Başkaya: Kriz değil, çöküş var

Artık ekonomi ‘yeni değer’, ‘fazla değer’, üretemez ‘verimlilik’ artışı sağlayamaz durumda. Bu kriz 1994 ve 2001 krizlerinden farklı. Eğer zemin çökerse, üzerindeki her şeyle birlikle çöker, iktidarıyla, muhalefetiyle birlikte çöker.

Ekonomik krizi konuşurken yaşanan çöküntünün salt ekonomik göstergelerle açıklanamaması sistemin bütünen çöküşü olarak yorumlayan Fikret Başkaya, “sistem çökerse üzerindeki her şeyle birlikte çöker” diyor. Muhalefetin bu krizi her zamanki krizler gibi sandığını ve çözüm için bir recetesi olmadığını belirten Başkaya, muhalefet zeminin kaydığından habersiz olduğuna dikkat çekiyor.

Rejimin tüm unsurlarının işlevsizleştiğini ve iktidarın baskıyı arttırıp çöküşü hızlandıracağını söyleyen Başkaya, ‘’Yeni bir paradigmaya, yeni politik aktörlere ihtiyaç var. Ancak ‘halkçı, demokratik alternatif programla’ bu çöküş tablosundan çıkılabilir’’ diyor.

Radikal olmayı gerektiren zamanlarda olduğumuza dikkat çeken  Akademisyen, yazar Doç. Dr. Fikret Başkaya Yeni Özgür Politika gazetesinden Zülküf Kurt'un sorularını yanıtladı.

Yaşanan ekonomik krizin sebepleri çokça tartışıldı. Ne yapmalıyız ve bu krizi nasıl fırsata çevirmeliyiz konusu ikincil planda kaldı. Bu kriz emekçiler, ezilenler, halklar nezdinde nasıl fırsata dönüşebilir?

Birincisi bu kriz bildik krizlerden biri değil ve bildik yöntemlerle de tünelden çıkmak mümkün değil. Yüksek ateş, hastalığın sebebi değil, sonucudur. Krize dair söylenenler, yapılan “tartışmalar” gerçek durumu angaje etmiyor. Türkiye’nin mülk sahibi sınıfları 1980, 24 Ocak Kararlarıyla yeniden kompradorlaşma tercihi yaptılar ve 12 Eylül NATO’cu, Amerikancı darbesiyle de dayattılar. O tarihten itibaren Türkiye ekonomisinin temeli aşınmaya devam etti. Ve aşınmanın hızı ve yoğunluğu 2002 sonrasında AKP iktidarı döneminde büyüdü.

Artık ekonomi ‘yeni değer’, ‘fazla değer’, üretemez ‘verimlilik’ artışı sağlayamaz durumda. Bu kriz 1994 ve 2001 krizlerinden farklı. Verili paradigma dahilinde artık bir ‘çıkış’ imkanı yok. Bir sorunu yaratanlardan çözüm beklemek abesdir. Eğer zemin çökerse, üzerindeki her şeyle birlikle çöker, iktidarıyla, muhalefetiyle birlikte çöker. Bu da demektir ki, mevcut muhalefet odaklarının ve aktörlerinin bu durumdan çıkmak için bir reçeteleri yok. Zira eski yöntem ve araçlar işlevsizleşmiş bulunuyor. Borç para bularak, daha çok borçlanarak hangi sorunu çözeceksiniz?

Yeni bir paradigmaya, yeni politik aktörlere ihtiyaç var. Ancak “halkçı, demokratik alternatif programla’ bu çöküş tablosundan çıkılabilir ki, bu da yeni politik özneleri varsayar ve bu imkânsız değil. Dolayısıyla, verili muhalefet odakları dışında, kitlelerin sürece doğrudan dahil olduğu bir politik hareket oluşturmak gerekiyor. Aksi halde araç patinaj yapmaya, çöküş derinleşmeye devam edecek. Velhasıl, radikal olmayı gerektiren bir zamandayız…

Muhalif yapıların, siyasi partilerin, örgütlerin krizi fırsata dönüştürmek için yapmadıkları şey nedir?

Muhalif çevreler bu krizi her zamanki  krizler gibi bir şey olarak görüyorlar. Ayaklarının altındaki zeminin kaydığından habersizler. Kaldı ki, mevcut durumu kriz kelimesi karşılamıyor. Kriz, mevcut durumdan, normal durumdan bir sapma demeye gelse de, normale dönüşü de ima eder. Oysa söz konusu olan bir çöküş halidir ve artık eski duruma dönme imkânının olmadığı anlamına gelir… Nobel Ödülü sahibi de olan Rus kimyager-fizikçi Ilya Prigogine [1917-2003]: ” Eğer bir biyolojik, kimyasal, sosyal sistem, genel denge durumundan çokça saparsa ve bu sıklıkla tekrarlanırsa artık bir daha sistem yapamaz” diyor. Şimdilerde global planda durum öyle. Artık geri dönüşü olmayan sınır aşılmış durumda. Türkiye’deki durum genel durumdan farklı değil, üstelik ön almış durumda. Eğer bir sorunu çözmek gibi bir amacınız, kaygınız varsa önce ne ile cebelleştiğinizi iyi bilmeniz gerekir. Şimdilerde yüz yüze olduğumuz yakıcı sorun sadece ekonomiyi angaje etmiyor. Bir dizi kriz aynı anda ortaya çıkıyor ve bunların her biri de diğerini azdırıyor. Öyle bir durum ortaya çıkmış durumda ki, bir şeyi bozmadan başka bir şeyi yapmak mümkün değil.

Mesela atmosferin ısınması bir ‘iklim krizini’ tetiklemiş bulunuyor. Atmosfer neden ısındı? Çünkü yerin altındaki fosil kaynaklar aşırı kullanıldı ve bir atmosfere karışan karbon gazları bir ‘sera etkisi’ yarattı. Atmosfer ısındı ve bir iklim krizi ortaya çıktı. O halde ne yapmak gerekiyor? Fosil kaynakları yakmayı bırakacaksın, o kaynağın en az %80’inini toprağın altında bırakacaksın. Lâkin bir sorun var: Kapitalizmin damarlarında dolaşan kan fosil yakıtlar [petrol-kömür-doğal gaz] eğer öyle bir şeye tevessül edersen finans sistemi çöker. Finans sisteminin çökmesi müthiş bir ekonomik çöküşle sonuçlanır. Bugün dünyanın ‘ahval-i umumuyesi, bizdeki bir halk deyişini akla getiriyor: “Doluya koysan almaz, boşa koysan dolmaz!”

Genel olarak ekonomik çöküş çokça konuşulsa bütün alanlarda bir çöküş yaşandığını bekirtiyorsunuz. Nasıl bir sistem çöküyor?

Yukarda da söylediğim gibi, bir dizi kriz aynı anda ortaya çıkıyor ve bunların her biri de diğerini, diğerlerini azdırma istidadı taşıyorsa, orada artık krizden değil, çöküşten söz etmek gerekir. Bu, virüs bünyeyi sarmış, hastalık metastas yapmış demektir. Onun için kriz değil, çöküş denmesi gerektiğini söylüyorum. Dikkat ederseniz, dünyanın her yerinde farklı yoğunluklarda olsa da bir ‘yönetememe’, yönetmekte zorlanma’ durumu ortaya çıktı. Her yerdeki yöneticilerin çapına bakarsan ne demek istediğim açıkça görülür. Artı her yerde oligarşilerin, yönetici sınıfların rıza üretme, kitleleri aldatma/oyalama yetenekleri aşınmış durumda. Sadece Türkiye’de değil, global olarak aldığınızda, artık sadece ‘ekonomik krizden’ söz etmek mümkün değil, ürpertici sonuçları kaçınılmaz olan ve şimdiden emareleri ortada olan müthiş bir ‘iklim krizi’ söz konusu. Ve eğer vakitlice gereği yapılmazsa, insanlığın ve uygarlığın geleceği risk altında demektir.

Ekonomik kriz finansal krizi tetikliyor ve sosyal krizi azdırıyor, sosyal kriz politik krize neden oluyor ve bunlar etik krizini, ahlaki çürümeyi derinleştiriyor. Bu durum sistemin bir krizler sarmalına [ekonomik, finansal, sosyal, politik, iklimsel, ekolojik, jeopolitik, etik] hapsolması ve verili sistemin de sorun çözme yeteneğinin aşınması demektir. Gerçek durum böyle ama sanki söz konusu olan sadece ‘ekonomik krizmiş’ gibi bir algı ve anlayış geçerli. Onun için ne ile cebelleştiğini bilmek önemlidir…

AKP-MHP ittifakı devlet erkiyle hem ittifakını hem de halk üzerindeki baskısını gittikçe arttırıyor. Çöküş devam ettikçe baskının artmasını bekliyor musunuz?

Esasen ellerinde iki koz var: Baskıya, devlet terörüne daha çok yaslanmak ve parayı manipüle etmek. Lâkin para bir değer yaratmaz, sizin cebinizdeki para başkasının cebine girdiğinde sadece para el değiştirmiş olur. Bu Politik İslamcı Rejimin elinde şiddeti derinleştirmekten başka bir ‘koz’ yok. Dikkat ederseniz, enflasyonu bile zabıtayla çözebileceğini sanıyor. Ekmek fırınlarına zabıtanın adamlarını yolluyor. Patronlara rica ile işsizliğin çözülebileceğini sanıyor. Aslında Politik İslamcılar dünyayı anlamaktan acizdirler. İleriye değil, geriye bakarlar. Çözümü geçmişte ararlar. Bir toplum projesine sahip değillerdir. Hiçbir sorun çözme kabiliyetleri yoktur. “İyi” bildikleri tek şey, bütçeyi, hazineyi, müşterekleri yağmalamaktır. Doğrusu hiç kimse bu konuda onlarla yarışamaz. Geride kalan 16 yılda yağmalanmamış, talan edilmemiş bir şey kaldı mı? Her seferinde baskıyı daha çok artıracaklar ve çöküşü derinleştirecekler. Ellerinden başka bir şey gelmiyor. İyi de baskı, şiddet ve terörle bir yere varıldığı görülmüş müdür?

Bir demecinizde muhalefetin bakışındaki “eski”liğe değinmiş, radikal eleştirel düşüncenin eksikliğine vurgu yapmıştınız. Bugün baskı rejimiyle çıplak yüzünü gösteren devleti, giyinik iken göremeyen bir muhalefet gerçekliği mi var?

Muhalefet üzerinde durduğu zeminin çöktüğünden habersiz. Eski kafayla, eski yöntemlerle, patinaj yapan aracı bataklıktan çıkarabileceğini sanıyor. Mesela hala Parlamento dahilinde siyaset yapabileceğini, orada etkinlik sağlayabileceğini sanıyor. Oysa, Meclis’in hesabı görüleli hayli zaman oldu. Ortada Meclis diye bir şey yok! Aynı şekilde mahkemelerden hala sonuç alınabileceğini sanıyor. Hukukun asgarisinin bile hesabının görüldüğünden habersiz. Mesela hala Anayasa Mahkemesinden sonuç almayı umuyor. Yerinde yeller estiğinden, rejimin tüm unsurlarının işlevsizleştiğinden habersiz. İyi de siz o şarkıyı hangi meydanda söylüyorsunuz denmeyecek midir?

Aslında, şahsen 2017’de yapılan Anayasa Referandumundan sonra muhalefetin Meclis’ten çekilmesi gerektiğini söylemiştim. Eğer öyle bir şey yapılabilseydi fotoğrafın netleşmesi sağlanacaktı, şeyler görünür hale gelecekti. Tabii başka ve radikal bir şeyler yapmak da potansiyel bir olasılık haline gelecekti. Burjuva siyaseti aslında bir ‘seçim, oy, temsil’ mistifikasyonuyla, kitleleri siyasetin dışında tutmaktan ibarettir. Verili burjuva siyaset tarzını reddetmek, kitlelerin politik sürecin öznesi haline gelmesini sağlayacak yöntemler ve araçlar geliştirmek, ‘sayın seyirciliğe’ son vermek gerekiyor ve bu mümkün. Bu mümkün ama radikal eleştiriye hak ettiği yeri vermek kaydıyla.

Muhtarlar, korucular bile artık görevden alınıyor. Sakarya’da olduğu gibi Kürtlere yönelik linç girişimleri artıyor. Efrîn’de tüm yerleşim yerlerinin isimleri Türkçeleştiriliyor. Birincisi; 1925’teki Şark Islahat Planı hala yürürlükte mi? İkincisi, Kürtlere yönelik Ermeni soykırımı gibi bir tehlike söz konusu mu?

Kesin olan bir şey varsa, geride kalan yaklaşık yüzyılda, TC’nin Kürt sorununa yaklaşımında kayda değer bir esneme olmadı. Bir bakıma tüm bu zaman zarfında rejim kendini ‘Kürt düşmanlığı’ üzerinden üretti, yeniden üretti. 1920’lerin, 1930’ların kafası olduğu yerde duruyor. Rejimin bu konudaki iflah olmaz saplantısı hiç değişmedi. Lâkin Kürtler cephesinde çok şey değişti. Şimdilerde Kürtler etkin bir politik özne haline geldiler. Elbette çıkış kolay değil zira Kürt halkı düşmanı çok olan bir halk. Doğrusu bunun tarihte bir benzeri var mıdır, bilmiyorum. Şark Islahat Planı gönüllerinde yatsa da artık mümkün değil, zira köprülerin altından çok sular aktı. Eğer öyle bir şeye tevessül edelerse, kendilerinin de okkanın altına girmeleri kaçınılmaz olabilir. Gönüllerinde Ermeni soykırımı gibi bir şey yattığını da sanmıyorum. Kendi varlıklarını tehlike atmadan öyle bir şeye tevessül etmeleri pek mümkün görünmüyor.

Suriye’deki savaş bugün 8inci yılına yaklaşıyor. İdlib’de ve şu an Suriye politikasının tamamında ABD’nin, Rusya’nın ve AB’nin dengede bir politika izlediğini düşünüyor musunuz?

ABD’nin ve Rusya’nın ortak amaçları bölgede kalmak ve oradaki [daha doğrusu bölgedeki] çıkarlarını güvence altına almak, kalıcılaştırmak. Rusya Cihatçı/Selefi katilleri bölgeden atmak istiyor, ABD de aslında ve bir şekilde orada tutmak istiyor. Onu da ne demekse ‘ Ilımlı İslam’ retoriğiyle kotarmak istiyor. Dolayısıyla Türkiye’nin yaklaşımı ABD ile uyumlu. Lâkin Türkiye Ruslarla da arayı bozmak istemiyor. Onlara mecbur. Onun için de İdlib çözümü zor bir düğüm olmaya şimdilik devam ediyor. Kürtlerin nihai çıkarıysa söz konusu üç gücün elini oradan çekmesini gerektiriyor. Daima hatırda tutulması gereken bir şey var: Hegemonik/emperyalist bir gücün müttefiki olmaz, stratejik müttefiki hiç olmaz. Kürtlerin kurtuluşu, bölgenin emekçi halklarının kurtuluşundan bağımsız değil. Elbette bununla işin kolay olduğunu söylüyor değilim. Antonio Gramsci, ‘Devrimci olan sadece gerçeğin kendisidir’ demişti. Biz de, ‘yegane kurtuluşun mücadeleyle mümkün olduğunu, başkaca bir seçenek olmadığını, bu dünyada özgürlükleri, hakları, haysiyetleri için mücadele edenler için kaybetmek diye bir şey olmadığını’ rahatlıkla söyleyebiliriz.

Türkiye, Suriye’de çetelerle işbirliği, onlar adına pazarlık, tahliye organizasyonları gerçekleştiriyor. Rojava’ya saldırma planları da yapıyor. Türkiye’nin Kürt düşmanlığını eksenine oturtan Suriye politikasını nasıl değerlendiriyorsunuz?

Türkiye’nin Suriye politikası baştan itibaren tam bir sefaletti. İflas baştan belliydi ama iflasta ısrar ettiler ve etmeye de devam ediyorlar. Politik İslamcı iktidarın “Fetih damarı” depreşmişti. Fakat hezeyanların ve kuruntuların reel bir karşılığı olması mümkün değildir. Suriye’ye dair ne yaptılarsa yüzlerine, gözlerine bulaştırdılar. Ve hala da akıllarını başlarına almış değiller. Suriye’yi çökertmek için ellerinden geleni yaptılar ama sonuç, sıfıra sıfır elde sıfır. Osmanlıyı XXI’inci yüzyılda ihya etme saçmalığı, Kürt düşmanlığıyla birleşince olacağı buydu. Tuttukları her şey ellerinde kalıyor.

PKK lideri Abdullah Öcalan’a yönelik tecrit ve cezaevlerindeki ihlaller giderek artıyor. Tecrit ve artan baskıların hedefi nedir?

Tecrit ve baskıların hedefi biz bildiğimizi okuruz, sorunu çözmek gibi bir niyetimiz yok demek. Umutsuzluk yaratarak Kürtleri teslim almayı amaçlıyorlar ama köprülerin altından çok sular aktığından habersizler. Artık hiç bir şey eskisi gibi değil.

CİNAYETİN ÜSTÜ EN İYİ TÜRKİYE'DE ÖRTÜLÜR 

Suudi gazeteci Cemal Kaşıkçı cinayeti İstanbul’da işlendi çünkü en az sorun çıkaracak ülkenin Türkiye olacağı düşünülmüş. Cinayetin üstü en iyi Türkiye’de örtülebilir, en az zararla atlatılabilir düşüncesinden hareket edildiği anlaşılıyor. Dikkat edilirse cinayetin başından itibaren Türkiye, Suudileri zora sokacak hareketlerden uzak durdu. Bu vahşi cinayetin bu topraklarda işlenmesi AKP’nin Suudî sevdasıyla açıklanabilir. Aralarında kan kardeşliği var. Her ne kadar zaman zaman sürtüşme çıksa da, dostlukları derin, bir de tabii Suudi parasının çekiciliği de var. Bu Türkiye’nin bir ayıbı ama bu vahşi cinayet bir şeyi daha açık ediyor. Artık tüm rejimler mafyalaşmakta ve uluslararası hukukun ve yüzyılların teamüllerinin yerinde yeller esiyor. Bu bir küresel kaos durumu demek ama aynı zamanda geride kalan yaklaşık 250 yılda geçerli burjuva paradigmasının da iflası demek. Artık bir uygarlık krizi ortaya çıkmış bulunuyor.

ÇÖKÜŞ

Fikret Başkaya Yordam Kitap’tan çıkan son kitabı “Çöküş: Kapitalizmin nihai krizi üzerine bir deneme” adlı kitapta, çöküşü şöyle tarifliyor: “Eğer mevcut durum sürdürülebilir değilse, çöküş kaçınılmaz ise, önümüzde iki seçenek var demektir: Birincisi, çöküşü radikal bir devrimle bir fırsata dönüştürmek, aracın direksiyonunu sola kırmak, ama bu işi de vakitlice yapmak, zira zaman daralmakta; ikincisi, çöküşün altında kalmak… ve bu ikisi arasında bir orta yol, bir üçüncü seçenek yok…”