Demirtaş: Faşist darbe rejimi ancak serhildanla yıkılır

Nurettin Demirtaş, Türkiye’nin her yere kaos ve şiddet ihraç eden bir ülke olduğunu dile getirerek dünyanın Çin’in hangi adayı işgal edeceğini değil, Türkiye’nin işgal saldırılarını konuşması gerektiğini ifade etti.

Kürt siyasetçi Nurettin Demirtaş neoliberal sistemsel bunalım, merkez sağın yükselişi, sistem karşıtı güçler ve Demokratik Modernite çözümü üzerine konuştuk…

KRİZDEKİ SİSTEM SAVAŞSIZ YAPAMAZ

Çin, ABD ile ticaret savaşı için ceza olarak Tayvan'ı işgal edecek mi? ABD İran’a saldıracak mı? Brexit karmaşasından sonra AB kaosa mı girecek? Türkiye, Suriye, Libya, Yemen ve Cezayir’de yaşanılan kriz nasıl aşılacak? Sorular böylece ardı sıra geliyor, tüm dünya genelinde yaşanan sistemsel bunalımı nasıl değerlendiriyorsunuz?

Çin’in Uygur, Sincar sorunları bazen gündeme gelir, Türkiye karışmasa daha kolay çözülebileceği halde… Bazen Türkiye-Yunanistan arasındaki Kardak Kayalıkları krizine benzer suni olaylar Çin ve Japonya arasındaki ada veya kayalıklar üzerinden çıkar… Medya manipülasyonları nedeniyle bugün de Çin adına belirtilenlerin ne kadar dünya gündeminde olduğu tam kestirilemez fakat şu açıktır ki tehditler her zaman gerçek bir duruma işaret etmez, mesaj niteliğini taşır. ABD karşısında bir koz olarak Tayvan’ı “işgal” edeceğini söyleyen Çin istediği mesajı veriyor, fiiliyata dönüştürmesine gerek yoktur. Hatta sağ gösterip sol vurabilir. Nerede bunun açığa çıkacağı belli olmaz. Ayrıca Tayvan’ı işgal etmek Çin’in sessiz tarzına uymaz. Çin dünyanın birçok bölgesine sessiz sedasız, göze batmadan girmiştir. Kıtasal düzeyde Afrika’dan elde ettiği teknoloji hammaddesi hayati değerdedir ama hiç gündem olmadı. İhracat sayesindeyse girmediği yer yok. Gösterişe kaçmadan işlerini yürüten bir Çin tarzı varken Tayvan’ı işgal edip, ne diye şimşekleri üzerine çeksin ki? Fakat bu gibi söylem ve politikalarla içte milliyetçi duyguları canlı tutmaya çalıştığı da söylenebilir.

ABD açısından ise gösteriş önemlidir fakat uzun vadede sonuç almayı hedefliyorlar. İran’a şu aşamada hemen saldıracağı düşünülmemelidir. Çünkü ABD en kazançlı çıkacağı anı hesaplar. Bu an ise ya Suriye’deki rejim meselesi belli düzeyde çözüldükten sonraki bir an ya da İran içindeki farklı etnik kimliklerin ve kültürlerin başkaldırıya geçtiği an olabilir. ABD’nin İran karşısındaki stratejik hesabı bu temelde geliştirilmektedir. İran rejimi kendi içinde demokratik dönüşümü esas almadığında ABD hesapları büyük ölçüde tutacaktır. Zaten Sünni cepheyi bölüp parçaladılar. Şimdi Şia cephesine yöneliyorlar. Mevcut durum budur.

Brexit’in yarattığı karmaşaya gelince, Avrupa’yı kısmen etkilese de Birleşik Krallığı her yerden daha çok etkilemiştir. Referandum ardından başbakan istifa etmek zorunda kalmış ardından gelen de yerini koruyamamıştır. Birleşik Krallık 2016’dan bu yana 3. Başbakanla tanışmıştır. Ekonomide yol açtığı krizin boyutları henüz tam açığa çıkmış değildir fakat Margaret Thatcher döneminin başka bir tezahürü ile karşı karşıya olunduğu söylenebilir. Onun partisi döneminde AB’ye girildi yine onun partisiyle çıkıldı. Girdiklerinde yoksul halk daha fazla yoksullaştı. Çıktıklarında da farklı bir şey olmayacak. İngiltere caddeleri yeniden dilencilerle ve evsizlerle dolup taşarsa sürpriz olmaz.

Brexit karmaşası ardından gelinen noktada AB mi diğer devletler mi bundan zararlı çıkacak diye tartışmak yerine halkların çıkarı ne olacak diye tartışmak daha anlamlıdır. Göçmenler, kadınlar, emekçiler, sendikalar, ekolojik ve anarşist hareketler daha büyük zorluklarla karşılaşacak. Alternatif ideolojik-politik strateji ortaya konulmadan halkların çıkarını korumak eskisinden daha zor hale gelmiştir. Tüm krizler en fazla yoksul, emekçi halkları vuruyor.

Krizde olan bir sistemin savaşsız yapamayacağı açıktır ama buna rağmen ne Çin’in Tayvan’a saldırması ne de ABD’nin İran’a saldırması tek başına bu kriz-savaş diyalektiğini açıklamaya yetmez. Tüm dünyada savaş hali vardır. Böyle bir yüz yılı yaşıyoruz. Çin Tayvan’a, ABD İran’a saldırmayabilir; bu durum bile savaş halinin olmadığı anlamına gelmez.

Krizin kaynağı kapitalizmdir ve onun yol açtığı savaşlarla yüz yüzeyiz. Ortadoğu bir yandan kapitalizmin krizini yansıttığı mekân olmanın bir yandan da ulus-devlet sistemlerinin saldırgan statükoculuğunun ceremesini çekmektedir. Çözümsüzlüğü en fazla derinleştiren ülke ise Türkiye’dir.

TÜRK İŞGALCİLİĞİ DÜNYANIN GÜNDEMİNDE OLMALI

Türkiye’nin durumu kaosu derinleştirmeye nasıl bir etkide bulunuyor, buna karşı ne yapılmalıdır?

Türkiye her yere kaos ve şiddet ihraç eden ülkedir. Dünya Çin’in hangi adayı işgal edeceğini değil Türkiye’nin işgal saldırılarını konuşmalıdır.

Rojava’dan Xakurk ve Akdeniz’e dek işgallerin arkasında yatan dürtülerden biri de Çin’le anlaşmalı olarak İpek Yolu’nu canlandırmak ve denetiminde tutmaktır. Mesela Libya’da Türk keşif uçakları düşürüldü. Bunların ne işi var orada? Akdeniz’deki sondaj çalışmaları aniden gündeme girdi. Açık bir işgaldir. Türkiye’nin elinin olmadığı yer yok.

Yeni Osmanlıcılık hayallerinden bahsediliyor fakat provokatif hareket tarzlarına bakınca bir yandan Çin-Rusya-İran hattındaki çıkarların diğer yandan NATO için kullanım malzemesi olmaktan öteye rol oynamadıkları da belirtilebilir. Suriye’den Yemen’e dek her yeri etkileyen ve değişim önünde engel olan bir Türk faşizmi var. Bir de küresel kapitalizmin hegemonya savaşı var. Bunlar savaşın daha uzun süreceğini göstermektedir.

Fakat öte yandan halkların değişim talebi toplumsal karakter kazanmış ve giderek daha fazla bilinçlenmekte, örgütlü hale gelmekte ve alternatifini oluşturmaya doğru gitmektedir. Bu eğilimi güçlendirmek için dünyanın tüm devrimci demokratları Türkiye’nin faşist işgalciliğine dur demelidir. Dünyaya kriz, kaos, sorun ve şiddet ihraç etmekle yetinmeyen bizzat Hitlervari işgal saldırıları ve darbe hareketlerini geliştiren bir Türkiye gerçekliği vardır. Her gün yeni bir işgal ve darbe yapmaktadır.

KÜRTLER KOLAY LOKMA DEĞİL

Bu anlamda güncel gelişmelere de dikkat çekmekte yarar vardır. Rojava Kürdistan’ını tehdit eden Türk faşizmi aniden HDP belediyelerini işgal etti. Bu ona daha kolay geldi. Fakat bunun böyle olmadığını, kolay lokma olunmadığını göreceklerdir.

HDP’nin belediyelerine yeniden el koyan, darbeci tarzda gasp eden faşist darbe rejimi ancak direniş savaşıyla ve serhıldanla yıkılabilir. Belediye için oy veren herkes verdiği oya yani iradesine sahip çıksa; yüzbinlercesi ayaklansa, gidip belediyesini sahiplense darbe boşa çıkarılabilir. Bu bir demokrasi hareketidir ve sonuna dek meşrudur. Hızla harekete geçmek için herkes oyuna, siyasi iradesine sahip çıkmayı onursal bir mesele yapmalıdır. Aksi halde darbe ve işgalin devamı gelecektir. Faşizmin ve darbenin en çıplak hali yaşanıyor. Sürekli bir darbe rejimi var ortada. Hukuk bir yana meşruiyet arama ihtiyacı bile duymuyor. Bu durumda olan bir faşizm hızla yıkılabilir. AKP-MHP faşizmini uluslararası alanda tamamen tecrit etme, kökünden yıkma ve yargılama zamanı gelmiştir. Direniş savaşı ve serhıldan bunun en temel yöntemidir.

SEFERBERLİK ZAMANI!

Gerillaya katılmak için gençliğin en büyük seferberliğe geçeceği zamandır. Anti-faşist cepheyi örmek ve şehirlerde ayaklanmak için seferberlik zamanıdır. Demokrasi mücadelesi şimdi tamamen direniş savaşını ve serhıldanları büyütme temelinde geliştirilmelidir. Bu ruhla faşizmin yıkılmasını sağlayabiliriz. Tüm Kürdistan gençliğinin bu temelde ayaklanması, direniş savaşını ve serhıldanı büyütmesi zamanıdır. Evinde oturmanın, okulunda konuşmanın, basın açıklamalarıyla yetinmenin, işlerini normal koşullardaymış gibi yapmanın gaflet olacağı herkes tarafından bilinmektedir. Şimdi olacak şudur: Herkes özgürlük ve demokrasi bayrağını alarak sokaklara, direniş alanlarına çıkacaktır! Gerilla direniyor, halk direniyor, gençlik ve kadın direniyor! Kaosun babası olan Türk faşizmini bu temelde yenilgiye uğratacağız.

KAPİTALİZM KAOS YAŞIYOR

Sayın Öcalan içerisinden geçtiğimiz çağı, 21. yüzyılı kapitalist modernitenin kaos çağı olarak tanımlıyor. Yaşanılan “neoliberal sistemsel bunalım” belirtilen tanıma uyuyor mu?

Türkiye’nin kaosu kapitalizmin kaosundan doğan artık maddelerin toplamı gibi bir şeydir, bir urdur. Faşizm urundan kurtulmak için onun bir soykırım sistemi olduğunu görmeliyiz. Türkiye devleti kapitalizmin ilk büyük buhranına yol açan 1. Dünya Savaşı’nda doğmuştur ve halklar karşısında kapitalizmin en faşizan saldırı ve soykırım gücü olmuştur. Ona bakarak kapitalizmin soykırım karakteri çözümlenebilir. Bir soykırım sistemi olan kapitalizm elbette sürekli kriz üretecektir.

Önder Öcalan’ın çağ ve sistem değerlendirmeleri çok kapsamlıdır ve tüm insanlık adına ufuk açıcıdır. Burada kapitalizmi 5 bin yıllık bir gasp, talan, hırsızlık ve tekel sistemi olarak adlandırmasına dikkat çekebiliriz. Böyle bir sistem krizsiz var olabilir mi?

Neoliberal sistemsel bunalım ile kastedilen durum kapitalizmin mevcut aşamada yaşadığı kaostur ki kapitalizmin gerileme dönemine işaret ediyor. Geçici bir durum değildir.

Dönemsel bir krizden bahsetmiyoruz. Kapitalizm doğuş ve gelişme aşamalarını geride bıraktı. Gerileme dönemine girdi. Neoliberal sistemsel kriz gerileme dönemini sembolize etmektedir. Bu tespiti yapmak önemli fakat gerilemenin ne zamana dek süreceğini, çöküşün ne zaman gerçekleşeceğini kimse bilemez; bu durumda sürekli krizde olması anlaşılırdır. Sürekli kriz demek sürekli savaş demektir. Savaşsız bir dünya hayali kapitalizmi dengeleyecek bir karşıt kutbun varlığına bağlıdır. Yok edecek değil dengeleyecek, geriletecek!

POPÜLİZM NEOLİBERALİZMİN BİR SONUCU

Donald Trump’ın ortaya çıkışını neye bağlıyorsunuz? Dünyanın farklı bölgelerinde popülizmin yükselişi nasıl ele alınabilir?

Bu soru Britanyalı akademisyen David Harvey’e sorulduğunda “postmodern aşırılık” cevabını vermiştir.

Harvey’e göre “neoliberal proje hala hayatta fakat meşruiyetini yitirdi.” Kanımca bu koşullarda meşruiyetin yeniden üretilmesi “popülizm” vasıtasıyla gerçekleştirilmektedir.

Popülizm esasen neoliberalizmin ortaya çıkışından sonra zirve yapmıştır. Kimin neyi düşündüğü, felsefesi, siyaseti değil nasıl sunduğu önem kazanmıştır. Fikirsel boşluk buna bağlı olarak dünyayı sarmış ve tüketim kültürü normalleşmiştir.

Şüpheci Descartes’in bile şüphe etmediği tek şey “düşüncenin varlığı”dır. Popülist sistemde düşünceye gerek yoktur. Olay her şeydir. Olay üzerine düşünmek ve yorumda bulunmak boştur! Zaten olay bombardımanı buna fırsat vermez.

Şov ve olay üzerine kurgulanmış konseptlerin bir amacı da normalleşmeye bağlı meşruiyeti sağlamaktır. Bunların sorgulanmaya başlandığı anda normalleşme ortadan kalkmış yani neoliberalizm elde ettiği meşruiyeti kaybetmiştir. İşte şimdi tam da böylesi bir anda tıpkı Ronald Reagan şahsında olduğu gibi şov ve ticaret dünyasından isimler yeniden başa geçmeye başlamıştır. Neoliberalizmin sembol iki ismi olan Thatcher ve Reagan’ın koltuklarında bugün Johnson ve Trump ikilisi oturuyor. Birinin kadın olması fark etmez sonuçta “Demir Leydi” lakabıyla anılıyordu; bugünkü benzerlikler hâkim medyanın adlandırdığı gibi “İki Trump” şahsında dikkat çekicidir.

Fakat dünya politikaları sadece isimlere bağlı değildir; bunlar uygulanan politikaların sembolü ve yürütücü gücüdür. Onlar da daha iyi bir dünyada yaşamak istiyorlarsa Türkiye’nin faşizan politikalarını desteklemekten vazgeçmeliler. Bu politikalar DAİŞ türünden faşizan şiddet üretiyor ve dünyanın her yerine ihraç ediyor. Buna son vermek yerine milliyetçiliği azdıracak politikalara yöneldiklerinde tarihte ve insanlık nezdinde şiddetin ortağı olarak yargılanmaktan kurtulamazlar. Oysa “yok etme” eksenindeki duruş ve kutuplaşmayı bir yana bırakıp şiddeti azaltacak söylemleri esas alsalar kendi ülkelerindeki istikrarın yanında Doğu-Batı arasında dengeyi ve birlikte yaşam enerjisini açığa çıkarabilirler. Popülizmi seviyorlarsa birilerinin onlara bunları hatırlatması gerekir.

Çok cilalanmak istense de aslında milliyetçilik ve şiddet üzerinden yürütülen popülizm dönemi geride kaldı; denense de gelip geçicidir. Tüm neoliberal ve post-modern popülizme, sağcı, totaliter ve faşizan saldırılara karşın kim ne derse desin çağımızın yükselen değeri demokrasidir ve 21. yüzyıl halkların, kadınların, ekolojinin, moral ve maneviyatın, özgür iradenin ve bütün bunlar temelinde tarihin en büyük insanlık direnişinin yüz yılıdır! Geleceğe bırakılacak miras budur.

SAĞA KARŞI MÜCADELEDE TOPLUM DİNLENMELİ

Avrupa'da ve Latin Amerika’da sağ partiler yükselişte. Yabancılardan nefret etmeyi vatanseverlik sananlar var, sizce milliyetçilik neden popülarite kazandı ve buna nasıl karşılık verilmeli?

Sağın yükselişe geçmesi dikkatle izlenmesi gereken bir süreçtir; öyle ki bu durum geçici olabileceği gibi “küresel faşizm” projesinin bir ön aşaması da olabilir. Ekonomi başta olmak üzere birçok sebebi olmakla birlikte milliyetçilik en başta göçmen halklara karşı bir kışkırtma olarak öne çıkarılıyor. Bu göçmenler kapitalizmin yarattığı savaşlardan kaçanlardır. Sorumlusu, en fazla çözümsüzlüğe yol açan ve savaşları derinleştiren Türkiye’dir fakat bir bütünen “Doğuya” düşmanlık besleyerek işin içinden çıkamazlar. Hata kendilerinindir çünkü faşist Türkiye rejimini destekleyen onlardır. Aslında çok açık bir formülü var bu işin: Batı Türkiye’yi beslemekten ve şantajlarına boyun eğmekten vazgeçerse göçmen sorunundan da kurtulur! Buna karar verip vermeyecekleri tutarlılıklarını ortaya koyacaktır.

Elbette sadece devletleri ve sağ siyaseti suçlamak yanlıştır. Bir de iktidar olduğu halde toplumun taleplerine yanıt oluşturamayan “sol” bu işten sorumludur. Elbette daha geniş düşünülürse diğer bir sebep ise demokratik, kültürel, ekolojist, feminist ve anarşist hareketlerin kendi alternatiflerini çok güçlü örgütlememiş olmalarıdır. Bu da boşluk yaratıyor.

Toplumun taleplerine yanıt oluşturacak perspektife sahip olmadan aşırı sağ karşısında ilerleme sağlanamaz. Aksi halde kutuplaşma kesindir ve topluma da yayılacaktır. Çare toplumsal örgütlenmeden ve topluma dayalı gerçek demokrasiden geçiyor.

KÜRESEL FAŞİZM KAVRAMI DÜŞÜNÜLMELİ

Aşırı sağın yükselişi, dünya genelinde toplumun, kadınların, emekçilerin itibarına ve insan haklarına mal oluyor. Peki nasıl?

Aşırı sağ siyaset kutuplaştırıcı bir söylemle yükselişe geçmiştir. Toplumsal kesimleri bölen ve kutuplaştıran bir siyasetin yükünü en fazla kadınlar ve emekçiler çeker. İnsan haklarının bir anlamı kalmaz. Kutuplaştırıcı siyaset sonuçta faşizm doğurur; faşizm koşullarında temel insan haklarından bile bahsedilemez. Yeni bir faşizmden, neo-faşizm ya da başka deyişle ultra-faşizmden bahsediyoruz normal bir süreç yaşamıyoruz. Küresel faşizm kavramlaştırması üzerine ciddiyetle düşünülmelidir. Özel ve psikolojik savaş türlerinin tüm topluma yayıldığı bir durumla karşı karşıyayız. Haklar, özgürlükler meselesi tamamen direniş ve alternatif oluşturma kapasitemize bağlı hale gelmiştir.

SOSYAL SORUNLAR DOĞRU TESPİTLERLE ÇÖZÜLÜR

Çağımızda yapay zeka ve biyoteknoloji artık yaşamımızı her anına girmek üzere, bilimin bu yönlü gelişimine karşın toplumsal sorunların derinleşmesini ne ile ilişikilendiriyorsunuz, var olan sosyal bilimlerin toplumsal sorunları çözme düzeyi ne?

Yapay zekâ, biyoteknoloji gibi alanlar maalesef bizim coğrafyamıza ve hayatlarımıza çok uzak. Dünyanın başka yerlerindeki bu gelişmeler bize fazla yansımış değildir fakat hayatımızı ve düşüncelerimizi dolaylı olarak etkilemektedir. Hayatımızı kolaylaştıracak robotik makinalar olsa, doğayı koruyacak tedbirler alınsa, sağlık sorunlarına köklü çözümler geliştirilse niye karşı çıkalım ki? Fakat bu yönlü teknolojik-bilimsel gelişmelerden toplumun yararlanma düzeyi çok sınırlıdır. Askeri teknolojideki gelişmeler ise doğrudan Ortadoğu sahasında pratikleşmektedir. Bize düşen pay budur, daha fazla ölüm, şiddet, savaş!

Güncel politik gelişmeleri de dışlamayan ama daha ilkeli bir cevap gerekirse teknolojiye yaklaşımın teorik, ekonomik ve ekolojik olduğu kadar ideolojik bir konu olduğu belirtilebilir. Örneğin kullanım amacına göre çapını belirleyip bir hidro elektrik santral (HES) yaparsınız ve bu dünyanın en zararsız, en temiz enerji kaynağı olabilir fakat devasa bir baraj inşa ederek felakete de yol açabilirsiniz. Yani en zararsız yöntem en zararlısı haline getirilebilir ve günümüzde HES’ler ve daha da ötesi tüm enerji kaynaklarına yaklaşım bu temelde olmaktadır. Yani kapitalizmin eğilimi felaket yaratma yönündedir.

Öte yandan sınırsız kar hırsı, en ileri teknoloji döneminde bile insanlığı toplumsal sorunlarla boğuşur halde bırakıyor, çözümsüz kılıyor. Tüm bunların temelinde yatan dengesizlik, teknolojiyle sosyal olgu arasındaki çelişkinin giderilmemiş olmasından kaynaklanmaktadır. Teknoloji toplumu ve yaşamı etkiliyor elbette fakat kim için nasıl bir teknoloji soruları önemlidir. Mevcut teknoloji ileri ama toplum nefes alamıyor çünkü demokrasiden yoksun. Marksizmin en çok uğraştığı alan üretim araçları-güçleriyle üretim ilişkileri arasındaki çelişkiydi. Bugün bu çelişki ortadan kalkmış değildir fakat biricik çelişki de değildir. Kadının konumu, ekoloji, küresel ısınma, iklimsel değişim, ulusların yaşadığı sorunlar sınıf çelişkisinden az değildir ve sosyal bilimlerin bu alanlarla ilgilenmesi gerekir.

Sosyal bilimlerin toplumsal sorunları çözme düzeyini soruyorsunuz. Bir meselenin doğru tespiti yapılmadan doğru çözümü de mümkün değildir. Sosyal bilimler pozitivizmi ve yarattığı parçalılığı aşmadığı sürece toplumsal tahlillerde yanılgılı olmayı sürdürecek ve çözüm sunamayacaktır.

ALTERNTİF HAREKETLER TÜM TOPLUMU KAPSAMALI

2011 sonrası Ortadoğu’nun her yanında büyük kitlelerin, Yunanistan’da anarşist hareketlerin, başta Şili olmak üzeri Latin Amerika’nın tümünde gelişen öğrenci hareketlerinin, Fransa’da anti-faşist hareketlerin, ABD’de Wall Street direnişi büyük umut vaat etmişti ama sonuç istenildiği gibi olmadı neden?

Alternatifler toplumsal çeşitliliği esas almalı ve tüm toplumu kapsamalıdır. Sadece “sol” ya da sadece “muhalefet” konumu alternatif oluşturmaya yetmiyor. Sistemi aşamadılar, refleks verdiler ama tam alternatif olamadılar, birleşmeleri gereken yerde birleşemediler, iradelerini ısrarla korumaları gereken yerde iradelerini devrettiler.

Bazıları ise daha özgündür, kadın ve gençlik direnişi daha heyecan, umut verici ve uzun vadelidir. Her birinin ayrı sorunlarının bulunduğu da bir gerçektir. Uzunca bir cevap gerektiren bir konuda bazen bir önerme güçlü bir cevap oluşturabilir. Küresel kapitalizmin-faşizmin önüne geçecek küresel demokrasi hareketini örgütlemek gerekir. Önder APO’nun en büyük projesi budur.

NASIL YÖNETMELİ SORUSU YERİNE NASIL YAŞAMALI SORUSU

Avrupa’da anti-faşist hareketler gelişiyor, feminist hareketler her gün eylemsellik halinde, İngiltere’de başlayıp dünyaya yayılan iklim krizine dikkat çekmek, dünyanın altıncı yok oluş sürecinin başladığını anlatmak için Extinction Rebellion (Yokoluş İsyanı) aktivistleri, ekolojist hareketler günlerdir aylardır acilen harekete geçilmesi için çağrıda bulunuyor, sivil itaatsizlik eylemleri düzenliyorlar. Sistem karşıtı güçlerin mevcut mücadele tarzını nasıl değerlendiriyorsunuz?

Aslında sorunlar paradigmasaldır. Paradigmasal sorunların kökeni iktidar ve devletin çıkış kaynaklarına dek götürülebilir fakat bahsettiğiniz hareketleri en fazla etkilemiş olan Avrupa aydınlanmacı paradigmasından kaynaklı sorunlardır. Bu düşünce tarzıyla doğa üzerine elde edilen başarılar toplum söz konusu olunca faciaya kapı aralamıştır çünkü pozitivisttir. Çünkü hakikat ve özgürlük üzerine yoğunlaşmaktan daha çok “nasıl yönetmeli?” üzerine odaklanmıştır. “Nasıl yaşamalı?” sorusu fazla dert edinilmemiş, alternatif modernite düşünülmemiştir. Bugün birçok muhalif hareket ekolojiyi paradigmasına ve programına almamıştır, kadın özgürlüğünü temel sorun yapmamıştır ya da ulus-devletçilik karşısında küreselleşme kavramıyla yetinmiştir. Devlet ve iktidar tahlillerini en ileri düzeyde yapanlar bile alternatifini bütünlüklü olarak ortaya koyamamıştır. Teorideki eksikliklerin pratiği de etkilemesi kaçınılmazdır. Elbette tek sorun bu değildir.

Bu mücadelede her adım önemlidir fakat sistemi aşmayı başarmak gerekiyor. Bunun yolu hem fikri cephede hem de pratik alanda asgari ortaklıkları yakalamaktan geçiyor. PKK hareketi olarak Ortadoğu ve Kürdistan gibi yangınlar içinde bir yerde, savaşların içindeyken bile “dünyanın yok oluşu” karşısında izleyici konumda değiliz. Dünyanın her yerinde yürütülen mücadelenin bir neferiyiz, onların yanındayız, yoldaşlarıyız. Bizim asıl müttefiklerimiz, stratejik ittifak güçlerimiz bu hareketlerdir. Fakat küresel mücadele ağını oluşturma konusunda eksiklerimiz vardır. Bunu hep birlikte hedeflemeli ve gidermeliyiz. Sistem karşıtı güçlerin, hepimizin böyle bir eksiği ve ihtiyacı vardır.

TOPLUM DEMOKRATİK İRADESİNİ ÖRGÜTLEMELİ

Ortadoğu’da son olarak Sudan ve Cezayir’de görüldüğü gibi toplumsal direniş karşısında diktatörlükler yıkılıyor, başta Fransa olmak üzere Avrupa’nın he yanında anarşist ve anti-faşist hareketler alanlara çıkıyor, Sarı Yelekliler direniş alanlarından örgütlülüğe, muhalif bir harekete dönüştü, 2011 sonrası yaşanılanların tekerrür etmemesi için sistem karşıtı güçler ne yapmalı?

Diktatörlüklerin sonu yıkımdır. Bundan kurtulamazlar. Fakat ilginçtir ki direnen ve demokrat görünümlü bazı hareketler Türkiye’de AKP-MHP’yi destekleyecek kadar dar çıkarlara gömüldüler. Venezuella’da, Fransa’da bunun örnekleri yaşandı. Elbette “Sarı Yelekliler” arasında veya Türkiye’nin sorunlu olduğu bazı devletler karşısında direnenler arasında Erdoğan’a sıcak mesajlar gönderenlerin çıkması provokasyon çağrışımı yaptı; yani bu durum tüm direnen emekçileri gölgeleyemez.

Tunus, Mısır, Yemen’de gelişen halk hareketleri Rojava Kürdistan’ında bir alternatife dönüşürken diğer yerlerde iktidar değişimlerine yol açmakla sınırlı kaldı. Haksızlık yapmayalım önemli bir potansiyel açığa çıkardı canlı bir miras yarattı. Fakat alternatifini toplumsal düzeyde yaratamadı. Toplum ayaklandı fakat sonuçta kendi iradesini başkasına devretmek durumunda kaldı.

Devletçi, liberal ya da dinci eğilimler dışında bir seçenek vardı o da toplumun kendi demokratik iradesini örgütlemesiydi. Yapılamayan buydu. Şimdi Sudan ve Cezayir’de bu eksiklerden belli oranda ders çıkarıldığı görülüyor. Halkı her kandırma girişimine karşılık halk yeniden ayaklanıyor. Böyle bir bilinçlenme durumu vardır. Tam demokrasi isteyen bir halk vardır.

Toplumsal irade sürekli bir örgütlenmeyle kendini güvenceye alırsa devlet-ordu karşısında bir özgürlük alanı oluşturabilir. Bunun yolu günümüz koşullarında Önder Apo’nun çerçevesini kapsamlıca çizdiği demokratik konfederal örgütlenmeden geçiyor. Felsefesi ise demokratik modernite olarak tanımlanmıştır. Alternatif bir sistemdir. Israrla alternatif olmaktan bahsediyoruz. Bunu dünyanın her yerine uyarlayabilirsiniz. Kapitalizme, devletçi sisteme karşı kalıcı alternatif budur.

TOPLUMSAL ALTERNATİF OLUŞTURUMALI

Kapitalist moderniteye karşı demokratik modernite alternatifi tam olarak ne anlama geliyor?

Demokratik modernite kuramı düşünce ve devrim programı açısından dünyaya büyük bir yenilik sunmakta fakat maalesef yeterince tanınmamaktadır. Öncelikle bu soruna dikkat çekmek istiyorum. Dünya çapında özel savaş uygulamalarıyla karşı karşıyayız. Buna en fazla maruz kalan Önderliğimizdir. Öte yandan bununla bağlantılı olarak entelektüel dünyanın ya da akademisyenlerin yaklaşımlarında da ciddi sorunlar bulunmaktadır. Bu konuyu en çarpıcı dile getirenlerden biri Londra’da yaşayan antropolog ve aktivist olan değerli Profesör David Graeber’dir. “Özgür yaşamı inşa diyalogları” adlı derleme kitapta Önder Öcalan’ın ada tecritliğine karşın bir de fikirlerine karşı entelektüel dünyanın uyguladığı tecritten şöyle bahseder:

“En çok başvurulan İngilizce akademik makaleler külliyatı olan JSTOR’da Öcalan adını arattığınızda karşınıza hemen 448 başlık çıkıyor; ancak bunları tıklayıp okumaya başladığınızda tek bir tanesinin bile onun başlıca fikirlerini içermediğini görürsünüz… “Terörist” olarak yaftalanan birinin fikirlerinin ciddiye alınmaması, entelektüeller de dahil Batılı kanaat önderleri tarafından neredeyse bir ahlaki prensip olarak görülmektedir. Bir teröristin saikleri üzerine fikir belirtmek dahi eylemlerini meşrulaştırmak olarak görülmektedir…”

Daha derinde yatan bir nedene de dikkat çeker: “Akademisyenler ya akademinin bir parçası olmayan ya da en azından bir biçimi ile akademi oyununu oynamayan bir düşünür ile ne yapacaklarını gerçekten bilmiyorlar.”

Entelektüelin krizi, kendisini resmi düzenlere uydurmasıyla başlar. Oysa gözlerini açtıklarında Önder Öcalan’ın fikirlerinin yeni bir entelektüel devrimi gündeme getirdiğini göreceklerdir. Öte yandan devrimciler için yeni bir manifestodur bu görüşler. “Ruhum” dediği ve demokratik modernite kuramını işlediği Özgürlük Sosyolojisi adlı kitabı dünya devrim manifestosu olarak okunabilir.

Demokratik modernite kapitalist modernitenin karşıt kutbunu tarif etmektedir. En başta bir zihniyet durumudur, bir yaşam tarzı ve onun demokratik örgütlülüğüdür. Gramsci’nin insan için yaptığı muazzam bir tanımı vardır: “İnsan zihniyettir” der. Demokratik modernite en çok bu tespit üzerine yoğunlaşmıştır. Bu tespit mücadele perspektifini de ortaya koymaktadır. Devlete, iktidara, sınıflara odaklanmak yerine kültürel direnişe odaklanmak, zihniyetle uğraşmak demokratik modernitenin tarzıdır.

Günümüzde insanlığın yaşadığı felsefik, ideolojik, manevi ve örgütsel boşluğa veya arayışlara en iyi cevaptır demokratik modernite. Kapitalizmin modernitesi olacak ama ezilenlerin, direnenlerin, sistem karşıtlarının olmayacak, bir sisteme kavuşmayacaklar! Önderlik bu yanılgıya son vermiştir.

Demokratik modernite, kapitalizmin sadece sermayeciliğine, kar hırsına değil onun ulus-devletçiliğine ve endüstriyalizmine de karşıdır. Kapitalizmi reddedebilirsiniz fakat kültürel farklılıkların özgürlüğünden demokratik uluslaşmaya, ekonomisinden ekolojisine ve öz savunmasına dek bütünlüklü bir toplumsal inşa alternatifi oluşturmadığınızda kapitalizmin sularında boğulmaktan kurtulamazsınız. Adorno’nun trajedisi buradaydı, Nietzsche’yi neredeyse çıldırma noktasına getiren şey aynıydı: Alternatifin oluşturulmaması! Şimdi alternatif, bahsettiğimiz demokratik, ekolojik, kadın özgürlüğüne dayalı öz savunmalı toplumsal inşa gerçekliğinde ete-kemiğe bürünmektedir.

DÜNYA DEVRİMCİLERİ ROJAVA DEVRİMİYLE GURUR DUYABİLİR

Demokratik Modernite’nin kurucusu Sayın Öcalan’ın düşünceleri ekseninde gelişen Rojava Devrimi’ni Demokratik Modernite’nin pratik modeli olarak tanımlayabilir miyiz?

Evet Rojava devrimi paradigma doğrultusunda yeni bir model sunuyor, demokratik modernitenin inşasına tanık oluyoruz. Bazen çok negatif bir dille yaklaşanlar, kolay eleştiri yöntemiyle inkârcı yaklaşanlar oluyor. Bunlar doğru değildir, büyük bir haksızlıktır. Unutulmamalı ki çok şiddetli savaş koşullarının zorluklarıyla, Türkiye ve DAİŞ’in askeri saldırılarıyla ve devletçi sistemin etkileriyle, anlayış ve tarzlarıyla uğraşılan bir süreçten geçmekteyiz. Bunların getirdiği güçlükler ve yanlış uygulamalardan bahsedilebilir ancak giderilmesi yönünde büyük bir çaba sarf edilmektedir. Önemli olan doğrultunun korunmasıdır.

Dünyanın tüm devrimcileri, demokratları Rojava devrimiyle gurur duyabilir, örnek alabilir ve sorumlulukları gereği dayanışma içinde olabilir. Bunu gönül rahatlığıyla yapabilirler çünkü Rojava Devrimi şahsında insanlığın alternatif arayışları ve umutları yeşertilmekte, yaşatılmaktadır. Dünya çapında örnek olacak bir toplumsal inşaya öncülük yapmak tüm emekçilerin ve ezilenlerin onurudur. Bu onura sahip çıkmak gerekir.

SANALLIKTAN TOPLUM ÇIKMAZ

Bir tarafta parasıyla hayatlarını bile uzatabilecek elitler, diğer tarafta ise tırnak içerisinde işe yaramayan ezilmiş kitleler olsa ne gibi tehlikelerle karşılaşabiliriz? Bir de ellerindeki telefonla, internetle herkesi avutmaya çalıştıkları görülüyor. Nasıl yaklaşılması gerekir?

Kitle deyimi kapitalizmin halkı bir araç olarak görmesi ve onu getirdiği vahim durumu anlatmaktadır ve daha ötesi belirtilebilir ki ezilmiş kitlelerin hiçbir işe yaramaması için “sürü-kitle” projeleri devrededir. Faşizmin küresel hal alması “sürü-kitle” sayesinde mümkündür. Bunu en fazla sanal medya yoluyla gerçekleştirmektedirler. İnternet veya dijital ağ denilen olguya doğru yaklaşılmazsa insanlık “küresel sürüleşme” yolunda hızla ilerleyecektir. “Cambridge Analytica” vakasında olduğu gibi internetteki kişisel verilerden yararlanıp seçim eğiliminizi yönlendirebiliyorlar. ABD seçimlerinde bu durum açığa çıkarıldı. Tek tek ve topluca sürü yerine konulduğunuz bir dünya yaratan interneti halen “özgürleştirici” olarak değerlendirmek yanılgısından çıkılmalıdır. Kullanım şekli ve amacına bağlı olarak sonuçların değiştiği açıktır. Sanal olanı gerçeğin yerine koymadıktan sonra fazla sorun yoktur. Sorunun tehlikesi buradadır.

Sanallıktan toplum çıkmaz. Finans kapitalin sanallıktan elde ettiği kazancın sürdürülmesi sanal toplum hedefinin yaratılmasına bağlıdır. Sanal toplum hedefi için sanal ortam, dijital ağlar en büyük olanağı sağlıyor. Buna “sosyal medya” dememiz bile sorunludur. “Sosyal medya” kavramlaştırması sanal toplum projesini meşrulaştırmaya hizmet etmektedir. Sorun bu teknolojiye karşı çıkmak değildir, doğru kullanmak gerekir ama adının da doğru konulması gerekir. Bu temelde doğru bir örgütlenmeye ihtiyaç vardır. Sanal ortam üzerinden de örgütlenilebilinir fakat toplumsal örgütlenmenin araçları sadece iletişim araçları değil komünlerdir, meclislerdir, akademiler ve kooperatiflerdir. Bunlar olmadan da internet üzerinden toplumsal inşa yapılabileceğini iddia edemeyiz. Bu durumda her türlü bilgi ve zenginlik kaynağını elinde tutanların inisiyatifinde bir dünyaya mahkûm olunur. Sonuç dayanışma duygusundan yoksun, atomize olmuş, sadece sanal ağlarla birbirine bağlanmış tek tek bireylerden oluşan bir dünyadır yani insanlıktan çıkmadır!

Maymunlaşma denilen olayın kendisidir sanal toplum! Maymunu ve yavrusunu alttan ısıttıkları sacın üzerine koyduklarında yaşananlar ibretliktir. Sac iyice ısındığında maymun yavrusunu kucağına alır. Fakat alevler biraz daha artırıldığında yavrusunu saca bırakıp üstüne çıkar. İnsan anası bunu yapmaz fakat kapitalizm insana her şeyi yaptırır. Bu arada maymuna bunu yapan da tüm dünyayla oynamayı meşru gören salt analitik faşizan akıldır!

EN BÜYÜK DİRENİŞ KÜLTÜREL ALANDA

Neoliberal kapitalizm koşulları altında, sıradan insanların oluşturduğu geniş kitleler arasında büyük umutsuzluk ve memnuniyetsizlik var. Daha iyi bir dünyaya dair umut nerede? Sizin umudunuzu canlı tutan nedir?

Sıradan denilen insan örgütsüz insandır ve bundan bir umut doğmaz. Umudumuz insanlığın özünü oluşturan toplumsal kültürdedir ve egemenlerden daha zengindir. Örgütlü insan, iradesini tüm direnen insanlığın iradesiyle birleştiren insandır ve bundan daha büyük güç yoktur. Örgütlü insan kültürlü insandır. Umutsuz olamaz. Asıl olarak kültürsüzlükten korkmak gerekir. Örgütlü ve bilinçli insanın gücüne güvenebiliriz. Emekçi insanın gücüne güvenebiliriz. Örgütlü, bilinçli, emekçi insandan topluma zarar gelmez aksine tüm insanlığın en büyük destekçisi bu insandır. Umut denilen şey insanlığın varoluş tarzında yani ortak yaşam anlayışında, o kültürde yatmaktadır. Bu anlayışı yitirmek insanlıktan çıkmak demektir. Oysa ortak yaşam kültürü insanlığın alnında her zaman parıldamıştır ve parıldamaya devam edecektir. Bunun anlamı elbette bireyi boğan bir toplumsallık değildir. Dikkat edelim bireyine nefes aldırmayan bir toplumsallıktan bahsetmiyoruz. Özgür bireylerin oluşturduğu bir toplumsallık temel kültürel inşa hedefidir. Bunu yok etmek isteyen kapitalist modernite karşısında kültürel direniş hakiki bir çaredir.

Bu konularda daha çok eleştirel olmak ve alternatifinin zihniyet değişiminden geçtiğini belirtmek gerekiyor. Kapitalizmin bunalımı onu aşmayan ve alternatif oluşturmayan her alana ve herkese yansımaktadır. Düşünce ve siyasette olduğu kadar sanat alanında da bunun izleri görülmektedir. Bunu görmemiz gerekir. Sanatın tarihte oynadığı rol nerede bizim konumumuz nerede diye sorguladığımızda bu alanın hakkını yeterince vermediğimiz ortaya çıkıyor.

Sanat anlamın büyütüldüğü alandır ve anlama değil alışkanlıklara ve hele ki maddiyata tutkun olanların işi değildir. Umut alışkanlıklarda ya da parada değil anlamdadır, anlam gücündedir. Önderlik felsefesinden öğrendiğimiz budur ve defalarca doğruluğunu, haklılığını kanıtlamıştır. Rutinden, sıradanlıktan çıkmalıyız. “Mümin seyyar, arif teyyar!” denilir. Bu yolda ter döken ve adeta kanatlanmaya hazır olan sanatçılarımıza saygıyla bunları belirtiyor; ulusal ve evrensel çapta eserlere imza atacaklarına dair güvenimizi bir kez daha ifade ediyoruz.

Bu temelde hep birlikte tıkanan yolları açabiliriz; ana dilimizi ve kutsal ana kültürümüz başta olmak üzere yerelden evrensel düzeye dek tüm insanlık kültürünü yaşatabiliriz.

Gerçekten de çağımızın en büyük direnişi kültürel alandadır ve en büyük umut burada yatmaktadır. Çok hayali, soyut bir anlam dünyasından bahsetmiyoruz. Kültürel mücadele, maddi ihtiyaçların ekolojik ve komünal tarzda karşılanmasından manevi dünyamızı büyütmeye dek yaşamın her alanını kapsamaktadır. Demokratik modernitenin yaşam tarzında umut vardır. Başka yerde aramaya gerek yok! Çünkü biz başkayız!..