Güneş ülkesinde diriliş: AMARA

Şehit Baki Edebiyat Okulu çalışması olan ve M.Sait Üçlü’nün kaleme aldığı ‘Güneş ülkesinde diriliş: Amara’ kitabının ilk serisi okuyucuyla buluşuyor. 

Soğuk bir akşamüstü sonbaharın geldiğini düşünürken önce bir mail arkasından bir mesaj geldi. “Kitap geldi, şanslısın ilk okuyanlardan biri olacaksın, mailinde”. Mesajdan sonra dönüp maili açtım. Daha önce okuduğum kitapların bir benzerini okuyacağımı düşünürken çok geçmedi ilk sayfalarda yanılmaya başladım. Yanılgım kısa sürede uzak bir geçmişe dönüşürken, sayfalar ardı ardına geçiyor, bir yandan okurken bir yandan tarihi düşünüyordum. 496 sayfalık kitap bir solukta böylece bitti.

Mezopotamya Yayınları’ndan çıkıp okuyucuyla buluşacak kitap, büyük bir karşılık bulacağa benziyor. Çünkü hem edebiyat, hem tarih iç içe. Tarihi bilmiyorsanız, edebi akıcılığına kapılıp gider, tarihi biliyorsanız mahlasları gerçekle karşılaştırıp bir filmi izler gibi kendinizi kitabın içinde bulabilirsiniz.

Kitap, Osmanlının zulmünden kaçıp Qarejdağ eteklerinde yaşama tutunup, kadınların yemekte ve bölüşümde adaleti sağladığı bir kabilenin anlatısıyla başlıyor. Binbir gece masallarından beslenen betimlemeler, yüzyıllar öncesinin hakikatiyle hemen buluşuyor. Hikayelerin hakikiliği de gerçeğin anlatısından güçlü anlatımlarla sizi yakalıyor. Sadece oradaki insanları değil, o dönem kullandıkları aletleri, giydikleri elbiseleri de tanıyor, yetişen bitkilerden kuşlara doğayla da buluşuyorsunuz. Sonra kitap sizi oradan alıp, o dönemin tarihiyle buluşturuyor.

1925'LER AMARASI

1925’lere gelmeden son yüzyıldan esintilerle tarih iki koldan ilerliyor kitapta. 1925’ler Amara’sına gelinirken yaşanan hayatları, Amara’nın tarihine, hikayelerine, insanına ruh veren yaşanmışlıklarından öğeleri de yakalıyorsunuz. Diğer yandan o dönemin siyasal hayatı anlatılırken, coğrafyada yaşanan gelişmeleri de hikayelerden öğreniyorsunuz. Siyasal değişimler anlatılırken ki edebi dil, sizi tarihi bir film sahnesindeymişcesine yakalıyor.

Aşklar ve acıların alabildiğine derin yaşandığı bir coğrafyada Aziz ile Öce’nin hikayesiyle sürüklenirken, geride göç ettiği köyüne defnedilmemenin acısıyla Abdullah size eşlik ediyor kitabın ilk sayfalarından itibaren. Bir taşa ne kadar çok anlam yüklenilirse o kadar çok anlam yüklemiş hayatların arasından, hiç alınmayan ama hep biriken intikamlarla nerde nasıl karşılaşacağınızı merak ederek çeviriyorsunuz sayfaları. Ferat’ın (Fırat nehri) akarken gördüklerini ise yüreğinizi kısarak okuyorsunuz. Ferat’ın çok acı görmesinden çok can alması, diye düşünüyor insan bir yandan okumaya devam ederken.

Ermeni soykırımı adım adım nasıl başladı, onu görüyorsunuz bir demircinin hikayesinde. Günlerce insan görmeden dağ bayır dolaşıp, evladının acısını yaşayan ve adı Taşnak-Hınçak grubuna katılınca Thomas olan Ermeni’nin hikayesinin nasıl devam edeceğini ikinci kitapta görmeyi umuyorsunuz.

Her an bir şarapnel parçası çarpabilir yüzünüze Kafkas cephesinde gezinirken. Cepheye sürülen Kürt gençlerinin savaşçılığı sizi büyülerken, henüz yeni nüvelenen, mayalanmamış ham düşünceler ve tartışmalara da tanık oluyorsunuz.

İstanbul, Ankara, Amed sokaklarını bilenler, semtleri, yaşayışları bilenler, geçmişin anlatısından büyük keyif alarak dolaşacaklar o sokaklarda. Küçüksu’da peçelerin gittikçe nasıl tülleştiğini, bugünün Küçüksu’yla da yan yana getirip, semtlerin sosyolojisini, tarihi izlerini de sürebilirler. Çankaya‘nın yokuşlarından her gün geçenler, Ankara’nın soğuk coğrafyasında toprak yollu Çankaya tepelerindeki entrikaları, kaçışları, gaz lambası ışığında yaşananları, gölgeleriyle takip edebilirler. Amed’in surlarından Xançepek’e, Hevsel’e on gözlü köprüye giderken, bugünün köşklerini, o günün konukluklarıyla, sofralarıyla karşılaştırabilirler.

SAİD-İ KURDİ, CİBRANLI HALİT VE NURİ DERSİMİ

Kitap Osmanlı son dönemlerini anlatırken, Çanakkale muharebelerini, Kafkas cephesini, İttihat ve Terakki’nin nasıl oluştuğundan, o dönemin aktörlerinden ve siyasal atmosferinden de edebi bir dille bahsediyor. Kitapta Kafkas cephesinde kahvaltı eden Said-i Kurdi’yle de karşılıyorsunuz, Cibranlı Halit’in, Kerem’in hikayesi de sizi can evinizden yakalayabiliyor. Nuri Dersimi’yle sohbet ederken Şeyh Said’le aşiretlere mektup yazarken bulabiliyorsunuz kendinizi. Osmanlı son dönem paşaları, cumhuriyeti kurarken neler yaptıklarını da aktörlere mahlaslar yükleyerek anlatmayı tercih etmişler.

Aksak Oymak’ı, Sağır Paşa’yı ve Sarı Paşa’yı okuyunca kimler olduklarını hemen çıkarıyorsunuz ancak anlatımın lezzeti size o günleri, hiç bilinmeyen yönleriyle hikayeleştiriyor. Karadeniz’de katledilen onbeşlileri de dalgaların acımasızlığıyla ve ihanetle birlikte okuyorsunuz. Derin devlet gerçekliğinin köklerinin nasıl atıldığını da göruyorsunuz. Osmanlının devlet geleneğinin getirdiği siyaset oyunları karşısında o dönemki Kürtlüğün saflığı hemen yüzünüze çarparken, Kürt tarihinin peşini bırakmayan ihanetlerin de çok eskiye dayandığını görebiliyorsunuz. Kürt tarihinde direnişin nasıl filizlendiğini, düşüncelerin ve örgütlenmelerin nasıl yetersiz olduğunu, tarihi fırsatların görülmeyen olanaklarla nasıl yitip gittiğini de acıyla okuyorsunuz.

Kitap bir yandan Amara tarihi, bir yandan o dönemdeki siyasal atmosferi iki farklı hattan ama alabildiğine geçişken ve akışkan bir kurguyla anlatıyor. İlk aşamada bir edebi metinle karşılaşmayı beklemeyenler karşılarında mitolojik süslemelerle, akıcı bir dil ve kurguyla, tüm bunların yanından kültürel ayrıntıların öğreticiliğiyle baş başa kalacaklar.

Şehit Baki Edebiyat Okulu çalışması olan ve M.Sait Üçlü’nün kaleme aldığı kitap Ömer Hayyam’ın dizeleriyle başlıyor. Şeyh Sait’in duygularıyla kesiştiğini ise kitap bitince anlıyoruz. Biz de o dizelerle bitirelim.

“Ezeli sırları ne sen bilirsin ne de ben

Bu muammayı ne sen okuyabilirsin ne de ben

Perde ardında sen ben dedikodusu var ama

Perde kalktı mı ne sen kalırsın ne de ben”

                                                              Ömer Hayyam

Kaynak: Yeni Özgür Politika