Işık: Batı, Erdoğan’ı cesaretlendiriyor

Gazeteci Fehim Işık, artık çöküş döneminin ustası olan Türk Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın, Batılı devletlerin ikiyüzlülüğünden de cesaret alarak Kuzey-Doğu Suriye'yi işgal edip Kürtsüzleştirilmiş bir ‘Çete Kemeri’nde ısrar ettiğin söyledi.

Kuzey-Doğu Suriye Özerk Yönetimi’ni, Türkiye’yi kaybetmemek adına bir Anayasa Komitesi’ne bile almaktan çekinen Batılı devletlerin ve ABD’nin ikiyüzlülüğüne işaret eden Gazeteci-yazar Fehim Işık, “Erdoğan’ın bölgeyi işgaline, Kürt soykırımına yönelmesine karşı çıkmayacaklar. Gerçekçi olmakta yarar var. Bölge halkı, özellikle de Kürtler öncelikle kendi öz güçlerine inanmalı” dedi.

Türk Cumhurbaşkanı Recep T. Erdoğan, geçtiğimiz hafta BM Genel Kurulu’nda, Kuzey-Doğu Suriye işgal edip hayalini kurduğu Kürtsüzleştirilmiş ‘Güvenli Bölge’ planını açıkladı fakat ne ABD’yi ne de diğer Batılı devletleri ikna edebildi. Türkiye döndükten Türk Milli Güvenlik Kurulu’nu (MGK) toplayıp savaştaki ısrarını sonuç bildirisiyle duyuran Erdoğan, Türkiye Meclisi’nin açılışında da işgal tehditleri savurdu. CHP de geçen hafta sonu "Suriye'de Barışa Açılan Kapı" temasıyla Suriye ile ilgili bir konferans düzenledi. Konferansa Kuzey-Doğu Suriye Özerk Yönetimi’nden kimse davet edilmedi. Gazeteci Fehim Işık'la hem ‘Güvenli Bölge' planlarının Batı nezdinde ne anlama geldiğini hem de CHP’nin Suriye konferansını konuştuk.

Erdoğan, BM Genel Kurulu’nda ve yapabildiği görüşmelerde bir 'Güvenli Bölge' planı pazarladı. Erdoğan’ın neden bu planda ısrar ediyor?

Erdoğan’ın önce BM Genel Kurulu’nda, ardından Meclis’in açılışında yaptığı konuşma esasen Kürt düşmanlığının dışa vurumudur. Bir diğer boyutuyla da işgal hedefinin dünyanın gözü önünde itiraf edilmesidir. Erdoğan, uluslararası hukukun suç olarak tanımladığı bir fiili, bir halkın yerinden edilerek yerine başka halklardan insanları yerleştirmeyi savunuyor. Bunu yaparken de kendileri açısından işgal ve imhayı içerdiği açık olan 'Güvenli Bölge' kılıfının ardına sığınıyor.

Erdoğan’ın bu kadar pervasızca işgal, imha ve soykırımı savunmasının nedenleri var;

* En başta mülteci kozunu kullanıyor. Türkiye’de 3 milyon 600 bin Suriyeli göçmen olduğunu ileri sürerek, Avrupa’yı bu göçmenlerle, asıl olarak da Suriyeli göçmenlerin arasında bulunduğu varsayılan -ki vardır- ve sayıları tam olarak bilinmeyen çetelerle tehdit ediyor.

* Bir diğer kozu ABD ile Rusya arasındaki çelişkilerden yararlanarak sırtını Rusya’ya dayamasıdır. Rusya’nın son dönemlerdeki adımlarından da anlaşılıyor ki Türk devletini cesaretlendiren bir tutum izliyor.

* Üçüncü durumu bir koz değil ama bir başlık olarak belirtirsek o da Erdoğan’ın iç siyasette giderek daha fazla tıkanmasıdır. Partisinden ayrılmalar başladı. Anketlerde dibe vurmaya başladığı yazılıp çiziliyor. Ülkenin ekonomik tablosu iflası gösteriyor. Ardı ardına yapılan zamlarla açığı kapamaya çalışan bir AKP-MHP iktidarı var. Kabul etmek gerekir ki Erdoğan artık bir çöküş dönemi ustası. Mimarı HDP olan 2015’teki çöküşünü, muhalefetin azımsanmayacak bir kesiminin içine sirayet etmiş milliyetçilik ve ırkçılık hastalığını Kürt düşmanlığı ile bezeyerek kullanması sonrasında önleyip ömrünü uzatabildi. HDP’nin ‘stratejik oy’ siyasetinin sonucu olarak 31 Mart ve 23 Haziran’da yeniden görünür olan çöküşünü, bir kez daha çatışma ve savaş siyaseti ile önlemeye çalışıyor. Bunun için elinde kullanabileceği tek argüman olan Rojava’ya saldırıyı öne çıkarıyor. Son yıllardaki kamplaştırma siyaseti de bu emeline hizmet ediyor.

Türkiye, diğer aktörleri ikna edemese de 'Güvenli Bölge' planları için Kuzey-Doğu Suriye’ye saldırabilir mi?

Türkiye’nin diğer aktörlerle ilişkisine bakmak gerekir önce. Diğer aktörlerden, yani Avrupa devletleri ile ABD’den şimdiye kadar suya sabuna dokunmayan açıklamalar dışında ciddi bir tepki gelmedi. Hem Avrupa’da hem de ABD, Kürtlere sevgi besleyen ciddi bir kamuoyları olmasına rağmen Erdoğan’ın uluslararası suç tanımına giren fillerinin tekine bile karşı çıkmadı. Efrîn’de yaşananlar tüm çıplaklığıyla ortada. Dolayısıyla Erdoğan’ın attığı her adımın ardından diğer aktörlerin tutumu ne olur, diye düşünerek değerlendirme yapmak, yanıltıcı olabilir. Bu beklenti Efrîn’in işgalinin de nedenidir. Erdoğan, Rusya’nın yeşil ışık yakmasıyla dünyanın gözünün içine baka baka, Rojava’nın en güvenli kentini, insanların savaştan kaçarak sığındığı, 800 bin insanın yaşadığı Efrîn’i ve tüm kasabalarını işgal etti ve işgal ettiği alanların tümünde soykırım suçu işliyor. Kimden ne tepki geldi? Son günlerdeki açıklamalarına bakılırsa Erdoğan’ın önünde bir işgal planı olduğu ve bunu yaşama geçirmek için fiili bir adıma yöneleceği anlaşılıyor. Yani o, Rojava’nın tamamına olmasa bile bir bölümüne dönük işgal planını yaşama geçirmek için adım atacak gibi duruyor.

Bir bölümüne dönük işgal, dediniz. Nasıl bir hesapları var?

Akıllarından geçen; Girê Sipî’den başlayıp adım adım Reqa ve Dêrazor’a kadar uzanan hattı işgal etmektir. Bu planı artık sağır sultan bile biliyor. Son MGK toplantısında yine bu plan üzerinde konuşulduğu, yapılan açıklamadan da anlaşılıyor. Bu hattın işgali ile Kobanê ve Cizîr bölgelerinin bağlantılarını kesecekleri gibi bölgeyi tamamen Kürtsüzleştirerek Türk devletine bağlı bir ‘Çete Kemeri’ oluşturmayı hedefliyorlar. Ayrıca bunu yaparken Türkiye’de gözlerini kör ettikleri ırkçı, faşist, ulusalcı ve milliyetçi çevrelerin hemen hemen tamamından destek alacaklarının da farkındalar.

'Güvenli Bölge' tam olarak kabul görmedi. Erdoğan da "biz oyalanacak ülke değiliz" diyor. Batılı devletler, gerçekten Erdoğan’ı oyalıyor mu?

Şunu da ben sorayım: Batılı devletlerin gerçekten Erdoğan’ı tutma diye bir derdi var mı? Onlar YPG’nin, YPJ’nin nasıl kahramanlıklar sergilediklerini, bırakın bölgeyi dünyayı hangi pisliklerden kurtardıklarını bilmiyorlar mı? Bal gibi biliyorlar. DAİŞ çetesini yok eden ama bunun bedeli olarak da 11 bin şehit veren, 70 bin insanı gazi olan YPG, YPJ ve QSD’yi, bu askeri yapıların siyasal iradesi olan Kuzey-Doğu Suriye Özerk Yönetimi’ni, Türkiye’yi kaybetmemek adına bir Anayasa Komitesi’ne bile almaktan çekiniyorlar. Bu Batılı devletlerin, ABD’nin ikiyüzlülüğüdür. Şimdiye kadar sessiz kalıp izleme pozisyonuna girmelerinin, ‘bekle gör’ politikasına yönelmelerinin esas nedeni çıkarlarıdır. Erdoğan’ın bölgeyi işgaline, Kürt soykırımına yönelmesine karşı çıkmayacaklar.

Bu durumda Kürtler ne yapmalı?

Gerçekçi olmakta yarar var. Bölge halkı, özellikle de Kürtler öncelikle kendi öz güçlerine inanmalı; diğer yandan Batılı devletlerin değil ama Batılı kamuoyunun vicdanlarına seslenmeli ki Batılı devletleri şimdiye kadar frenleyen etkenlerden biri de kendi kamuoylarıdır. Onlar, Türkiye gibi diktatoryal rejimlerde seçimlerin işlevsizleşmesini hep desteklemişlerdir. Ancak kendi devletlerinde bunu yapacak durumda değiller. Bu nedenle Batı kamuoyunun tutumunu lehe dönüştürecek, Kürtlere olan sevgilerinin işe yaramasını sağlayacak adımlar atılmalı ki ikiyüzlü devletler de yanlış yapmaya cesaret bulamasınlar.

Fransa Cumhurbaşkanı Macron’un açıklamasını da böyle okumak gerekiyor sanırım. Macron’un açıklamaları, kendilerini mültecilerle tehdit eden Türkiye’ye karşı bir duruş mu?

Batılı devletlerin liderleri zaman zaman Türk devletine karşı ‘iyi polis-kötü polis’ rolüne soyunuyorlar. Macron’un söylediklerini, şahsen bu temelde değerlendiriyorum. Dediği, “Türkiye’nin mülteci şantajına gelmeyeceğiz” sözlerinden ibaret. Ardından, “Türkiye ile mülteci anlaşmasına uygun olarak birlikte çalışmaktan yanayız” diye ekliyor. Türkiye ‘mülteci’ dedikçe etekleri tutuşan bu liderler, eğer Erdoğan vaatlerine bağlı kalırsa o zaman tüm saldırılara da sessiz kalacaklar. Buna şüphe yok. Nihayetinde Türkiye ve Kuzey Kürdistan’daki, Rojava’daki tüm hak ihlallerine, katliamlara sessiz kalmıyorlar mı? Türk Dışişleri Bakanı Çavuşoğlu’nu bu kadar pervasızlaştıran durum da budur. Sonuçta Batılı devletlerin göçmen korkularının kaç kalibre olduğunu biliyorlar. Batılı devletlerin liderlerinden beklenen, Türkiye’nin değil kamuoylarının hassasiyetlerine dikkat etmek ve buna uygun adım atmak olmalıdır. Aksi durumda Erdoğan gibi bir diktatörün, onun çömezlerinin oyuncağı olmaktan kurtulamazlar.

Bir yandan CHP’nin düzenlediği bir Suriye açılımı oldu geçtiğimiz günlerde. Böylesi bir konferans düzenledi ama Kürtler yoktu. Neden?

CHP’nin bir Suriye açılımı yaptığı kanaatinde değilim. CHP, Suriye’nin 2011 koşullarına dönme arzusunu bir konferansla teyit etti. Kürtsüz olmasının bir nedeni de budur. Bir açılım söz konusu olsaydı Kuzey-Doğu Suriye Özerk Yönetimi’ni, bölgenin etkin partileri ile sivil toplum örgütlerini, siyasetçilerini, önderlerini, entelektüellerini konferansa katardı. Bu insanların Türkiye’ye gelişleri Erdoğan’ın gazabı nedeniyle mümkün olmasa bile pekâlâ teknolojik olanakları kullanarak, hiç olmadı yazılı sunumlarla çözümün yol ve yöntemlerini gerçekçi bir şekilde anlatmaları sağlanabilirdi. Bunu yapmayan, yapmaya cesaret edemeyen bir CHP var. Elbette CHP’nin tabanı ve üyeleri ile yöneticilerinin artık önemli bir kesimi CHP’nin merkezi gibi düşünmüyor. Bu durum konferansta da kendini gösterdi. O zaman açık demek gerekir; CHP alternatif olmak istiyorsa ulusalcı kamburdan kurtulmak zorundadır. O zaman demokrasi ittifakının da önemli bir bileşeni olarak bölgesel ve ulusal sorunların çözümünde etkili bir rol oynayabilir.