Ekonomideki büyüme rakamları krizi önlemiyor

Ekonomik krizin iyiden iyiye hissedilmesi ve bir yandan da büyüme rakamlarının telaffuz edilmesini yorumlayan ekonomist Özgür Müftüoğlu; bu rakamların tek başına bir anlam ifade etmediğini var olan tüm değerlerin ciddi bir krizi işaret ettiğini söyledi.

Türkiye’de gözler şuan ABD’de süren Reza Zarrab davasına kitlenmiş durumda. Davanın sonucunda Türkiye bankalarına ciddi cezalar kesileceği konuşulurken bir yandan da ülkedeki ekonomik göstergeler gün geçtikçe kötüye gidiyor. Birçok ekonomist, krizi siyasal atmosfere bağlıyor. OHAL’de KHK ile ihraç edilen akademisyen Özgür Müftüoğlu da ekonomi ve siyasetin birbirinden ayrılamayacağı kanısında.

TL, Dolar ve Euro karşısında her gün değer kaybederken ortaya atılan ekonomik büyüme rakamlarını değerlendiren Müftüoğlu “Ekonomide büyüme olur ama bunun yanında enflasyon, işsizlik, dış açığınız bulunuyorsa ya da borçlarınız çok yüksekse; ithalatınız fazla ihracatınız ve üretiminiz düşükse bu, ekonominin çok iyi olmadığı anlamına gelir” diyerek yaratılmak istenen olumlu havanın bir balondan ibaret olduğunu ifade ediyor. Türkiye ekonomisinin birçok açıdan sürdürülebilir ve kalıcı bir yapıya sahip olmadığını belirten Özgür Müftüoğlu ile son ekonomik gelişmeleri konuştuk.

Avrupa İş birliği ve Kalkınma Örgütü (OECD) Türkiye’nin 2017 yılı için büyüme oranı tahminini yüzde 3.4’ten 6,1’e yükseltti. Öte yandan ülkede ciddi bir kriz var, bu rakamların ekonomideki krize etkisi nedir ya da kriz varken ekonomik büyüme ne anlama geliyor?

Öncelikle ekonominin iyi mi ya da kötü mü olduğu tek başına büyüme oranıyla ölçülmez. Ekonomide büyüme olur ama bunun yanında enflasyon, işsizlik, dış açığınız bulunuyorsa ya da borçlarınız çok yüksekse; ithalatınız fazla ihracatınız ve üretiminiz düşükse bu, ekonominin çok iyi olmadığı anlamına gelir. Ama ne yaparsınız ormanlarınızı yok edip buraları sermayeye kaynak olarak verirseniz, bunu bir değere dönüştürürsünüz ya da her yere büyük binalar yapıp rantı buradan artırırsınız. Birtakım bilinmeyen yerlerden yine bilinmeyen kaynak ve para aktarımı alırsanız bu da ekonominin büyüdüğünü gösterir; ama bu ekonomik büyümenin halka hiçbir faydası yoktur. Öte yandan bunun hiçbir kalıcılığı da olmaz. Balon gibi düşünün bir yıl büyümüş olursunuz ama sonrasında er ya da geç patlarsınız. Burada önemli olan ekonominin düzenli ve toplumsal yansımalarının olumlu olması. Öncelikle buna bakmak lazım. Türkiye’de büyümenin yüksek olduğu söyleniyor ama geriye kalan bütün göstergeler ekonominin çökmekte olduğunu işaret ediyor. Öte taraftan kişi başına düşen gayri safi bütçeye baktığınızda bunun da 2013’ten bu yana azalmaya başladığını görüyoruz. Son olarak Türk parasının değer kaybetmesi ve devalüasyon ile birlikte çok daha gerilere gidecek bir durum var karşımızda. Belki de ekonomi 2000’li yıllardaki seviyelere gitmeye başlayacak. Dolayısıyla ortada sadece büyüme rakamları var başka bir şey yok...

Devalüasyondan bahsetmişken, dünyada bu iki para birimi çok yükselmezken burada durum farklı, Türk parası her geçen gün Dolar ve Euro karşısında değer kaybediyor. Neden?

Dediğiniz gibi bunu Euro ya da Doların yükselmesinden çok, Türk lirasının değer kaybetmesi olarak açıklamak gerekli. Öte yandan Türkiye’deki birçok denge bozulmuş durumda.

Nasıl?

Şöyle ki Türkiye, doğru düzgün bir üretim yapamıyor. Teknolojide kayda değer bir gelişme sağlayamıyor, nitelikli iş gücünü artıramıyor. Dolayısıyla da son derece küçük ve düşük katma değerli üretimlerin yapıldığı alanlarla küresel rekabet içerisinde yer almaya çalışıyor. Böyle olunca da ekonominin sürdürülebilir ve kalıcı bir şekilde büyümesi mümkün değil. Neye dayanıyor ekonomi? İnşaat sektörü. Taşı toprağı betona çeviriyorlar ve rant üzerinden de ekonomi yürütmeye çalışıyorlar. Bu ekonominin kendi iç yapısından kaynaklı ülkede zaten sorunlar var. Maalesef Türkiye ekonomisi üretimini ve nitelikli emek gücünü karşılayan bir yapıda değil. Ucuz iş gücü kullanarak yükünü çevirmeye gayretindeler. Bunu da doğayı, HES’lerle yollarla köprülerle ve inşaatlarla donatarak, kaynakları inanılmaz derecede heba ederek yapıyorlar. Diğer taraftan kamu kaynaklarını baktığımızda da tablo benzer. Geçmediğimiz köprülere vergi ödeyerek ki buna hastaneler de eklenecek buna, vergilerle halkın sırtına yükleniyorlar. Tüm bunlarla kamu kaynakları sermayeye akıtılıyor. Aslında yabancı sermaye son dönemde azalmaya başladı. Buna karşılık olarak yabancı sermayeyi daha fazla teşvik edecek, hem kamu hem de doğal kaynakları, bunlara daha ucuza sunacak bir politika izliyorlar. Özellikle de 15 Temmuz sonrasında OHAL sürecinde sermaye ürktü. Çünkü siyasi belirsizlikler vardı. Bunu telafi etmek için Türkiye’de yaşayan tüm insanların kaynaklarını ve geleceğini Varlık Fonu gibi uygulamalarla sermayeye aktarmış durumdalar. Böyle bir ekonomik plan program var ama bunun da kalıcı olabilmesi mümkün değil başından beri söylediği gibi. Bunun bir de siyasi sebebi var elbette. Siyasi belirsizlikler ekonomide güvensizlik ve kırılganlıklar yaratır. Her şeyden önce en asgari burjuva demokrasisin de bile bir hukuk sistemi vardır. Ama bugün Türkiye’ye baktığımız zaman kendi koyduğu hukuku dahi uygulamayan bir düzenle karşı karşıyayız.

Ama hükümetin başı başka bir hukuk sistemiyle dertte bu ara. ABD’de Reza Zarrab davası var ve tüm ülke oraya kitlenmiş durumda. Zarrab davası da bizzat eski Maliye bakanının adının geçtiği rüşvet, ekonomik ambargonun delinmesi iddialarını içeren bir dava. Bu gelişmeleri nasıl yorumluyorsunuz?

Öncelikle ortada bir hukuksuzluk var. Zarrab ifadesinde ya da iddialarında bakanlara ve birçok kişiye yüksek rakamlarda rüşvet verdiğini söylüyor. Daha önce de zaten hem Türkiye hem de uluslararası kamuoyunda bu tür şeyler vardı. Sermaye sadece işçilerin, emekçilerin bastırılmasında demokrasinin ihlaline onay veriri ama onu ötesinde kendi çıkarlarına dokunulduğu zaman rahatsız olur. Şimdiki durum da biraz böyle. Hem Kılıçdaroğlu’nun yaptığı açıklamalara ilişkin hem de Zarrab davası ile ilgili iddialar var. Bunlar elbette ekonomi açısından belirsizlik ve güvensizlik risklerini barındırıyor. Hem toplum hem de sermaye açısından aynı şekilde. Modern dünyanın gerekliliği hukuktur. Siz insanlar gerçekleri öğrenmesin diye yasaları çiğnerseniz ya da ifade ve haber alma özgürlüğünü engelleyip gazetecileri cezaevlerine atarsanız gün gelir gerçekleri tüm dünya öğrenir.

Öte yandan bir tarafta vergi cenneti ülkeler konuşulurken bir taraftan da Türkiye vergi cehennemi olma yolunda hızla ilerliyor. Birkaç gün önce meclisten, yine bir torba yasa içerisinde Motorlu Taşıtlar Vergisi (MTV) geçti. Bu kadar vergi yükü halkın ekonomisi açısından nasıl bir tablo ortaya çıkarıyor?

Türkiye, OECD ülkeleri arasında vergi eşitsizliğinin en fazla olduğu yer. Toplumdan alınan vergiler çok yüksek, sermayeden alınanlar ise çok düşük. Aslında Türkiye’de vergiyi; çalışanlar ücretlerinden hem gelir vergisi olarak, hem de aldıkları her üründen katma değer şeklinde ödüyor. Toplanan vergiler bugün, Varlık Fonu’nda olduğu gibi ya da sermayeye garanti olarak başta da bahsettiğim şekilde kullanılıyor. Ekonomiden sorumlu bakan Nihat Zeybekçi, diyor ki ‘Bankalar korkmasın ne ceza alırlarsa alsınlar biz onun cezasını üstleniriz.’ Bir defa halkın sorması gerekiyor, ‘O bankalar nasıl bir usulsüzlük yapmış, siz hükümet olarak neden göz yumdunuz ve benim vergilerimle nasıl bu bankaların borçlarına kefil olursunuz?’ Birileri gelmiş, bankalarla usulsüz işler yapmış, rüşvetler vermiş sonra da bunu bedelini halka ödettirmeye çalışıyorlar. Neresinden baksanız insafsızca bir durum bu.

Son dönemlerde vergiler ve döviz artışı kadar konuşulan bir diğer durum da Merkez Bankası ve Cumhurbaşkanı Erdoğan arasında bir faiz indirimi gerilimiydi. Yakın zamanda Erdoğan bunu yeniden gündeme getirdi. Bu müdahaleyi ve tartışmayı nasıl yorumluyorsunuz?

Ekonomi teknik bir iş değildir. Hani deniyor ya ‘Merkez Bankası’nın bağımsızlığı var. MB ekonominin gereklerine göre hareket eder’ diye. Ama bu böyle değil. Bağımsız falan olamaz çünkü topluma karşı sorumludur. Ama bu nerede olur? İşleyen bir parlamenter rejimde. Meclis gerçekten demokratik bir şekilde ve halkı temsil edecek biçimde seçilir, işlerse; bu mekanizma da tamamen halkın ve toplumun çıkarları çerçevesinde yürür. Dolayısıyla ben ekonomiye siyasetin girmemesi gerektiği konusunun yanlış olduğunu düşünüyorum. Ama bugün anlattığımın tersine bir şey var. Çünkü Cumhurbaşkanının müdahale etmesi toplumun müdahalesi anlamına gelmiyor. Çünkü ortada işleyen bir parlamento yok, demokrasi yok, kimsenin söz hakkı yok... bu koşullar içerisinde tek adam rejimi tesis etmiş, onun her istediği, hayata geçiriliyor vs. Bu kabul edilemez bir şey. Yani ekonomiyi demokrasiden ayıramayız. İkisi birbirinden ayrılabilir şeyler değil. Ekonomi tek kişinin ya da sermaye grubunun değil, halkın refahını artırılmasını sağlayacak bir mekanizmadır.

Toparlayarak bakacak olursak; AKP 2008’deki dünya krizini bir şekilde atlattı ve ‘teğet geçti’ dedi. Ülkeyi yabancı sermayeye cazip bir hale getirdi. Siz de ifade ettiniz ve öte yandan Dünya Bankası tarafından da hazırlanan Küresel Yönetişim Göstergeleri (Worldwide Governance Indicators-WGI) rakamlarına göre Türkiye ekonomisi 2013’ten bu yana ciddi anlamda bir düşüşe geçti. Bu her yıl bir yöntemle deyim yerindeyse ekonomi kotarıldı; ama 2017’nin sonuna yaklaşırken nasıl bir kriz tablosu görüyorsunuz Türkiye’de?

Bugün bir krizdeyiz zaten. Bundan ötesi ne olabilir ki. Ekonomik rakamlar olarak da, halka, sokağa ve pazara baktığınızda da tüm göstergeler zaten bir krizde olduğumuzun işaretini ve tanımını veriyor. İşsizlik oranları artmış durumda. Özellikle gençler arasındaki işsizlik yüzde 25’ler civarında. İş olarak ortaya konulan şeyler, 3-5 aylık güvencesiz şeyler. İnsanların gelecek diye bir beklentileri kalmadı. Toplum tamamen günü kurtarma derdinde. Bu zaten krizin ta kendisidir. Bu nasıl su yüzüne çıkar ya da başka bir tabirle sürdürülemez hale gelir? Ya da patlama noktası ne zaman olur diyebileceğimiz bir şey var mı? Aslında her an olabilir. 2018’i beklemeye de bilir. Bu ekonomik nedenlerden de olabilir siyasi nedenlerden de. Birbirinden ayrılması çok mümkün değil artık ama en azından görünürlülük açısından farklı şekilde ortaya çıkabilir. Hatırlarsınız 2001 krizi sözde, Cumhurbaşkanının başbakana anayasa fırlatmasıyla başladı. Ama yoktu böyle bir şey elbette zaten o zaman da ekonomik bir krizdeydik.

2008’de teğet geçti denmişti ama düşünmek lazım teğet mi geçti gerçekten diye. Aslında geçmedi. Orada bir avuç sermayedarı daha da zengin etti. Ama onu karşılığında da Türkiye’de inanılmaz bir şekilde yoksulluk arttı. Pek çok insan işini, güvencesini ve gelirini kaybetti. Dolayısıyla eşitsizlik arttı. Bence temel olarak ona bakmak gerekli.

Ama eğer bir şeyin yaşanması isteniyorsa toplum için diyorum bunu öyle ‘bekleyelim de görelim’ mantığıyla olmaz. Bunun için bir mücadele yürütülmeli. Muhalefetin bir alternatif politika yapması gerekiyor. AKP’nin 15 yıldır iktidarda kalmasının en önemli nedeni alternatifinin yaratılamamasıdır. CHP’nin zaten ekonomik politikası AKP’ninkinden farklı değildi hiçbir zaman. O kadar yoksulluktan ve işsizlikten bahsediyoruz peki sendikalar ve işçi örgütleri neler yapıyor? Tamam OHAL’deyiz baskı ortamı çok ama bir şekilde mücadelenin sürmesi gerektiğini düşünüyorum. Yoksa çökmesini beklemek beterin de beteri bir tabloyu önümüze koyacaktır. Gerçekten halkı temsil eden tüm siyasi yapıların, işçi örgütlerinin alternatif üretmesi son derece elzem.