Özsoy: Ölüler üzerinden yaşayanlarla kavga ediyorlar

"Türkiye Cumhuriyeti içerisinde, kimin öldürme veya kimin ölümün anlamına ve değerine hükmetme hakkı var? Devlet, militarist söylemlerle şahadet kültürünü çok fazla yaygınlaştırmış durumda."

Kürt siyasetçi Aysel Tuğluk’un annesi Hatun Tuğluk’un Ankara’daki cenaze töreni sırasında yaşanan saldırı sonrası, naaş mezardan çıkarılıp Dersim’e götürüldü. HDP’li vekillerin olayın büyümeden atlatılmasını sağlaması belki de daha büyük ve olası bir provokasyonu engelledi. Sonrasında ise bu olaya gelen ‘geniş’ tabanlı tepki bir tartışmayı da ülke gündemine soktu ‘Bize ne oldu’ ya da ‘bu kadar da olmaz.’

Peki, bu olanlar ilk miydi? Bu sorunun cevabı hayır. Hacı Lokman Birlik’ten Ekin Van’a, Rozerin Çukur’dan Taybet İnan’a çok yakın bir tarihte özellikle Kürtler cenazeleri ve mezarları üzerine devletle mücadele içerisindeydi. Sadece Kürtler açısından da değil, 6-7 Eylül pogromunda yeni gömülen bir cenaze topraktan çıkarılmış, Anadolu’daki birçok Ermeni, Rum, Yahudi mezarı tahrip edilmişti...

Kendisi de Hatun Tuğluk’un cenazesinde yaşananlara şahit olan HDP Milletvekili Hişyar Özsoy özellikle bu yaşananlardan sonra bu mezarlar ve ölüler tarihini, ‘ulus devlet’ ideolojisi üzerinden ölümü ve kutsallığını ANF’ye anlattı.

2012’de Eva Domuska'nın alıntısında da geçen 'Tarih mezarda başlar' cümlesi başlığıyla bir yazı kaleme almıştınız. Nedir bu mezarla başlayan tarih?

Mezar en nihayetinde hem zamana hem de mekana izdüşmektir. Bir izdir. Toprakta, zamanda ve mekanda yer edinmektir. Ama devletin politikası hem zamanda hem de mekanda Kürtlerin ve diğer hakların ölülerine yer vermemekte...

Belki biraz daha açmak açısından faşizm ölüden ya da mezardan ne ister?

Faşizm elbette çok spesifik bir kavram. 20. yüzyılda ortaya çıkmış bir vahşet ideolojisi. Elbette cenazelere uygulanan bu muameleler sadece faşizmle de sınırlı değil. Sofokles’in Antigone tragedyasında da böylesi bir konu geçer. İki kardeşten birinin vatan haini ilan edilip ‘gömülmeme’ hikayesidir bu. Aynı şekilde Truva’da da kral gidip kendi çocuğunun ölüsünü almak için yalvarıyor. Bu sorun haliyle insanlık tarihinin en eski meselelerinden biridir. Yine birçok halkın mitolojisinde ve tarihinde benzer örnekler var. Tabii elbette faşizmin yani ultra milliyetçiliğin ölülerle daha özel bir meselesi var. O da şu; ulusal ideolojilerle toprak arasında birebir bir bağ vardır. Bu bağ milliyetçilik öncesi toplumlarda yok. Bu toplumlarda birisi ulusal beden diğeriyse insanın biyolojik bedenidir. Bu ikisi iç içe geçtiği zaman işte İstiklal Marşı’ndaki gibi ‘şüede fışkıracak, toprağı sıksan şüeda’ denilen mısralar ortaya çıkar. Milliyetçilik öncesi ne toprağın ne de ölülerin toprakla böylesi fetişleştirilmiş bir ilişkisi söz konusu değil. Aslında faşizm ya da aşırı milliyetçilikte dolayısıyla dirilerle olan savaşlarını diğer dünyaya da taşıyorlar. Çünkü milliyetçiler şunu çok iyi biliyor; ölüm kutsiyet veren bir şeydir, tüm dinlerde ve inançlarda da böyle, dolayısıyla o ölümün bir değere ve anlama kavuşmaması için tam da o ölümün içindeki anlamı kırmaya çalışıyorlar. Veciz bir ifadeyle ‘Ölümü öldürmeye çalışıyorlar.’ Ölümün anlamını ve değerini... Biyolojik ölümle yetinmiyorlar, öyle bir öldürelim ki sembolik, politik hiçbir anlamda kıymeti kalmasın istiyorlar. Ama Kürtler de bir ulusal mücadele yürütüyor ve bunun içinde ölüleriyle birlikte saf tutuyorlar. Bu tam da Kürtlerin ölülerini dirilerinden ayırma siyasetidir. Ölüler üzerinden yaşayanlarla kavga ediyorlar. Misal kimsesiz mezarları yapıyorlar. Ama o insanlar kimsesiz falan değil, bilinçli bir şekilde ailelerinden koparılıyorlar. Şu anda morglarda bekleyen onlarca cenaze var biliyoruz ki ailelere özellikle verilmeyen. Ya da başka yerlere gömülen cenazeler. Devlet şu dönem özellikle Kürtlerin ölüm alanlarını dahi hakimiyet altına almaya çalışırken Kürtler de buralara sahip çıkarak amansız bir mücadele veriyor.

Mezar ve ölülerle olan bu kavga hem Kürtler hem de bu coğrafyadaki diğer halklar açısından yeni değil. Türkiye açısından bakarsak bu kavga tarihi nasıl bir süreçte işledi?

Türkiye’de ulus devlet kurma projesi çerçevesinde burada yaşayan başka halkların mekandaki izleri silinmeye çalışılıyor neredeyse 100 yıla yakın bir zamandır. Mesela bu topraklardaki birçok Ermeni, Yahudi ve Rum mezarlıkları yok edilmiş durumda. Bu toplumların mekana bıraktıkları izler aynı zamanda tarihe de bıraktığı izlerdir. Yani bu topraklarda kimin yaşadığı ya da kimin hak iddia edip edemeyeceğinin cevaplarıdır bunlar. Kürtler için de bu özellikle 1925’ten sonra Şeyh Said ve arkadaşlarının daha sonra Seyit Rıza ile yoldaşlarının bilinmeyen yerlere gömülmeleri veyahut yok edilmesiyle başlıyor. Hala da akıbetleri bilinmiyor. Cumhuriyetin kuruluşundan günümüze özellikle devletin egemenliğine karşı gelmiş Kürtlerin cenazeleri ve mezarları devlet tarafından ciddi bir sorun olarak görülüyor. Bu, bir nevi egemenlik meselesi. Böyle anlamak ve bakmak gerekiyor. Devletin Kürt topraklarında kurduğu egemenlik rejiminin altında bir ölüm rejimi var.

Nedir bu tam olarak?

Bundan kasıtım şu; ortada bir soru var coğrafyada yani Türkiye Cumhuriyeti içerisinde, kimin öldürme veya kimin ölümün anlamına ve değerine hükmetme hakkı var? Devlet, militarist söylemlerle şahadet kültürünü çok fazla yaygınlaştırmış durumda. Anıtlarla bir takım hafıza siyasetleriyle örneğin hayatını kaybeden asker, polis ve hatta Kurtuluş Savaşı’nda ölenleri mekanda cisimleştirerek ulusal bir temayül üretiyor. Aynı şekilde Türk olmayan diğer halkların da ölüm alanına müdahale ederek sürekli onların ölülerini değersizleştirme, mezarlıklarını yok etme; yani aslında tarihe bıraktıkları izleri ortadan kaldırma gibi bir siyaset izliyor. Bu, ulus devlet teorisiyle ilgili yani mekanı milliyetçi söylemlerle kurgulama projesidir. Dolayısıyla Türklüğe hizmet etmeyen bütün ölüleri buranın dışına itme ya da görünmez kılma eylemliliğidir aynı şekilde.

Her ne kadar Türkiye’de Ulus devlet projesi 90 yıldır inşaa edilmeye çalışılsa da şimdiki iktidarın daha muhafazakar bir yapıda olduğunu, kendini dinle yeniden ürettiğini söylemek mümkün. Milliyetçilik cephesinde ‘kendi ölüsü’ kutsalken bütün dinlerde tüm ölümler bu şekildedir. Fakat bu dönemde de ölülere yapılanlar ortada. Bu iktidarın İslam anlayışına ters düşmüyor mu?

Türkiye’de İslam diye bir şey yok ‘Türk İslamı’ var. Önce Türklük sonra İslam. İslam, bu işin sosu; zaten bütün dillerde bir defa ölüye saygısızlık yasaktır. Bırakın dini Türkiye’nin yasalarına göre de bir kişinin naaşına hakaret yapılamaz. Açık yasa ihlali var. Hem bu yasaya hem de tüm dinlerce kınanan bu yasağa rağmen, cesetleri yerde sürüklenen, parçalanan binlerce örnek var 1990’lardan bu yana. Müslümanım diyen insanların bunu yapmasından öte fetişleştirilmiş bir milliyetçilik algısı var ve bu da Devletin egemenliğine karşı gelenlere özellikle diğer halkların ölülerine her türlü işkenceyi yapmayı kendilerine hak görüyorlar.

Hatun Tuğluk’un cenazesinde yaşananları da bu yönde değerlendirmek gerekiyor o zaman değil mi?

Ben de Hatun Tuğluk’un cenazesindeydim. Orada ‘Buraya Ermenileri gömemezsiniz’ diye bağırıyorlardı. Gerçi Kürdü Kürt saymadığı gibi Ermeni onun için bir hakaret kelimesi! Hatta aralarından biri bağırıyordu ‘Burada şehidimiz gömülü’ diye. Bu şu demek; şehit kanlarıyla suladığımız bu toprakların Kürtlerin, Ermenilerin, Alevilerin ölü bedenleri kirletiyor. Böylesi bir ulusal tahayyül yaratmışlar. Bu derin bir durumdur. Sadece birkaç kendini bilmezin yaptığı bir eylem değil. Erdoğan sabah akşam ‘vatan uğrunda ölen varsa kutsaldır’ diye bağırıyor. İşte bu kutsiyet ölümle gelen bir şey ve bütün bu feda kültürü, vatan kavramını fetişleştirme; vatan ve ölüm arasında kurulan ilişkidir. Böyle kendini bilmez haydut tipli insanlara bu gücü veren de devletin bu kutsal milliyetçi mantığıdır. Bu açıdan baktığımızda bu işin sorumlusu ırkçı, milliyetçi ulus devlet projesidir. Bütün parametrelerini ve ideolojik çerçevesini oluşturmuşsunuz haliyle de sıradan lümpen insanlar da çıkıp başkalarının ölülerine bu hakareti yapma cesareti buluyor. Bunu temelinde 90 yıldır kurulmaya çalışılan ulus devlet projesi var. Bu ulus devlet de kendi ölülerini kutsarken başka halklarınkini şeytanlaştırıp zamanın ve mekanın dışına itmeye çalışıyor.

Peki, sizce Hatun Tuğluk’un cenazesinde olanlar bir kırılma yarattı mı? Her yerde ‘bize ne oluyor’ tartışmaları yapıldı. Geniş bir anlamda tepki topladı ama yakın geçmişle ele alındığında bu tepki geç miydi, yerinde miydi sizce?

Ben o konuda çok iyimser değilim. Aysel Tuğluk’un annesinin spesifik bir durumu vardı. Bir yaşlı bir kadın, iki Aysel Hanım cezaevinde, orada başka trajik bir hikaye söz konusu. Dolayısıyla daha geniş çevrelerden birtakım tepkiler yükseldi. Fakat biz bu tepkiyi Hacı Lokman Birlik’in ölü bedeni yerde sürüklendiğinde ya da Ekin Van’ın cenazesine hakaretler yapıldığı zaman görmedik. Burada kadın, yaşlı ve kızının içeride olması ile toplumdaki bazı hassasiyetleri yani ‘bu kadar da olmaz’ı harekete geçirdi. Bu kadar da olmaz peki de ne kadar olur? Ölen insan 22 yaşında bir gerilla olsaydı, bunu ‘oluru’ var mıydı? Aynı şekilde herhangi bir gösteride polis tarafından öldürülen bir genç de olabilirdi o zaman insanlar bu tepkiyi gösterebilecekler miydi? Asıl mesele bu. Artık zıvanadan çıktığını düşündüğü noktada yani tolerans limitlerini aştığı yerde böyle bir tepki geldi. Ama önemli olan böylesi uç durumlarda değil, ne olursa olsun, kim ölürse ölsün bu ses yükselmeliydi buna karşı. Öte yandan ölümün olduğu yerde bir defa susulur öncelikle biraz utanmak, susmak, ölçülü ve adaplı olmak gerek. Elbette bu konuya tepki göstermiş olmaları iyi ama bu biraz da durumun özgünlüğünden kaynaklanıyor. Kısmen de olsa yine Taybet İnan için böyle bir tepki oluştu. İşte ona da ‘bu kadar da olmaz’ denildi. 60’ında bir kadın çoluklu çocuklu, 1 hafta cenazesi sokak ortasında kaldı, bunu kaldıramıyorlar. Ama mesele Hatun Tuğluk ya da Taybet İnan değil tek başına. Devletin Kürtlere ve diğer haklara ölüleri ve mezarları üzerinden uyguladığı çok vahşi ve saldırgan politikaları. O yüzden buna karşı daha politik ve ahlaki yönden tavır almak gerekiyor. Ölen kişi gerilla veya devlete baş kaldırmış ya da başka bir şey olabilir... Savaşta bile ölenlerin daha ‘insani’ ölçüde muamele görmesi gibi bir durum var. Umuyoruz ki diğer ölüler için de bu tepki olur da Hatun Tuğluk’un cenazesine yapılana karşı yükselen tepki daha anlamlı hale gelir. Elbette bunu hiçleştirmiyoruz ama bunu genişletmek gerekiyor.