Karasu: İttifak en geniş toplumsal kesimlere seslenmeli

KCK Yürütme Konseyi Üyesi Mustafa Karasu, Emek ve Özgürlük İttifakı'nı darlaştıran yaklaşımlardan uzak durulması gerektiğini ifade ederek, “İttifak en geniş toplumsal kesimlere seslenmeli” dedi.

Yeşil Sol Parti’nin HDP’den daha geniş bir yelpazede 14 Mayıs seçimlerine girdiğini ve AKP-MHP faşist iktidarına karşı gerçek muhalefeti ortaya koyduğunu ifade eden Karasu, “Eğer rollerini doğru oynarlarsa önlerine tarihi fırsat çıkmıştır. Büyük bir boşluk var. Millet İttifakı var ama Millet İttifakı bu faşist iktidarı karşılayacak, ona karşı mücadele edecek güçte değil, bir programda değil, bir duruşta değil. Bu bakımdan bu büyük boşluğu Yeşil Sol Parti bileşenleriyle birlikte, ittifak güçleriyle birlikte karşılayabilir” dedi.  

Yeşil Sol Parti'nin Türkiye’ye daha fazla seslenmesi gerektiğini de kaydeden Karasu, “Türkiye toplumuna seslenmede de biraz daha fazla cesaretli olmak, biraz daha fazla açılımcı olmak gerekli. Çünkü Türkiye toplumuyla birlikte yıkılacaktır. Demokrasi güçleri için de söylüyorum; onların daha fazla geniş çevreye açılması gerekiyor. Yoksa Kürtler zaten mücadele ediyor, bizler mücadele ediyoruz. Bu konuda bir sorun yok. Ama Kürt halkının, Kürt demokrasi güçlerinin Türki halklarla daha fazla buluşma ihtiyacı var bu faşizmi yıkmak için” şeklinde konuştu.

GULÇIYA, DILXWAZ VE PELŞÎN ARKADAŞLARIN MÜCADELEDE BÜYÜK EMEKLERİ OLMUŞTUR

Gulçiya arkadaş, Dilxwaz arkadaş ve Pelşin arkadaşı minnet ve saygıyla anıyorum. Gulçiya  ve Dilxwaz arkadaşlar eski, tanıdığımız arkadaşlardı. İkisi de HPG’nin, YJA Star’ın komutanlarındandı. Zaten Gulçiya arkadaş HPG Karargahı'ndaydı. Karargah Komuta Üyesiydi. Dilxwaz arkadaş da bir eyaletin komutanıydı. Mücadeleye çok önemli katkıları olan arkadaşlardır. İkisi de Botan’ın evladıdır. Botan’da kadın, erkek yüzlerce komutan çıkmıştır. Bu mücadelede büyük emekleri olmuştur. Zaten yüzlerce komutan çıkaran Botan, şu anda yurtseverliğin de en güçlü olduğu alanlardan biridir. Botan, gerilla mücadelemizin zaten güçlü biçimde geliştiği alandır. Botan’ın öyle bir özelliği var.

Tabii bu arkadaşları eskiden beri tanıyorum. En eski tanıdığım, Gulçiya arkadaştır. Gulçiya 1995’te bizim alanımızdaydı. Ben o zaman Metina’daydım. Gulçiya arkadaş, 1995’te baharla birlikte Berwar Sevdîn ve Lêvînê alanına, yani Hakkari tarafına geçti. O zaman manga komutanıydı. Sanırım sonbahara doğruydu; operasyon oldu. Türk devletinin saldırısı oldu alana. Çatışmalar çıktı. O sırada Gulçiya arkadaş kendi birliğinden kopuyor. Bazen çatışmalarda arkadaşların kopması yaşanıyordu. Gulçiya arkadaş da birlikten kopmuştu. Operasyona devam ediyor, tek kalmıştı. Gidiyor bir dağlık, ormanlık alanda gizleniyor.

Operasyonun sanırım son günüdür, saklandığı yere birden bir asker geliyor. Gulçiya ile göz göze geliyorlar. Asker Gulçiya arkadaşı görünce, “Komutanım bir kadın, komutanım bir kadın” diye seslenip çıkıp gidiyor. Gulçiya bu durumda artık yapacak bir şey kalmadığını görerek bombasını hazırlıyor, silahını çekiyor, mermiyi namluya sürüyor ve bekliyor. Asker gelirse çatışacak sonuna kadar. Artık son mermiyi de kendisinde patlatacak. Böyle bir beklenti içinde. Tabii bir süre sonra askerin sesi kesiliyor. Saatlerce kimse gelmiyor. Sonra orada kalıyor. Bir gün, iki gün sonra asker operasyondan çekiliyor. Ve arkadaş da bunun üzerine birlikten kopmuş, yürüyerek tekrar Qaşûra alanından Metîna’ya geçiyor. Ben o zaman Metîna’daydım. Durumu anlattılar, önceden tekmil vermişlerdi. Çatışma çıktığını, Gulçiya arkadaşın birliğinden kopuk olduğunu, bilgi alamadıklarını söylüyorlardı. İhtimaller de şehit olduğu yönündeydi. Sınırı geçtikten sonra arkadaşlar bize geldiğini haber verdiler. Ben yanıma gelmesini istedim. Geldiğinde bu durumu anlattı. Böyle 15-20 gün birliğinden kopuyor, 1 haftada yürüyerek, sınırı geçerek geliyor. Böyle bir olay yaşıyor.

Tabii o zaman manga komutanı. 1992’de katılmış, bu olay ise 1995’te oldu. O zamandan beri de ben  hep kendisiyle ilgilendim. O zaman zor kurtulmuştu. Sanırım o asker ilk önce komutanına haber vermeye gidiyor, sonra çevrede kimseyi göremeyince durumu görmezden gelip söylemiyor. Büyük ihtimalle ya bir demokrat aileden geliyor ya da bir Kürt. İlk önce görünce sesleniyor fakat sonra bakıyor ki, çevresinde kimse yok, kimse duymamış, görmezden gelerek gidiyor. Yoksa gider söyler, askerler gelir ve orada çatışma da çıkardı. Arkadaş da şehit düşerdi.

KENDİNİ TAMAMEN KÜRT HALKININ ÖZGÜRLÜĞÜNE VERMİŞTİ

Gerçekten Botan’ın o toplumsal ve bozulmamış değerlerinin içinden çıkan bir arkadaşımızdı. Kendisini tamamen Kürt halkının özgürlüğüne vermişti, değerlerine bağlıydı. Her yerde görev yaptı. Onun için kolay görevler değil, zor görevlerdi. Görevlere hep böyle yaklaşmıştır. Zor görevler almak istemiştir. Her yerde kalmıştır. Botan'da kaldı, Amed'de kaldı. Amed, Garzan, Erzurum eyaletlerinin sorumluluğunu yaptı. Sonradan geldi. Daha sonra birçok alanda da; Rojava’da da, Rojhilat’ta da komutanlık yaptı. Böyle bir arkadaştır. 30 yıl bu mücadelenin içinde oldu. Şehit düşmesinden 1 ay önce görüştük. Bir, bir buçuk ay önceydi. Bir Mart ayında görüştük. O da Nisan sonunda şehit düştü zaten; 2019'da. Gerçekten de Botan’ın bir evladı olarak, bir komut olarak şehadeti erken oldu. Daha doğrusu hava saldırıları sonucu Garê’de şehit düştü. Minnetle anıyorum.

Özellikle de Kürt kadınları ve Botan’ın kızları Gulçiya arkadaşı örnek almalılar. Onun izinden gitmeliler. Bu arkadaşların mücadelesi yerde kalmamalıdır. Kesinlikle özgür Kurdistan gerçekleşmelidir. Onların umudu böyleydi.

Dilxwaz arkadaş da öyle. Botan’ın bir evladıydı. Yine Pelşîn arkadaş da Mardin’in, o yurtseverliğin yoğun olduğu yerden harekete katılmıştı. Bu arkadaşları minnetle anıyorum. Onların anısı mutlaka mücadelemizde yaşayacaktır. Onların ardılları ve onlara söz veren bizler, bu mücadeleyi sonuna kadar sürdüreceğiz. Mutlaka özgür Kurdistan, Demokratik Ortadoğu'yu gerçekleştireceğiz.

SEKİZ YILDIR SON DERECE AĞIR BİR TECRİT UYGULANIYOR

Şu anda Önderliğin esareti 25’inci yılında. Aslında 25 yıla yakındır Önderlik orada ağır tecrit altında. Zaman zaman AKP iktidarının kendini rahatlatmak, kendi iktidarını pekiştirmek için yumuşama yaptığı, kendi çıkarı için belli bir gevşeme yaptığı dönemde bazı görüşmeler oluyordu. Siyasi görüşmeler de oluyordu. Biz de işte Oslo’ya gidip geliyorduk. Görüşmeler oluyordu. Bu dönemde belli bir yumuşama vardı. Vardı ama AKP iktidarı demokratik bir zihniyete sahip olmadığı için bu görüşmelerden bir sonuç çıkmadı. Daha doğrusu Erdoğan araçsallaştırdı bu görüşmeleri.

Şu bir gerçektir; Türkiye’de gerçek bir demokratikleşme olmadan, demokratik zihniyet olmadan Kürt sorunu çözülemez. Çünkü Türk devletin Kürt sorununa bakışı farklı. Soykırıma uğratmak istiyor. Herhangi bir siyasi sorun değil. Herhangi bir siyasi sorun olur. Taleplerin azlığı, çokluğu olur. Uzlaşılır ve bir yerde çözülebilir. Burada kabul edilmeyen bir sorun var. Kabul edilmiyor. Yani kabul edilmeyen bir durumu ilk önce aşmak gerekiyor. Varlığını kabul etmek gerekiyor. Türkiye'de böyle bir inkarcı gerçeklik var. Zaman zaman diyorlar, biz inkârı kırdık. Böyle bir şey yok. Yani o sadece toplumu aldatmak, dünya aldatmak için söylenmiş sözler. Ya da şu anda soykırımcı sistem bütün hızıyla işliyor. Kitle iletişim tekniği gelişmiş. Bilişim tekniği gelişmiş. Asimilasyon yoğun biçimde sürüyor. Bu nedenle de kendi soykırımcı yüzlerini gizlemek için, maskelemek için çok sınırlı, kültürel alanda bazı yumuşamalar yaptılar. Bunun dışında ağır tecrit uygulanıyor. Şu anda 2015'ten beri 8 yıldır çok ağır bir tecrit uygulanıyor ve son iki buçuk yıldır da zaten hiçbir görüşme olmuyor. Bu nedendir? Niye görüştürülmez? Niye ağır tecrit uygulanır? Bunun cevabı verilirse o zaman tabii anlaşılır.

CPT KEYFİ UYGULAMA İÇİNDEDİR

Açıkça Önderliğin bir tek sözünün bile dışarı çıkması istenmiyor. Önderlik üzerinde bir psikolojik baskı kuruluyor. Nasıl ki dışarıda bir soykırım, savaş yürütülüyorsa, halkın üzerinde yoğun bir baskı yürütülüyorsa Önderliğe karşı da yürütülüyor. Zaten ilk baskı oradan başlıyor. Çünkü bu halkı bilinçlendiren, örgütleyen ve mücadele eder hale getiren bu Önderlik olduğu için bu baskı yürütülüyor. Bu nedenle de ağır bir tecrit var. Bu ağır tecrit şu anlama geliyor: Önderlik AKP'nin politikalarını, reddediyor, ona tutum koyuyor. Her sözü, ona karşı bir tutum olacak. Bu nedenle tecrit uygulanıyor, görüşme yaptırılmıyor. Tabii bütün bunlar Türkiye Anayasası da çiğnenerek yapılıyor. Evrensel hukuk da çiğnenerek yapılıyor. Gerçekten hiçbir hukuki dayanağı yok. Ne dünya çapında ne de Türk Anayasasına dayalı bir hukuk var. Yaptım oldu şeklinde keyfi bir uygulamadır bu.

Açıktır ki CPT de aslında keyfi uygulama içindedir. CPT bir Avrupa kurumudur. Avrupa tamamen ekonomik çıkarları esas olan, maddi çıkarları esas alan bir uygarlıktır. Maddi çıkarlar neyi gerektirirse onu yapar. Manevi değerler yoktur Avrupa’da. Avrupa'nın manevi ölçüleri yoktur. Maddi ölçüler, manevi ölçülerin önüne geçmiştir. Hiç yoktur denilemez ama maddi çıkarlar, manevi değerler nefsin önüne geçmiştir. Bu bakımdan da gidiyorlar İmralı'da rapor yazıyorlar. Bize söylemiyorlar ki! Halka söylemiyorlar. Güya Türkiye'ye söylüyorlar. Açıktan açığa bir olumsuzluk varsa, bir yaptırım...  Şunu değiştirin, bunu değiştirin, yapmayın biçiminde bir şey söylemiyorlar. Bir nevi rica. Türkiye dinler mi yani? Zaten dinlemiyorlar. Türkiye zaten şunu diyor; ben yaparım, Avrupa ne derse desin, diyor. Bu bakımdan CPT, göründüğü gibi bir rol oynamıyor. Yani göründüğü gibi bir kurum değil.

Yani işkenceye karşı mücadele eden, işkenceyi gözetleyen bir kurum değil. Olsaydı bu kadar ağır tecride karşı bir tutum takınırdı. Hiçbir tutumu yok. Böylelikle ne oluyor? CPT tutum takınmayınca meşrulaşıyor, normalleşiyor. Türkiye de yapmaya devam ediyor.

AKP-MHP ŞANTAJLA, TEHDİTLE SONUÇ ALMAYA ÇALIŞIYOR

Geçen gün Besê (KCK Yürütme Konseyi Eşbaşkanı Besê Hozat) arkadaş da programda kapsamlıca değerlendirdi. Önderlik üzerinde bu kadar baskı, bir yönüyle de topluma, bize; Hareket'e yönelik baskı, bir şantaj oluyor. Açıkça bir şantaj politikası uyguluyorlar. Baskı politikası yürütüyorlar. Bu Türk devletinin geldiği düzeyi gösteriyor. Artık şantajla, tehditle bir şeyler yapmaya çalışıyor, sonuç almaya çalışıyor. Ama tabii ki halkımız da bilinçlidir. Hareketimiz de bu tehdidin ne olduğunu biliyor. Bu bakımdan biz de biliyoruz ki, bu tecridin kaldırılması için mücadele gerekir. Siyasi mücadele gerekir, hukuki mücadele gerekir, halkın mücadelesi gerekir. Ancak böyle bu tecrit kaldırılabilir.

Bu yönüyle tabii ki Adalet Bakanı’nın dediğine herkes gülüyor. Zaten adam ilginç biri, Adalet Bakanı falan değil. Açık adaletsizlikleri gizlemek için, yaptığı kötülükleri gizlemek için demagoji yapıyor. Neymiş, elde olmayan imkanlar!.. 1 ay olur, 2 ay olur, 6 ay olur. Bu "elde olmayan imkanlardan" dolayı tecrit uygulanıyormuş. Bundan görüşme yaptırmıyormuş. Avukatları 2011’den beri görüşemiyor. Elde olmayan nedenle ne alakası var? Eskiden koster bozuk, şu bozuk, denilirdi. Şimdi "elde olmayan nedenler"... Yani hiçbir şey yok. Onun için "elde olmayan bir neden" olabilir yani. Bu bakımdan bunları tabii ki ciddiye almak mümkün değil. Orada ağır bir tecrit var. Önderliğin orada bir duruşu var. AKP iktidarının soykırımcı politikalarına karşı duruşu var, tutumu var. Ona karşı ağır tecrit uygulanıyor. Bize düşen görev, tecride karşı mücadeledir. Yalnızca tecridi kırmak değil, Önder Apo'nun özgürlüğünü sağlamaktır.

1996 YILINDAKİ SALDIRI DEVLETİN İÇİNDEKİ KESİMLERİN SALDIRISIYDI

1996’da Önder Apo’ya yönelik saldırıyı şiddetle kınıyorum. Bu saldırı olduğu zaman biz 1996'da Zap'ta Askeri Konsey Toplantısı'ndaydık. Önderlik bizimle, yani toplantıdaki arkadaşlarla telefon görüşmesi yapıyordu. Telefon görüşmesi yaparken Önderlik telefonu kesti. Şöyle 5-6 dakika kadar telefonu durdurdu. Ondan sonra bizimle görüşmeye devam etti. Tabii olay şöyle oluyor, sanırım Önderlik Kürtçe okulda ancak Türkçe okulun yakınlarında araba patlatılıyor.

Türkçe okulunun duvarlar yıkılıyor ve hasar görüyor. Fakat herhangi bir kayıp falan olmuyor. Tabii Önderlik sesi uzaktan da olsa duyuyor. Ve sonradan öğreniyor ki, patlamanın olduğu yer Türkçe okul. Cuma (Cemil Bayık) arkadaş ve başka arkadaşlar da var. Orada bomba patlıyor. MİT, istihbarat bilgisi dahilinde, onların örgütlediği bir suikast. Doğrudan hükümetin bilgisi yok. Fakat devlet içindeki belli kesimler bunu yapıyorlar. Celal Bucak’tan bazı kişilere kadar böyle bir kesim örgütlendirilerek Şam'da böyle bir bomba patlatılıyor. Aslında biraz Şam üzerinde baskı yapmak için de bu tür bombalar patlatılıyor. Bir yönüyle de Türkiye'nin artık bize karşı kaybettiği, mücadele sürdükçe çöküntüye uğradığı bir dönemdir. Türkiye’nin her türlü çöküntüye uğradığı bir süreçti 1990’lı yıllar ve bu nedenle artık bu mücadeleyi kaldıramıyor. Savaş karşısında her türlü çöküntüye uğradığı için Önderlikten kurtularak bu savaşı bitirmeyi hesaplıyorlar. "Apo'yu etkisizleştirirsek PKK’yi de etkisizleştiririz’ yaklaşımıyla Önderliği hedef alıyorlar. Başarılı olmayınca başka yollara başvurdular. Uluslararası Komplo'ya kadar gitti bu durum. Bu vesileyle Önderliğe karşı gerçekleştiren bu komploya en büyük cevabı da Zîlan yoldaş Dersim’de verdi. Önderliğe karşı gerçekleştirilen bu suikasta Zîlan arkadaş fedai bir duruşla cevap verdi. Açıkça bütün hareketin, kadınların Önderliğe sahip çıkacağı mesajını verdi. Bu önemliydi.

Bu yönüyle de şunu söyleyebilirim, Önderliğe yönelik Şam'daki bu suikasttab, bu bombalı saldırıdan sonra Hareket'e yönelik saldırıya fedaice cevap verme eğilimi gelişti. Zîlan başlattı. Zîlan’dan sonra bu daha da gelişti. Önderlik sürekli hedef alınmıştı, 1996 da bu saldırının bir parçası oldu. Bu aslında Türk devletinin Kürtlere yaklaşımını, Kürt sorununa yaklaşımını gösteriyor. Nitekim bu zihniyetle, Önderliğe yönelik bir suikast zihniyetiyle, daha sonra Uluslararası Komplo'nun gerçekleştirilmesini, mücadelemize karşı başarısızlığın, çaresizliğin sonucu ortaya çıkan bir saldırı olarak değerlendirmek gerekiyor.

DENİZLERİ SAYGIYLA ANIYORUM

Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan'ın idam edilişinin 52’inci yılına giriyoruz. Minnetle, saygıyla anıyorum. Onlara yönelik bu idamı gerçekleştirenleri de şiddetle kınıyoruz. Onlar gerçekten Türkiye halklarının tarihinde bir dönüm noktasıdır. 1968-971 sürecinde Denizlerin, Mahirlerin, İbrahimlerin olduğu kuşağın gençlerinin duruşu, mücadelesi, Türkiye tarihinde yeni bir dönem başlatmıştır.

O güne kadar da tabii ki devlete karşı mücadele vardır. Sosyalist güçlerin mücadelesi vardır ve Kürt halkı zaten Cumhuriyet tarihi boyunca hep mücadele içinde olmuştur ama Türkiye halkları açısından devlete doğrudan, böyle cepheden açık meydan okuma, mücadele etme ve bunun toplumsallaşması, gençlik içinde büyük bir destek görmesi Türkiye'de yeni bir dönem başlattı. Bunu böyle belirtmek gerekiyor.

Onların o duruşu tabii ki bizim mücadelemizi de etkiledi. Mahirlerin, İbrahimlerin, Denizlerin mücadelesi gerçekten de Kürt halkının özgürlük mücadelesine de önemli etkide bulundu. Zaten Deniz, Hüseyin, Yusuf idama giderken Önderliğin bulunduğu bölümden alınıp götürüyorlar. Önderlik de o sırada cezaevindedir. 1972’de Mahirlerin Kızıldere'de katledilmesinden sonra Önderlik boykota öncülük yapmıştır. Boykota öncülük yaptığı için cezaevine atılmıştır. İşte o sırada Önderliğin bulunduğu yerden idama götürülmüşlerdir. Önderlik o sırada bir aydır Mamak cezaevindedir. Önderliği onlar etkilemiştir. Önderlik zaten Denizler idama götürüldükten, idam edildikten sonra söz vermiştir; "Onların anısına bağlılık gereği öyle mücadele yürütmeliyiz ki, mücadele bir daha kesintiye uğramasın, başarılı olsun" demiştir. Böyle bir etkisi vardır ama öte yandan Kürt gençliği üzerinde de etkide bulundu. İşte 1970'lerden sonra Kurdistan’da mücadelenin gelişmesinde, bunların yarattığı siyasi ortamın, gençlik üzerinde yarattığı etkinin payı büyüktür. Bunu hiç inkâr etmemek gerekiyor. Evet, o dönemde işte 60'ların sonu, 70'lerin başında DDKD gibi, DDKO gibi bir örgütlenme olsa da gençleri radikal biçimde etkilemiyor, gençliği sarsmıyor. Gençliği asıl sarsan, militanca bir mücadele içine sevk eden, aslında Denizlerin, Mahirlerin, İbrahimlerin duruşu oluyor. Kurdistan için de böyle militanlara ihtiyaç var. Kurdistan'da böyle bir militanlık olursa ancak  mücadele gelişebilir. Ne var ki o dönemde Kurdistan böyle bir militanlık ihtiyacı duyarken, ortaya çıkan bu eğilim militanca değildir. Ama Kürt halkının özgürlüğü için militanca ve fedakarca bir duruş gerekiyor. Bu nedenle de tabi Kürt toplumu, Kürt gençleri daha çok bunlara ilgi duyuyor ve bu yönüyle de bunları minnetle anıyoruz. Ben de onlara karşı sempati içindeydim.

KÜRT HALKININ DA ÖZGÜRLÜĞÜNÜ İSTİYORLARDI

Hüseyin İnan, bizim komşu köylümüz sayılır. Onun da etkisiyle ben de sempati duydum. Onlar idam edilirken ben lise son sınıftaydım. Yani onların duruşu gerçekten de önemlidir. Bugün Türkiye’ye bir demokratikleşme gelecekse, Kürt halkının özgürlüğü sağlanacaksa bu duruşla olacaktır yani. Onlar Kürt halkının kardeşliğine ve Türkiye'nin demokratikleşmesine önem vermişlerdir. Bu ülke gibi inkârcı değildirler. Yani inkârcılık yoktur. 1968-71’deki gençlik içinde hem Denizlerde hem İbrahimlerde; bu kuşakta Kürt inkarcılığı yoktur. Aksine Türkiye'nin içinde gerçekleşecek demokratik devrim çerçevesinde Kürt halkının da özgürlüğünü isteme vardır. Bu bakımdan Türkiye'de Kürt halkının özgürlüğü sorununun gündemleşmesinde o duruşlarıyla rol oynamışlardır.

Bu yönüyle onları minnetle, saygıyla anmak gerekiyor. Yeni bir Türkiye kurulacaksa, onların anıları temelinde, onların anılarına bağlılık temelinde kurulacaktır. Nitekim şimdi Türkiye halklarıyla Kurdistan'da demokrasi güçleri, özgürlük güçleri böyle bir ortak mücadeleyle, onların özlemi olan demokratik Türkiye'yi ve Kürtlerin özgürleşmesini, özgür Kurdistan'ı gerçekleştirme mücadelesi ve çabasını yürütüyorlar.

1 MAYISLAR ARTIK DAHA DA ANLAMLIDIR

İlk önce Kurdistan, Türkiye ve tüm dünyada emekçilerin birlik, dayanışma ve mücadele gününü kutluyorum. Bu günde şehit düşen tüm emekçileri de minnetle, saygıyla anıyorum. Çünkü ben de 1 Mayıs Şehitlerini yakından gördüm. 1 Mayıs 1977'de Taksim; yani 1 Mayıs meydanının tam ortasındayım. Heykelin dibindeydim. O zaman tanıdıklarım vardı. Ben 1 Mayıs için gitmiştim İstanbul'a. O zaman Dev-Yol kortejinde 1 Mayıs yürüyüşüne katıldım. Saldırı olduğunda da tam merkezindeydik. Zaten ölümlerin çoğu da bize yakın yerde oldu. Tabii kitle dağıldı, biz meydanda kaldık, polislerle çalıştık. Birçok cenazeyi arabaya koyduk. Yine yaralı olduğunu düşündüklerimizi taksilere koyduk, gönderdik hastanelere. Ben tam içindeydim. Bu yönüyle o 1 Mayıs Şehitleri tabii ki bizim için önemli bir anı veyahut da onlara verdiğimiz bir söz de oluyor.

1 Mayıs, dünyada uzun yıllardır; 1877’den beri kutlanıyor. Bu yönüyle1 Mayıs işçileri, mücadelenin gelişmesinde, bilincin oluşmasında önemli yere sahiptir. Öyle sadece bir bayram değil, bir mücadele günüdür. İşte o yıldan, 19 yüzyılın sonlarından bugüne kadar 1 Mayıslarda birçok şehit verilmiştir. Bugün, mücadele günü haline gelmiştir. Bugün 1 Mayıslar daha da anlamlıdır. Uzun bir tarihi vardır. Tabii ki 1 Mayıs aynı zamanda bir sosyalizm bayramıdır, kapitalizme karşı mücadele ve sosyalizmi gerçekleştirme bayramıdır. Bu yönüyle aynı zamanda sosyalist bilincin sosyalist mücadelede yenilenmesi ve bu tecrübelerin yeniden gözden geçirilmesi anlamına da geliyor. 1 Mayısları böyle anlamak lazım. Sadece bir günü kutlama değil de, mücadelenin tecrübelerini, deneylerini çıkararak önümüzdeki yıllarda daha da büyük mücadeleyi gerçekleştirmek gerekiyor.

Gelinen aşamada emekçilerin mücadelesi önemli. Emekçiler tabii ki devlete karşı, sömürüye karşı. Bu yönüyle emekçiler, demokratik devrimin ve kapitalist moderniteye karşı devrimin en temel güçlerinden biridir. Emekçilerin örgütlenmesi, mücadelesi, kapitalizmi aşma, demokratik toplumcu, sömürünün olmadığı bir dünyayı kurmak açısından emekçiler, geçen yüz yıllarda rollerini oynadıkları gibi yine oynayacaklardır. Ancak sosyalizm mücadelesi veriyorsak, bütün toplumcu güçleri, kapitalizmin dışında kalan toplumcu güçleri de bu mücadele içine koymak gerekiyor. Ve bu mücadele içinde günümüzde kadınların mücadelesi önemlidir, ekoloji mücadelesi önemlidir. Bunlar olmadan emekçilerin mücadelesini başarıya götürmek mümkün değildir. Emekçilerin mücadelesi başarılı olacaksa eğer, kapitalist sömürüye karşı, moderniteye karşı bir başarı gerçekleşecekse, o zaman kadınların mücadelesini, ekolojik mücadeleyi birlikte geliştirmek gerek. Çünkü bugün ekolojik mücadele bütün insanlığın sorunu haline gelmiştir. Bu sorunlara duyarlı olmadan da doğru bir emekçi mücadelesi, sosyalizm mücadelesi verilemez. Bunu şunun için belirtiyorum; reel sosyalizmde endüstriyel hizmet anlayışı vardı. Çok yanlıştı. Ve doğayı yıkıma götüren bir anlayışla endüstriye yaklaşıyordu. Artık onun aşılması, bir tarafa bırakılması gerekiyor. Kadın özgürlüğü için sadece kadın özgür olmadan toplum özgür olmaz, demek de yetmiyor. Artık kadını toplumsal özgürlüğün merkezine koyan bir yaklaşımı da esas almak gerekiyor, Bu bakımdan 21. yüzyılda emekçilerin mücadelesini, kadınların mücadelesini, ekolojist güçlerin mücadelesini, yine toplumu savunan tüm güçlerin mücadelesini birlikte yürütmek gerekiyor.

ARTIK SOSYALİZMİ DEVLETLİ DÜŞÜNMEMEK GEREKLİ

Diğer yandan şunu da vurgulamam gerekiyor; artık sosyalizmi devletli düşünmemek gerekiyor. Devlet sömürgeciliğin aracıdır. Sömürünün ortaya çıkmasıyla birlikte devlet ortaya çıkmıştır. Sömürünün olmadığı, toplumculuğun gücünün olduğu bir dünyada devlete yer yoktur. Olmaması gerekiyor. Bu bakımdan da devletin alternatifi olan demokratik konfederalizmin; yani halkın demokratik yönetimi, demokratik konfederalizm temelinde olabilir. Bir devlet anlayışı olmaması gerekiyor. Evet, bir demokratik yönetim gerekiyor. O demokratik yönetim, demokratik konfederal temelde gerçekleşebilir. Bu bakımdan bu 1 Mayıs’ı anarken bunu da özellikle vurgulamak istiyorum.

Tabii ki bu 1 Mayıs, özellikle Türkiye ve Kurdistan açısından faşizme karşı mücadelenin de önemli bir günü olması gerekiyor, olacaktır. Kurdistan’daki demokratik güçler ve emek güçleriyle Türkiye’nin emek güçleri 1 Mayıs'ta bunu daha da somutlaştırarak bu birliği geliştirerek Türkiye'de faşizmi yıkma mücadelesini yükselteceklerdir. Herhalde bu 1 Mayıs'ın 14 Mayıs seçimlerine de etkisi olacak. Bir yönüyle de 1 Mayıs’ın ruhu, 14 Mayıs’ta faşizmi yıkma da etkili olacaktır.

DEPREMDEN SONRA ORTAYA ÇIKAN TOPLUMSAL GERÇEKLİK ÜRKÜTÜCÜ

Bu deprem olayı çok irdelenmesi gereken bir durumu ifade ediyor. Şu anda depreme yaklaşım, depremin Türkiye'de tartışma düzeyi aslında Türkiye gerçeğinin ne olduğunu gösteriyor. Yani Türkiye'de vicdan kalmamış mı? Ahlak kalmış mı? 200 bin civarında insan öldü. On tane şehir yerle bir oldu. 15 milyon insan etkilendi. Sanki sıradan bir olay olmuş geçmiş, herhangi bir afet olmuş geçmiş; böyle yaklaşılıyor. Bu, gerçekten vicdanların kurulmasıdır. Bu depreme yaklaşımı görünce insan Türkiye gerçeğinden ürküyor. Böyle bir toplum olur mu, böyle bir yaklaşım olur mu. Bu nasıl bir ülke gerçekten? İnsan şey diyemiyor, tarif edemiyor, hafızamız almıyor.

Tamam, ölenle ölünmez ama niye öldü? Neden öldü? Bunların irdelenmesi gerekiyor. Bundan sorumlu olanların hesap vermesi gerekiyor. 200 bin insanın ölümüne yol açan bir hükümetin, bakanlarının, sorumlularının toplum içinde gezememesi gerekiyor, toplum içine çıkamaması gerekiyor. O zaman bunun sorgulanması lazım. Hala Erdoğan ve hükümeti toplum içinde rahatça gezebiliyorsa, konuşabiliyorsa, bu kadar insanı toplayabiliyorsa bunun sorgulanması gerekiyor. Böyle bir şey olamaz. Yani şöyle mi diyeceğiz; vicdan kalmamış, ahlak kalmamış, izan kalmamış, ölçü kalmamış. Bu kadar yıkım oluyor, sanki normal bir şey yaşanmış. Bırakın her şeyi, o enkazların içinde ölen insanlar ne düşündü? Neyi yaşadılar? Acı çeke çeke öldüler. Kimse kurtarmaya gitmedi. Yüzbinlerce insan öldü orada. Onlar neler düşündü? Onların ne düşündüğü önemli değil mi? Belki de ölenler en değerlimizdi. Öldükten sonra değerini bildik çoğunun. Ben bütün toplum için söylüyorum; bütün Türkiye için, Kurdistan için söylüyorum. Özellikle yakından etkilenen aileler için söylüyorum. Böyle mi yaklaşılır? Nasıl geliyor içinizde konuşabiliyor, rahatlıkla gezebiliyor? Böyle olamaz, gerçekten insanın vicdanı kaldırmıyor, ahlak kaldırmıyor, ölçüleri kaldırmıyor. İnsan diyor bu nasıl bir ülke, nasıl bir Türkiye?

MUHALEFETİN HÜKÜMETİ REZİL ETMESİ LAZIM

Şimdi seçim oldu, seçimle üstü örtüldü. Anlaşılıyor ki Erdoğan bir de bu nedenle seçim gündemini kabul etti. Belki ertelerdi. Baktı ki çok zorlanacak, seçimi erkene aldı. Şimdi kimse konuşmuyor.

Muhalefetin rezil etmesi lazım. Muhalefet bu depremdeki hükümetin tutumu, depreme yol açan politikalar nedeniyle bu iktidarı toplum içine çıkamaz hale getirmesi gerekiyor. Sen deprem vergisini ne yaptın? Dört-beş gün yoksun yıkılan yerlerde. Hesabını vermeyecek misin? Yok ortada; AFAD yok, Kızılay yok. Göstermeliktir hepsi. Bilmem binlerce enkazın üzerinde, beş-on tanesinin üzerine gitmiş. Ondan sonra hepsini böyle kepçelerle aldılar sağa sola götürüyorlar. Bu durum ciddi bir durumdur. Eğer bu ciddiye alınmazsa, edebiyatçısı, sanatçısı, siyasetçisi ciddiye almazsa ortaya hiçbir şey çıkmaz.

Kılıçdaroğlu bir şey söyledi, onu takip etmesi lazım. Ya da herkesin öyle olması gerekir. Gerçekten  iyi bir söz söyledi. Artık ne kadar gereğini yerine getirecek, ne kadar inanacak bilmiyorum. Dedi ki; ben bundan sonra bundan önceki insan değilim.. Evet öyle olması lazım. Bu depremi yaşadıktan sonra Türkiye'de kim önceki gibi olabilir? Ama şimdi var mı? Kılıçdaroğlu meydanlarda çok gündeme getirmiyor, diğerleri getirmiyor. Rezil kepaze etmeleri lazım. İçişleri Bakanı, kepaze adam, 3-4 gün AFAD uğramamış, gidiyor Esenler'de müzik çalan Yeşil Sol Partililere "kepazeler" diyor utanmadan. Birisi demiyor, ya sen ne konuşuyorsun! Sen ne yaptın? Bu kadar yıkıma sebep oldun. Bu bakımdan deprem gündeminin gündem olması lazım. Bu kadar unutulması olamaz. Yüz binlerce insan ölmüş, evleri yıkılmış. Ölenin dışında diğerlerinin de evi barkı yok. Bütün yaşamları altüst oldu.

ERDOĞAN’DA UTANMA YOKTUR

Bu kadar büyük bir olaya yol açanın hesap vermesi gerekiyor. AKP-MHP’nin bunun hesabını vermesi gerekiyor. Eğer bunlar götürülmezse çürümüşlük var demektir. AKP-MHP iktidarı hala var olacaksa o zaman her bakımdan çürümüşlük var demektir. O zaman bunu ciddi sorgulanması gerekiyor. Gerçekten şu anda bile gündemleşmemesini edebiyatçıların, sanatçıların, vicdanı olanların sorgulaması gerekiyor. Niye böyle oluyor? Niye hala bunlar gelip içimize konuşabiliyor?

Erdoğan'da utanma yoktur, konuşuyor. Erdoğan nasıl bir insan? Erdoğan şark kurnazlığı, Emevi vicdansızlığı, Bizans entrikacılığı, bir de batının burjuvazinin, maddi çıkara dayanan pragmatizmi. Bu dördünün karışımıdır. Batı pragmatizmi var. Bizans entrikacılığı var. Emevi vicdansızlığı var. Ve şark kurnazlığı var. Bunları almış. Gerçekten ucube bir şey. İnsanlığın en tortu hali. Ya da siyasetin en tortu, en çirkin halini gerçekten Erdoğan temsil ediyor. Bu nedenle işte böyle olduğu için insan utanmadan insan içine çıkıyor. Zaten Erdoğan'ın ölçüsü yoktur, inandığı hiçbir şey yoktur. Tek inandığı şey iktidarını sürdürmektir. Bu vesile ile ben depremde yaşamını yitirenleri minnetle, saygıyla anıyorum. Gerçekten bu konunun bu seçim döneminde gündeme gelmemesinin, bu kadar ağır bir durumun Türkiye toplumunda çok ciddi sorun haline gelmemesinin ciddi bir sorun olduğunu düşünüyorum. Bunun üzerinde herkesin düşünmesi gerekiyor.

ROLLER DOĞRU OYNANIRSA TARİHİ BİR FIRSAT ORTAYA ÇIKMIŞTIR

HDP’nin kapatılma durumu olunca Yeşil Sol Parti ile seçime gidildi. Daha doğrusu Emek ve Özgürlük İttifakı, Yeşil Sol Parti altında seçime giriyor. Önemlidir. HDP’nin zaten bileşenleri vardı. Emek ve Özgürlük İttifakı'yla bu daha da genişledi. Bu bakımdan Yeşil Sol Parti daha önce HDP'nin girdiği seçimlerden daha farklı biçimde, daha geniş bir yelpazede bu seçime giriyor. Bu bakımdan önemli bir toplumsal kesimi ifade ediyor. Bir de bu faşist iktidara karşı gerçek çözümü ifade ediyor, gerçek muhalefeti ortaya koyuyor. Önemlidir. Bu faşizm karşısında böyle bir muhalefetin olması gerekiyor. Zaten öyle bir faşizm ki her şeyi keskinleştiriyor. Bu kadar ortamı keskinleştiren faşizmin uygulamalarıdır ve buna karşı mücadeledir. Evet, faşizm her türlü saldırıyı yaptı ama buna karşı mücadele de AKP-MHP faşizmini teşhir etti. Bu yönüyle mücadelenin teşhir edici, netleştirici, berraklaştırıcı, gerçekleri ortaya çıkarıcı gücü var. Bu ortaya çıktı. Yeşil Sol Parti şimdi bunun temsilini yapmaya çalışıyor. Bu yönüyle önemlidir. Eğer rollerini doğru oynarlarsa önlerine tarihi fırsat çıkmıştır. Büyük bir boşluk var. Evet, Millet İttifakı var ama Millet İttifakı bu faşist iktidarı karşılayacak, ona karşı mücadele edecek bir güçte değil, bir programda değil, bir duruşta değil. Bu bakımdan bu büyük boşluğu Yeşil Sol Parti bileşenleriyle birlikte, ittifak güçleriyle birlikte karşılayabilir. Bu yönüyle bir heyecan yaratıyor ama biraz daha Türkiye gerçeğini iyi görmeleri gerekiyor.

Bunu şunun için belirtiyorum. İyimserlik iyidir ama karşımızda faşizm gerçeği var. Bu faşizmi alt etmek, faşizm karşısında güçlü olmak, başarılı olmak için daha fazla çalışmak lazım, daha fazla ciddiye almak lazım. Sadece iyimserlikle, sadece faşizm teşhir oldu, yüzü açığa çıktı demekle başarı gelmez. Daha fazla mücadele etmeleri, daha yoğun çalışmaları gerekiyor. Bu konuda çok fazla iyimserlik var. Kötümser olunsun demiyorum ama gerçekleri görmek lazım. Daha fazla çok çalışmak lazım.

Bir de bu seçim çok farklı. Bu seçimde Yeşil Sol Parti HDP geleneğini temsil ediyorsa, özellikle faşizmin geldiği nokta dikkate alındığında Türkiye'ye daha fazla seslenmesi gerekiyor. Türkiye toplumuna daha fazla seslenilmesi gerekiyor. Bu konuda söylemde de, Türkiye toplumuna seslenmede de biraz daha cesaretli olmak, biraz daha açılımcı olmak gerekli. Çünkü Türkiye toplumuyla birlikte yıkılacaktır. Demokrasi güçleri için de söylüyorum; onların daha fazla geniş çevreye açılması gerekiyor. Yoksa Kürtler zaten mücadele ediyor, bizler mücadele ediyoruz. Bu konuda bir sorun yok. Ama Kürt halkının, Kürt demokrasi güçlerinin Türki halklarla daha fazla buluşma ihtiyacı var bu faşizmi yıkmak için. Başka nasıl yıkılabilir? Bu yönüyle en geniş cepheyi oluşturmak gerekiyor. En geniş toplumsal kesimlere ulaşmak gerekiyor. En geniş toplumsal kesimlere seslenmek gerekiyor. Yöntemimizi daraltmamamız gerekiyor.

DAHA ÇOK ÇALIŞMAK LAZIM

Diğer bir husus da; bence o konuda da biraz gevşeklik var; HDP 2015'te barajı aşarken bütün Türkiye'de çalıştı. Çünkü barajı aşmak önemliydi. Barajı aşmak için Giresun'dan da oy almak gerekiyordu, Trabzon'dan da, Yozgat'tan da. Türkiye'nin her tarafından oy almak gerekiyordu. Bu bakımdan sadece milletvekili çıkarılacak yerler değil, milletvekili çıkarmayan yerlerde de topluma seslenmek, çalışmanın güçlü olması gerekiyor. Yoksa daralırsa, oradan gelen oylar düşerse o zaman genel oylar düşer. Çünkü en azından o milletvekili çıkarılmayan yerler bile yüzde 1,5 civarında oy yükseltiyordu. Bu bakımdan oyları da yükseltmek, daha fazla milletvekili çıkarmak açısından, biraz daha Türkiye'ye daha fazla seslenmek, Türkiye toplumuna seslenmek, milletvekili çıkarılmayan yerlerde de çalışmayı geliştirmek gerekiyor. Her yerde söyleniyor; şu kadar bu kadar alacağız ama bu da çalışmayla, bir de üslupla; en geniş çevrelere seslenme ile olur. Sadece kendi çevremize, kendi tabanımıza seslenerek olmaz. Onlar zaten oy veriyorlar. HDP projesini kendi tabanı dışında geniş kesimlere seslenerek barajı aştı. Yoksa baraj aşılamıyordu. Baraj aşılınca, biraz da genişleyince ne oldu? 80 milletvekili çıktı. 35-40 daha fazla milletvekili çıktı. Neden? Kendi tabanı dışında geniş çevrelere seslenince bu kadar bir açılım, başarı ve hatta gelişme oldu. Bunlara dikkat edilmesi gerekiyor.

İTTİFAKI GENİŞLETMEYEN TUTUMLARDAN KAÇINILMALI

Emek ve Özgürlük İttifakı, önemli bir ittifaktır. Bunu herkes ciddiye almalıdır. Bu sadece bir seçim ittifakı da değil. Seçimle her şey bitmeyecek. Seçimden sonra daha fazla mücadele gerekecek. Mücadele etmek gerekecek. Bu bakımdan Emek ve Özgürlük İttifakı'nı göz bebekleri gibi korumaları, geliştirmeleri ve genişletmeleri gerekiyor. Mücadele seçimle bitmiyor ki. Bu açıdan Emek ve Özgürlük İttifakı'nda olan herkes bu ittifakın anlamını, değerini bilmelidir. Ve böyle dar yaklaşımlarla, Emek ve Özgürlük  İttifakı'nı genişletmeyen tutumlara girmemeli. Bu çok önemli bir konudur. Buna öyle güncel yaklaşılamaz. Tepkiyle, duygusallıkla yaklaşılamaz. Bu bakımdan Emek ve Özgürlük İttifakı'nın ne anlama geldiğini herkes daha iyi görmeli. Hem bugün birlikte güçlü çalışma yürütmelidirler hem de seçimden sonra Emek ve Özgürlük İttifakı daha güçlü bir mücadele yürütmelidir. Önümüzdeki dönem, bir mücadele dönemi olacaktır. Seçimle geldi, demokrasi oldu, sorunlar çözüldü; bu tür beklentiler yanlıştır.

Şu anda herkesin temel görevi nedir? Birinci görevi faşizmi yıkmaktır. Faşizme karşı ortak mücadeledir. Faşizme karşı ortak mücadele, dünyanın her tarafında en geniş kesimler doğurur. Kim daraltıcı yaklaşım gösteriyorsa, o faşizme karşı mücadeleyi doğru yürütmüyor demektir. Bunu böyle anlamak lazım. Ben Emek Özgürlük İttifakı'na başarılar diliyorum.

SALDIRILAR KÜRT HALKININ ÖZGÜRLÜK MÜCADELESİNEDİR

Faşizm diyoruz, gerçekten faşizmdir. Süleyman Soylu alçağı ne diyordu? Diyordu; "Ne özgürlükten söz ediyorsunuz? Bak sabahtan beri türkü çalıyorsunuz. Türkü söylüyorsunuz." Ya sen her gün insanları tutukluyorsun, on binlerce insan cezaevinde, sadece son tutuklananlar değil.

Tabii mücadele olduğu için bu mücadeleye saldırı var, mücadele iradesini kırma var. Açıkça şu söyleniyor; Kürt halkının özgürlük mücadelesinden vazgeçeceksiniz. Bunun arkası, Kürtlükten vazgeçeceksiniz, Türklüğü kabul edeceksiniz, eriyeceksiniz. Bunun için saldırıyorlar. Bu bakımdan herkes şunu bilmeli; Kürtlere saldırılıyor, Kürt halkının varlığına saldırılıyor. Çünkü bu insanların hepsi Kürt halkın özgürlüğü, Kürt halkının özgürlük mücadelesi için, Türkiye'nin demokratikleşmesi için çalışıyorlar. Bunun için tutuklanıyorlar. Başka nedeni yok. Şu denilebilir; başka Kürtler var. Başka Kürtler, AKP'nin ilişkide olduğu Kürtler, KDPliler... Bu soykırımcı sömürgeciliğe, Türk devletine karşı asıl mücadele eden güçleri zayıflattığı için, asıl mücadele eden güçlere karşı onları kullanıyorlar. Bu yönüyle kesinlikle bu saldırılar Kürt halkının özgürlük mücadelesine, Türkiye'nin demokratikleşmesine karşı bir saldırıdır. Bunun böyle görülmesi gerekiyor. Bu böyle bir devlettir. Türk devleti soykırımcı bir devlettir, saldırır. O zaman Kürtlere düşen nedir? Ya Kürtlüğünden vazgeçecek, mücadeleyi bırakacak, teslim oluyorum diyecek ya da bedellerini ödeyerek binlercesi cezaevine girerek bu mücadeleyi sürdürecek.

Bu bakımdan ben bütün direnişleri saygıyla selamlıyorum, tutuklanan herkesi selamlıyorum. Bir mücadele içindeler. Duruşları sağlam olduğu için onları zindana atıyorlar. Ama şunu bilsinler, bu herhangi bir mücadele değil, 50 yıllık bir mücadeledir. 50 yıldır kesintisiz süren bir mücadeledir. Artık bu toplumu, Kürt'ü kimliğinden, özgürlük isteminden vazgeçirmeleri mümkün değildir. Anlamadıkları budur. Evet Kürt'e kaybettirebilirler, acı çektirebilirler, öldürebilirler. Ama bu mücadeleyi zorla, baskıyla susturmak mümkün değildir. Bu mücadele sürecektir. Aslında bu iktidar kendini yaşatmak için bu saldırıları yapıyor. Bu bir yönüyle hem saldırıları sonuçsuz kalmıştır hem de kaybetme moduna girmişlerdir. Bu nedenle de bu tür saldırıları yürütüyorlar. Halkımız da gazetecileri de, mücadele verecek. Sanatçıları da, siyasetçileri de mücadele verecek. Vermezse kimliklerinden, Kürtlüklerinden vazgeçecekler. Artık öyle Kürt olmadığına göre bunu bir mücadelenin bir parçası olarak görmek lazım. Bunu durdurmanın yolu daha fazla mücadele etmektir. İşte her gün çağrı yapılıyor basında. Bir gazeteci mi tutuklandı; 10 tanesi, 100 tanesi kamerayı ele alsın. Bir sanatçı mı tutuklandı; başka sanatçılar sahip çıksın deniliyor. Biz de bu düşüncelere katılıyoruz.

SEÇİM GÜVENLİĞİ KONUSU CİDDİYE ALINMALI

Seçim güvenliği gerçekten ciddi bir konudur. Zaman zaman deniliyor, bu seçim güvenliği konusu abartılıyor, toplum psikolojisini bozmak için, sandığa gitmeyi engellemek için bu tür işte gündemle yaratılıyor. Bir psikolojik savaş var deniyor. Böyle görmemek lazım. AKP-MHP iktidarı herhangi bir faşizm değil. Geçen gün Hulusi Akar diyordu. Teröristler umudunu seçime bağlamış. Bu şu anlama geliyor; bu seçimde mutlaka AKP kazanmalı, MHP kazanmalı. Sanki bu seçimde AKP düşerse sanki PKK iktidar olacak. Mantık bu. Bu bakımdan böyle düşünenler her türlü saldırıyı yaparlar. Süleyman Soylu "darbe" dedi. 14 Mayıs darbesi dedi. Birisi bu seçim Millet İttifak kazanırsa işgalciler kazanacakmış dedi. Neler neler söylüyorlar. Bunların tabii ki ciddiye alınması gerekiyor. Bunu söyleyenler iktidarı bırakmak istemezler. Her türlü oyuna başvururlar. Kılıçdaroğlu da diyordu; ben biliyorum, her türlü oyuna başvuracaklar diye.

Türkiye'de eskiden seçim oluyordu; Demirel gidiyordu, Ecevit geliyordu, Erbakan geliyordu, işte Erdoğan geldi öyle. Erdoğan da seçimle geldi. Şimdi seçimle gitmek istemiyor. Kendisi seçimle gelince iyi, gidince diyor, Türkiye yıkılacak, yok olacak. Böyle bakıyor.

Bu farklı bir bakıştır. Bir nevi diktatörler olur ya. Dünyada diktatörler seçimle gidiyor mu? Gitmiyor. Ancak halk deviriyor. Şimdi bunlar da bu hale gelmiş. Seçimle gitmek istemiyor. Yani diktatör. Faşist bir diktatörlük. Diktatörlüklerin kolay kolay iktidarı bıraktığı görülmüş müdür? Ancak halk ayağa kalkmıştır, süpürmüştür. Bu bakımdan seçim güvenliği sorunu, ciddi bir sorundur. Halkın sahiplenmesi gerekir. Halk sahiplenirse, onların oyununu bozar. Aslında kendiçeri seçimde darbe yapmak istiyor. Çünkü meşruiyet öyle elde etmek istiyor. Yeniden iktidarı ele geçirip ben meşruyum diyecek, daha fazla saldıracak. Halkın sahip çıkması gerekiyor. Sandıklara sahip çıkması gerekiyor. Bütün halkın böyle hakkı var. Ben hatırlıyorum. Gençliğimde defalarca gitmiştim, sandıklar sayıldığı zaman orada olmuştum. Yani eskiden halk da orada oluyordu. Kimse karışmıyordu. Kimse engellemiyordu. Eskiden öyleydi, şimdi müşahitler varmış. Tabii herkes gidip sandıkları sahiplenmeli ve her şeye de hazır olmalı. Eğer bu iktidar, halka rağmen iktidarda kalmayı dayatırsa, kaybetmesine rağmen hileyle, hurda ile iktidarı bırakma gibi bir duruma gelirse halk tutumunu ortaya koymalıdır. Buna da hazır olmak gerekiyor.

KILIÇDAROĞLU ALEVİLİĞİNİ ORTAYA KOYABİLİYORSA MÜCADELE SAYESİNDE

Zaten seçimden önce Kılıçdaroğlu, Alevi olduğu için seçilemez, oy vermezler denildi. Türkiye'de yüzyıllardır Aleviler hakkında bir önyargı yaratılmış. Önyargı olmadığını kim söyleyebilir? İşte bu önyargıya dayanarak. Kılıçdaroğlu kazanamaz denildi. Hatta adaylığına karşı çıkıldı. Bu yönüyle tabii Kılıçdaroğlu artık mecbur kaldı söylemeye. Çünkü Erdoğan her gün gönderme yapıyordu, Aleviliğini hatırlatıyordu. Açık söylemiyordu ama gündemi yapıyordu. İşte seccadeyi tabii ki çiğner, kıbleyi bilmez. Namaz kılmadığı için ne bilecek seccade nedir, dedi. Bunu meydanlarda defalarca söyledi. Bu yönüyle Kılıçdaroğlu'nun aleyhine yönelik öyle bir politika vardı. Kılıçdaroğlu bunu açık söyleyerek aslında boşa çıkardı. Ama bunu açık söylemek de önemli. Bu noktaya gelmesi önemli. Öyle kolay kolay bir Alevi siyaset yapacak ve kendi kimliğini açıklayacak. Mümkün değildi. Eskiden okulda açıklayamazdınız, Alevi olduğunuzu söyleyemezdiniz. İş yerinde söyleyemezdiniz. Söylediğiniz zaman size hor bakılır, farklı gözle bakılırdı. Bu bakımdan Aleviler hem yaşadıkları yerlerde kendilerini gizlerlerdi hem de gittikleri yerde, okulda, başka yerde gizlerlerdi. Hatta böyle küçük şehirlerden İstanbul'a, büyük şehirlere göç etmelerinin nedeni de, büyük şehirlere gitti mi kimliğini kimsenin bilmemesiydi. Evet, böyle bir toplumsal gerçek vardı. Erdoğan sonra dedi ki, öyle bir sorun yok, biz kimsenin Aleviliğini sorun yapmamışız. Utanmazlık bu! Fakat yine şunu söyledi: Bizde Alevilik yoktur, Şiilik yoktur, Müslümanlık vardır. Aslında dolaylı yoldan yine Aleviliği inkar etti. Benim gibi olacaksın, dedi. Ben nasıl anlıyorsam İslam'ı, sen de öyle yapacaksın.! Bunu demek istedi aslında.

Evet, Kılıçdaroğlu söyledi ama Kılıçdaroğlu'nu bu noktaya getiren on yıllara dayanan mücadeledir. Bizim mücadelemiz bu konuda belirleyici olmuştur. Kurdistan'da ve Türkiye'de Alevi halkının, Alevilerin kendi kimliğine sahiplenmesi konusundaki en büyük mücadeleyi PKK vermiştir. Yine Êzidîlerin kendi kimliğine ve sahiplenmesine. PKK yol açmıştır. Eskiden Mardin'de, Batman’da Êzidîler kimliğini gizlermiş. Çarşıya bile çıkmazlarmış. Şimdi öyle midir? Şimdi Kurdistan'da hem Aleviler hem Êzidîler, Kürt toplumu içinde onurluca yaşıyorlar, eşitçe yaşıyorlar. Bu bakımdan Kurdistan'da bunu kırdık. Böyle bir sorun yok. Bu Türkiye'de önemli düzeyde kırıldı. PKK zaten Kurdistan'da diğer hareketlerden farklı olarak Alevi toplumunu da içine aldı, Alevi gençleri de içine aldı. Diğer hareketlerde tek tük vardır ama bizde binlerce şehit var. Halen binlerce bu mücadele içinde yer alanlar var.

Diğer yandan Önder Apo'nun demokratik ulus anlayışı gelişti. Farklı inanç, farklı etnik toplulukların bir ulus içinde birlikte yaşama zihniyeti gelişti. Böyle bir teori ortaya çıktı. Bu da Türkiye'de bu gelişmeye etkide bulundu. Bu yönüyle eğer Kılıçdaroğlu bugün Aleviliğini açıkça söylüyorsa bunda tabii ki Kürt özgürlük hareketinin büyük katkısı vardır. Yine Türkiye'de, Kürt demokratik hareketidir. HDP'den önce partilerdir, HDP'dir. HDP bu konuyu görünür hale getirdi. Alevileri açıkça sahiplendi. Zaten HDP içinde birçok Alevi milletvekili oldu, belediye başkanı oldu. O yönüyle de görünür hale geldiler. Ve böylelikle Türkiye'deki Alevilerin kendini gizleme, saklama yaklaşımı kırıldı. Aleviliğin görünür hale gelmesini sağladı.

Tabii bunları derken Alevi örgütleri de kurumları da 1980'lerin sonundan itibaren örgütlendiler. Onların mücadelesi de bu görünür olmada etkili oldu. Bu bakımdan Kılıçdaroğlu bunu söyledi; olumludur, önemlidir. Önemli bir tutum oldu ama bu tutumun da buna cesaret etmenin de böyle bir tarihsel geçmişi olduğunu, zemini olduğunu bilmemiz gerekiyor. Bunu bilmezsek, adaletli olamayız, vicdanlı olamayız.

ALEVİLERE ÇAĞRI

Alevilerin kendini gizlemeden bugüne gelmesini sağlayan bütün çabaları, bütün mücadeleyi takdir etmek, görmek ve hakkını vermek gerekiyor. Alevilerin kimlik mücadelesi, inanç özgürlüğü mücadelesi konusunda bizim de mücadelemiz oldu, Kurdistan’daki demokratik siyasi güçlerin mücadelesi oldu. Bu bakımdan Alevilerin bugün Türkiye siyasetinde etkili olmasında önemli etkisi oldu. Yeşil Sol da şimdi bu mirası devralıyor. Yeşil Sol ya da HDP sadece bir kimliğin partisi değildir. Ne sadece Kürtlerin partisidir, ne Alevilerin partisidir, sadece bir kimliğin partisi değildir. Bütün Alevilerin de partisidir, Kürtlerin de partisidir, kadınların da partisidir, bütün toplumsal kesimlerin, ezilenlerin, farklı etnik ve inanç kimliklerin partisidir.

Böyle bir partinin varlığı çok önemlidir. Ancak böyle bir zihniyet Alevileri inanç özgürlüğüne kavuşturabilir. Alevilerin Türkiye'nin demokratikleşmesi içinde kendi kimliklerini, inançlarını özgürce ifade etmelerini sağlayabilir. Bu bakımdan ben bütün Alevilere de bu seçimde Yeşil Sol Parti'ye oy vermeleri çağrısında bulunuyorum.