gökte ararken yerde buldum” demişti. Ortaya çıktı ki, bu süreçte NATO’nun özel operasyon birimi tarafından kontrole alınma durumum vardır.

KENYA BİÇİLMİŞ KAFTANDI

Yunanlı yetkililerin beni tutuklamaları gerekirken, Kenya’ya göndermeleri neyin nesiydi? Çünkü Kenya, sonraki teslim operasyonu için biçilmiş bir kaftandı. Kenya’ya yollanmamın kendisi bile açıkça komplo bağını gösteriyor. Neden direkt Güney Afrika Cumhuriyeti değil de Kenya? Çünkü orası, ABD’nin tam kuklası bir rejimdir; CIA ve İsrail ajanlarının elindedir. Teslim planı için buradan uygun bir yer olabilir miydi? Bir Mandela-Güney Afrika Cumhuriyeti, böylesi komplolara düşmezdi…

AYNI GÜN CIA İLE MİT GÖRÜŞÜR

Yine aynı günün (4 Şubat 1999) akşam saatlerinde, bir CIA elemanı, Türkiye’nin MİT Müsteşarı Şenkal Atasagun’a bir konuda görüşme isteğini bildirir. Görüşmeyi kabul eden Atasagun’un evine üç Amerikalı gider. Bunlardan birisi zaten hep görüştükleri CIA’nın İstasyon Şefidir. Diğer ikisi ise bu haberle ilgili görev için yurtdışından gelmiş iki kontra-terör uzmanıdır. CIA yetkilisi, yakalanmam için Türk yetkililerine Amerikan Başkanı Clinton’ın emriyle destek ve müşterek operasyon önerisi yapar. Öneri, Türk yetkililerce kabul edilir. O dönem Türkiye Başbakanı olan Bülent Ecevit, kaçırılmam sonrası gazeteci Sedat Ergin’e yaptığı bir açıklamada, “4 Şubat’ta bize Öcalan’ın Afrika’dan alınabileceği haberi geldi. Onun üzerine bu mekanizma harekete geçirildi” demiştir. Bu yeni gelişme karşısında Cumhurbaşkanı Demirel, gece yarısı Çankaya Köşkü’nde devletin zirvesini toplama kararı alır…

İMRALI’DA HAZIRLIKLARA BAŞLANIR

Nitekim aynı tarihten itibaren Türkiye harekete geçerek, bir operasyon ekibi oluşturur. Tam da bu tarihte (4 Şubat 1999) Marmara Denizi’ndeki İmralı yarı açık cezaevi boşaltılarak Genelkurmay’a devredilir. Adanın etrafı, askeri bölge ilan edilir ve tadilat adı altında, özel olarak tek kişinin kalacağı şekilde İmralı Cezaevi’nin yeniden inşasına başlanır…

KENYA’DA HER GÜN BASKI

Kenya’ya ilk ayak bastığım 2 Şubat gününden itibaren, her gün Kostoulas’ın evinden çıkmam yönünde baskılar artarak devam ediyordu; özellikle 4 Şubat-15 Şubat arası. Sürekli dışarıya çıkmaya zorlanıyordum; bir ara Kenya’daki bir papazın evine yerleşmem istendi. Yunanistan’ın sorumluluğu ve güvenliği altında olduğumu hatırlatarak bunu reddettim. Bir başka sefer, Yunanlı olduğu söylenen Kenya Sağlık Bakanı’nın evinde kalmam istendi. Bu öneriyi de can güvenliği açısından sakıncalı görerek kabul etmedim. Buradan da ortaya çıkıyor ki, aslında ilk olarak imham planlanmıştı; bu olmayınca İmralı planı devreye konuldu. Seyşel Adalarına götürüleceğime dair öneri kararlaştırılır. Bu öneri direkt Stavrakakis tarafından getirildi. Seyşeller için bir işadamını da devreye koydular. Yorgos Panos isimli bu işadamı yanıma gelerek, “Ben Seyşelleri çok iyi biliyorum. Sana pasaport verirler. Hatta diplomatik pasaport verirler” diyordu. Bunun çalışmaları 5-6 gün devam etti. Hatta 12 Şubat’ta hareket edeceğimiz söylendi. Daha sonra kendileri teknik nedenle bunun olmadığını belirttiler. Nihayetinde bir pasaport gelmedi. Bunun da bir oyalama olduğu ortaya çıkacaktı.

TÜRK UÇAĞI UGANDA’YA İNER

8 Şubat 1999 günü Saat 15.00 sıralarında, Büyükelçi Kostoulas, yardımcısı Yorgos Diakofotakis’i Kenya Dışişleri Başkanlığı Genel Sekreteri Kathourima’nın isteği üzerine yanına gönderir. Türkiye bu sırada beni Nairobi’den almak üzere gönderilecek uçağın hazırlıklarını yapmaktadır. Uçağın rotası belirlenmiştir. Bu uçak, 10 Şubat 1999’da İstanbul’dan kalkarak yerel saatle 16.00 sularında Uganda’nın Entebbe havaalanına iner. TC-CAG tescil işaretli Fransız Dassault imalatı Falcon 900B tipi bu uçak, Türk işadamı Cavit Çağlar’a aittir. Nergis havacılık şirketinin uçak filosunda yer alan uçağın özelliği ise hiç durmadan yedi saat yolculuk yapabilecek kapasitede olmasıdır. Uganda yetkilileri ile yazışmayı, Türkiye havaalanlarında güvenlik konusunda hizmet veren Gözen Havayolları yetkililerinden Mehmet Dülgeroğlu yapmaktadır. Dülgeroğlu, Entebbe havaalanı yetkililerine bir mektup gönderir. 9 Şubat tarihli mektupta şu bilgiler yer almaktadır: Operatör: Nergis Havayolları, Uçak tipi: Falcon 900B, Numarası: TC-CAG, Amacı: İş için-özel uçak. Mehmet Dülgeroğlu, uçak ve yolcular hakkında bilgiler verdiği mektubunda uçakta yer alan kişilere yardımcı olunmasını, söz konusu kişilerin vize işlemlerinin de orada halledilmesini ister. Dokuz kişilik operasyon ekibinde, Atilla isimli kaptan pilot, Sadık Sindal ve Yalçın Bal isimli iki mürettebatın dışında; beş MİT mensubu ve bir askeri tabip yer almaktadır. Türk işadamı heyeti (Muz tüccarları) görünümündeki operasyon ekibi, Amerikalılarla anlaştıkları üzere Kenya’nın kuzey komşusu Uganda’nın başkenti Kampala’ya giderek, beş günlüğüne Entebbe Lake Victoria hoteline yerleşerek Kenya’dan gelecek haberi beklerler.

BÜYÜKELÇİLİKTEN ZORLA ÇIKARILMA DEVREDE

Operasyon ekibindeki bazı isimlere ilişkin bilgiler, Uganda’da yayınlanan New Vision gazetesinde, “Entebbe havaalanındaki uçakta yer alan Türklerin isimleri” başlığı ile yayınlanır. Bu tim; Genelkurmay Özel Kuvvetler Birliği’ne bağlı bir tuğgeneral, bir albay ve Gülhane Askeri Tıp Akademisinden bir subayın da yer aldığı yedi kişiden oluşmaktadır. Ancak içlerinden birisinin ismi yabancıdır; Gelar Rahim Reha, Naki Kor, Hakan Yiğit, Murat Gürlay, Onur Ateş, Ali Sevgili ve Barış Tayfun. Bunları sonradan İmralı sürecinde öğrenecektim. Haber geldiğinde Kenya’ya hareket edecek bu uçağın o zamanki gerçek öğeleri silinerek sahte Malezya bayrağı ve öğeleriyle donatılacaktı. Aynı gün (10 Şubat 1999) Büyükelçi Kostoulas ve işadamı Yorgos Panos da Kenya Büyükelçiliği konutuna gelerek, beni bir kez daha Seyşeller planı adı altında elçilikten dışarı çıkmaya ikna etmeye çalışıyorlardı. 13 Şubat 1999 sabahı yeni bir gelişmeye uyandık. Tüm bu güvence taleplerim ve ısrarla elçilik konutundan çıkmama kararlılığım üzerine, zorla dışarı çıkartma girişimleri devreye konulacaktı…

ABD KOORDİNATÖRLÜĞÜNDE YASADIŞI KAÇIRILMA

15 Şubat 1999 sabah saat 08.00’de, Kenya Dışişleri Protokol Şefi, elçilik binasına gelerek Büyükelçi Kostoulas’ı, Dışişleri Bakanlığı Daimi Sekreteri Kathourima’nın yanına götürür. Büyükelçi Kostoulas odaya girdiğinde, Kenya İstihbarat Şefi Noan Arap Ta da orada bulunmaktadır. Yeni bir durum değerlendirmesi yapılmaktadır. ABD koordinatörlüğünde; Kenya Dışişleri Bakanlığında, Yunan (Pangalos ve Kostoulas şahsında) ve Kenya hükümetlerinin (Kathourima ve Noan Arap Ta şahsında) yasa dışı kaçırılmamla ilgili son bir durum değerlendirmesi yaptıkları, bunun sonucunu da 4 Şubat’tan beri hazırlıklarını yapmış olan Türk hükümetine bildirdikleri anlaşılıyor. Nitekim ortaya çıktı ki, Büyükelçi Kostoulas’ın Kenya Dışişleri Bakanlığında bu görüşmeleri yaptığı sırada, Uganda’nın Entebbe havaalanında beş gündür bekleyen ve içinde Türk ekibinin yer aldığı uçak Kenya/Nairobi havaalanına gelmek için işaret bekliyormuş. Nitekim bu görüşmenin ardından Uganda’da bekleyen Türkiye’ye ait uçak, aynı gün saat 11.00 civarında hareket işareti almıştır. Ardından bu uçağın belirleyici öğeleri hemen silinip, yerine sahte Malezya bayrağı ve öğeleri yerleştirilir ve saat 13.55 sıralarında, Nairobi Jomo Kenyatta havaalanına doğru yola çıkılır.

Nairobi havaalanına inen uçak, burada beklemeye başlar. Her şey önceden hazırlanmıştır. Anlaşma gereği, Türk ekibi uçaktan ayrılmaz. Yunanistan Büyükelçisi Kostoulas da yanına Kalenderidis’i alarak beni elçilikten çıkmaya ikna edecek, kapıdan çıktıktan sonra da Kenya yetkilisi Noan Arap Ta ve emrindeki polislerce kaçırılarak, havaalanında bekleyen Türk timine teslim edilecektim. Gizli anlaşmanın bu şekilde olduğu gelişmelerle ortaya çıkacaktı.

DİREKT VE DOĞRUDAN UÇAĞA GÖTÜRÜLDÜM

Nitekim Büyükelçi Kostoulas, Kenya yetkilileri ile görüşmede yapılan anlaşma gereği, kendisine verilen görevi uygulamak için saat 16.30’da büyükelçiliğe dönecekti. Kenya hükümeti plakalı beş araba, üç Land Rover tipi cip, saat 18.00 sıralarında, tam 14 gündür bulunduğum, Büyükelçi Kostoulas’ın evinin bahçesine park etti. Beni cip ile zorla kaçıranlar, Kenya güvenlik ve istihbarat yetkilileriydi. Arabadakilerin hepsi siyahi adamlardı; dört kişiydiler. İlginçti; havaalanına vardığımızda, herhangi bir polis veya kontrol noktası da yoktu. Havaalanına direkt girdik ve doğrudan uçağa götürüldüm. Bu da her şeyin önceden planlandığının bir başka işaretiydi. Siyahi adamlar arabayı, havaalanında bekleyen uçağın kapısına dayadılar. Uçağın etrafındakilerin hepsi silahlıydı. Sivil giyimli; kimilerinin siyah gözlüklü, kimilerinin de yeşil gözlü, sarışın-kumral, iri yarı-uzun boylu olan bu şahısların, ellerinde otomatik tüfeklerle tertibat aldığını fark ettim. İsrailli de olabilirler ama daha çok Amerikalılara benziyorlardı. Bunların CIA ve MOSSAD elemanları olmaları yüksek bir ihtimaldi.

TÜRKLER SADECE UÇAĞIN İÇİNDEYDİLER

Uçağa binme anına kadarki bölümde Türkler yoktu. Türkler, uçağın içindeydi. Bu uçağa girer girmez, içindeki Türk Özel Timi, bir şey demeden üzerime çullanıp, beni yere yatırdı. Üzerimdeki her şeyi alıp, bantlarla her tarafımı bağlayıp, gözlerime de aynı kalın bantları yapıştırıp uçağın arkasına bıraktılar. Bilincim artık neredeyse tamamen gitmişti, yürüyecek durumdaydım ama düşünecek durumda değildim. İki saat sonra uyandım. Uçak iki defa indi; biri Mısır, diğeri ya İsrail ya da Kıbrıs’tı. Gemiyle 4 Şubat’ta boşaltılıp, benim için özel olarak inşa edilen tek kişilik ada hapishanesine getirildiğimde ise 16 Şubat sabahıydı. Aynı gün (16 Şubat 1999) Başbakan Bülent Ecevit, Türkiye’ye getirildiğimi kamuoyuna açıklayacaktı…

İLK TAVRIM KONUŞMAMAKTI

Uçakta gözlerimin ilk çözülmesiyle söylemek istediğim şuydu: “Bu başarı sizin değildir. Size dostluk yaptıklarını söyleyenler, dürüst davranmıyorlar. Bu oyunu her iki tarafa da oynamak istiyorlar. Ben hiçbir zaman Türklük düşmanlığı yapmadım. Ana tarafından kan bağı bile vardır. Barış ve kardeşlik tek doğru yoldur. Bundan sonra mücadelemi bu temelde yürüteceğim kesindir.” Aslında ilk tavrım sonuna kadar konuşmamaktı…

KOMPLOYU BOŞA ÇIKARMAK İÇİN YAŞAMAK

Hemen anlaşılıyordu ki, konuşmama tutumu komplonun olduğu gibi gizli kalmasına yol açardı. Ölümüm üzerine kurulan komployu detayları ile açıklamak ve boşa çıkarmak için yaşamak, daha doğru olanıydı. Her şey ölümüme göre ayarlanmıştı. Komployla, histeri düzeyine varan Türk şovenizmine beni havadan bir paket gibi sunarak, tam bir 20. yüzyıl ‘Roma arenasında aslana yedirme’ oyunu hazırlanmıştı. Ölümüm üzerinden elde edilmek istenen sonuç, ‘kaybetmiş bir Türkiye, kaybetmiş Kürtler’ olacaktı. Komployla onlarca yıl sürecek bir çatışma sürecini yaratmak istemişlerdi. Asrın en büyük ihanetlerinden birisi, kendini halen dost, özgürlük yanlısı gibi gösterirken; en mazlum ve kahramanlığa layık tavrın sahipleri, acımasızca yok edilecek ve unutturulacaklardı…

İMRALI KİMİN SİSTEMİDİR?

İmralı sistemi, kapitalist dünya/sistemin bana özel olarak inşa ettiği, hukuk ve yasaların nüfuz etmediği bir iradeyi zayıflatma, zamana yayarak çürütüp teslim alma alanı olarak tasarlanmıştır. Bunun için idam tehdidi dâhil, sağlığımı zaman içerisinde bozan ağır nemli ortamda, tecrit (dışarıyla tüm bağımın koparıldığı mutlak tecrit ortamı); bazen fiziki (Saç kazıtma, kimi aramalarda zorla yere yatırarak öldürme tehdidi) ve genelde psikolojik (24 saat kamera ve mazgal deliğinden gözetleme, mazgal kapısını açıp kapayarak gürültü çıkarma, alanı daraltıp nefessiz bırakma, hücre içinde hücre cezaları verme) işkence yöntemleri uygulandı. Örneklerle anlatmak istediğim, bu hapishanede uluslararası hukuk ve Türkiye yasalarının geçerli olmamasıdır. Hem hapishane koşulları hem de ilk olarak bana uygulanan hukuk dışı kaçırma boyutuyla İmralı hapishanesinin ilk Guantanamo olarak (Proto Guantanamo) devreye konulduğunu söyleyebilirim. Bu sürecin başından beri inisiyatifin ABD’de olduğu, İngiltere ve İsrail’in de önemli rol oynadığı; NATO Gladiosu, CIA, MOSSAD, MI6, Türkiye MİT’i ve Yunan istihbaratının işbirliğiyle kaçırıldığım bir gerçek…

ULUSLARARASI KOMPLUNUN MAHKUMUYUM

İlk çivi Moskova’da çakıldı; ihanetin yılan soğukluğunu yaşadım. İkinci çivi Roma’da çakıldı; kapitalizmin ince oyunlarına karşı onurdan vazgeçmedim. Üçüncü çivi Atina’da çakıldı; eşi görülmemiş dostluğa bir ihanet karşısında adeta dilim tutuldu, felç oldum! Dördüncü çivi Nairobi’de çakıldı; idam cezasıyla arandığım Türkiye’ye teslim edildim. ‘Çar mih (dört çivi) komplosu’ sonucu, Marmara Denizi’ndeki İmralı tek kişilik ada hapishanesine -Hades mezarlığına- konulup, çarmıhta ölme (idam edilme) beklentisi içine alındım. Dolayısıyla Türkiye’nin değil, uluslararası komplonun mahkûmuyum…

DEMOKRATİK MODERNİTEYLE YANIT VERİYORUM

İmralı’da geliştirdiğim demokratik çözüm ve barış süreciyle onların imha planlarını boşa çıkarttım. İdam cezası kaldırıldı ama ölünceye kadar, ağır tecrit koşullarında, zamana yayılmış ve azar azar ölüme götürecek, idamdan da beter ‘ölüm koridorunda’ tutulmaya devam edecektim. Halen içinde tutulduğum bu statü, mutlak tecrit uygulamalarıyla sürdürülmektedir. Bu koşullarda bile, iğne ucu kadar olanakları değerlendirerek geliştirdiğim savunmalarımla, komplocu kapitalist modernite dünya/sistemine alternatif olarak geliştirdiğim demokratik modernite dünya sistemiyle yanıt olmayı başaracaktım. Böylece uluslararası komployu, teorik düzeyde aydınlatma, teşhir ve boşa çıkarma sağlanmıştı, ama pratikte demokratik çözüm ve barış için çabalarımı sürdürecektim.

SAVUNULMASI GEREKEN HALKIMIZIN KOLEKTİF HAKLARIDIR

Türkiye ve bizim üzerimizde oynanan oyunlara karşılık olarak biz, demokratik hukuk çizgisini, meşru savunma anlayışını oturtmaya çalıştık. Kürtleri bu temelde birliğe çağırıyorum; söze, güce davet ediyorum. Kürtler beni düşünerek değil, kendilerini düşünerek komployu iyi çözmeli ve bunun hesabını sormalıdırlar. Oyun içindesiniz, bunun bilincinde olmanız gerekiyor. Komplo, sadece PKK için değil, bütün Kürtler için önemlidir. Acınacak durumda olan ben değil, halkımızdır; savunulması gereken bireyin (Öcalan’ın) hakkı değil, halkımızın kolektif haklarıdır. Herkesin somut konumu ve görevi vardır; ben böyle istiyorum diye değil, yurtseverlik ve özgürlük görevleri için çalışılmalıdır.

KOMPLOYU BOŞA ÇIKARMAYA ÇALIŞIYORUM

Fiziki yaşamın bir önemi yok; gün gün, saat saat zaten ölüyoruz. Ama ülke için; Türkiye, Mezopotamya ve Kürdistan’da özgür yaşama aşkım var! Özgür yaşama aşkıdır ki, buradaki kıt imkânlarla iğne ucuyla kazar misali, tarihi uluslararası komplo karanlığını aydınlatmaya; demokratik çözüm, onurlu barış çizgisiyle de komployu boşa çıkarmaya çalışıyorum. Tarihi bir komployla karşı karşıyayız; komployu boşa çıkarmanın yegâne yolu, tüm düşmanlaştırma girişimlerine rağmen halkların demokratik birliğini geliştirmektir.

DEMOKRASİYİ OYUN OLMAKTAN ÇIKARALIM

Bu vesileyle ülke aydınlarına da sesleniyorum: Kapitalist hegemonyanın kendisine maske rolü vererek tekelinde tuttuğu demokrasiyi, bir oyun olmaktan çıkaralım; onurlu yaşam ve onurlu birliktelik esasları üzerinden biz kuralım. Demokratik çözüm temelli barış için üzerime düşeni yaptım, sizleri de tarihi sorumluluğunuzu yerine getirmeye davet ediyorum. Uluslararası oyunlara ancak bu temelde araç olmaktan kurtarabiliriz kendimizi…