Kav: Faşizme karşı 14 Temmuz ruhuyla sonuç alınır

14 Temmuz Büyük Ölüm Orucu direnişinin üzerinden 37 yıl geçmesine rağmen hala, Kürt halkının direniş ve ulusal kahramanlık eylemi olarak yol göstermeye devam ediyor...

Amed zindanında işkence ve vahşete karşı 14 Temmuz 1982 yılında başlattıkları ölüm orucuyla eylemiyle tarihe not düşüren M. Hayri Durmuş, Kemal Pir, Akif Yılmaz ve Ali Çiçek’in mücadele arkadaşı yazar Fuat Kav, “Onlar, eylemiyle tarih değiştirdi. Aynı tehlike bugünde var, buna karşı 14 Temmuz ruhunu yeniden yeşertmek gerek” dedi.

M. Hayri Durmuş, Kemal Pir, Akif Yılmaz ve Ali Çiçek’in öncülüğünde 14 Temmuz 1982 yılında Amed zindanında başlatılan ölüm orucu direnişinin üzerinden 37 yıl geçmesine rağmen hala, Kürt halkının direniş ve ulusal kahramanlık eylemi olarak yol göstermeye devam ediyor. Onlar, yaptığı eylem ile Amed zindanındaki işkenceleri ve baskılara son vermekle kalmayarak, bir ulusun özgürlük mücadelesini fitilleyen öncüleri oldu. Eylemleri, binlerce gence yol gösterici oldu ve bir halkı ayağa kaldırdı. Onların o gün yaktıkları meşale günümüzde de ışık olmaya devam ediyor.

Amed zindanında 8 olmak üzere toplam 20 yılını Türkiye cezaevlerinde geçiren o dönemin tanıklarından yazar Fuat Kav, M. Hayri Durmuş, Kemal Pir, Akif Yılmaz ve Ali Çiçek ile 14 Temmuz ölüm orucunda olan isimlerinden biridir. Toplam 64 gün ölüm orucunda kalan Kav, “Hayri Durmuş, Kemal Pir, Ali Çiçek ve Akif Yılmaz’ın Kürt halkına karşı dayatılan soykırım politikasına ‘dur’ demek için ölüm orucu kararını aldılar” diye konuştu.

Günümüz Türkiye’sindeki sistemin de o dönemi aratmadığını hatırlatan Kav, buna karşı yeni kuşağın faşizme karşı mücadelesini 14 Temmuz ruhu yürütmesi gerektiği taktirde sonuç alabileceğini söyledi.

Yazar Fuat Kav, 14 Temmuz Büyük Ölüm Orucunun 37’ncı yıl dönümü dolayısıyla eylemin amacı, M. Hayri Durmuş, Kemal Pir, Akif Yılmaz ve Ali Çiçek’in kişilikleri üzerine ANF’nin sorularını yanıtladı.

12 Eylül Darbesi öncesi Türkiye’deki durum nasıldı, neden böyle bir darbe gerçekleşti?

1970’li yıllarda dünyada ortaya çıkan ekonomik kriz, Türkiye gibi ülkelerde kaosa dönüştü. Ekonomik anlamda tam bir enkaz konumuna geldi. İran’da Mollalar devrim yaptı, sonra sıra Türkiye’ye gelmişti. Ekonomik kriz giderek siyasi krize dönüştü. İktidar istikrarlısı, yönetenler artık eskisi gibi yönetemez konuma geldi, yönetenler de eskisi gibi yönetilmek istemiyordu. Bu nedenle farklı politik akımlar ortaya çıktı, devrimci dalgayı derinleştirecek devrimci parti ve silahlı gruplar şekillendi. Ama en önemli hareket ve TC için tehlikeyi arz edecek olan PKK hareketi oldu. Kürdistan fikri sadece düşüncede dile gelmiyordu aynı zamanda giderek örgüte, örgüt ise eyleme dönüşüyordu. PKK bu sürecin bir ifadesi olarak ortaya çıktı. Dalga dalga büyüyen Kürdistan ve Türkiye demokratik devrimi artık engellenmez bir noktaya gelince, 12 Eylül darbesi gerçekleşti.

Amaç PKK’yi doğmadan boğmak mıydı?

PKK herhangi bir hareket olarak değil bir devrim ve yeni bir yaşam hareketi olarak doğdu. İdeolojisi, politikası ve projesi diğer hareketlerden oldukça farklıydı. Bu anlamda hedefi, yönelimi ve düşündüğü konsepti de oldukça değişikti. Ama daha da önemlisi öldürülüp mezara konulan ve üzerine tonlarca ağırlıkta taş ve toprak atılan Kürt halkının dili, iradesi ve diriliş umudu olarak ortaya çıktı. TC’ye göre Kürtler öldürülmüştü ve mezara gömülmüştü. PKK’ye göre de öldürülen Kürtlerin mutlak anlamda diriltilmesi ve yeniden hayata dönüştürülmesi gerekiyordu. İşte TC’nin kaldıramadığı buydu. Daha önce de benzer girişimlerde bulunanlar olmuştu ama pişman ettirilmişti. Ve uzun bir süreye kadar gerçekten de kimse cesaret etmemişti. İşte PKK bu cesareti gösterdiği için 12 Eylül faşizmi büyük bir öfkeyle yönelmişti.

Diyarbakır 5 No’lu Cezaevi konsepti bu nedenle mi doğdu?

5 No’lu Zindanı bu perspektifle inşa edildi. Yani Kemalizm’e karşı cesur duranlara, TC’ye yeniden “dur” diyenlere, askeri cuntaya kafa tutanlara “hadlerini bildirmek” için inşa edilen bir cezaevi. Aynı zamanda Koçgirî, Dersim, Ağrı ve Zilan’da gerçekleştirilen vahşetin yeniden yaşatma zemini olarak ortaya çıktı. “Osmanlı döneminde kılıçtan geçirilen isyancıların, Koçgirî’de kalleşçe katlettiğiniz Alişêr ve Zarifelerin, Çiksoruk tepelerinde saçlarını birbirlerine bağlayarak kendilerini uçurumlardan atan Fatêlerin, Zilan’da diri diri çukurlara gömdüğün Serhatlıların çocuklarıyız” diyen cesur yürekli insanları bir kez daha susturmak için yapılan bir “tezgahtır” demek de mümkün. Onun PKK kadrolarından da intikam almak, susturmak, gözdağı vermek, irade kırmak, pişman ettirmek, teslim almak, ihanet ettirmek, dolayısıyla bir mevta haline getirmek ve bir daha asla dedirtmekti.

Peki başarılı oldu mu?

Başarmaları için tutsak aldıkları bizleri teslim almaları, boyun eğdirtmeleri, mahkemelerde pişman ettirmeleri, bir daha bir daha asla dedirtmeleri ve tövbe ettirmeleri gerekiyordu. Başaramadılar. Zaten başaramadıkları için vahşileştiler, vahşileştikleri için de zalimce davrandılar ve zalimler ne kadar zalim olduklarını kendilerini kanıtlamaları için büyük bir korku imparatorluğu inşa ettiler. Bu imparatorluğun amacı hepimizi boğmak, korkuya biat ettirmekti. Korkuyu yenerek ancak başarılı olmak mümkün olabilirdi. Korku ile teslimiyet arasında gidip gelmek de tabii ki sorunlu bir sürecin halkasıydı. İç Emniyet amiri Esat Oktay Yıldıran, bu halkının kırılmasında kilit rolü oynayan cellattı. Hedefine tutsakların iradesini kırıp onları teslim almayı koymuştu. İnşa ettiği korku imparatorluğunun kurucusu olan bu cellat gerçekten de bir insan avcısıydı. Avını avladıktan sonra bedenine büyük bir iştahla saldıran bir leş kargası da denilebilecek kadar karanlık ve şizofreni bir kişilikti. Saldırının esas hedefi tutsakların bedeni değildi, onların ruhlarıydı. Ruhlarını bedenlerinden söküp atma operasyonu da demek mümkün. Tutsakların ruhlarını alıp bedenlerini de adeta toplumun önüne atarak “al sana içi boş insanlar topluluğu” deme konsepti oldukça belirgindi. Bu nedenle Esat Oktay Yıldıran, “Kusun, ne kadar kussanız o kadar Türkleşir, o kadar ‘adam’ olursunuz” diyordu. Ona göre “kusmak” ruhun bedenden alınması, kof bir bedenin kalması, ruhun da çöplüğe atılmasıydı. Ona göre kusmak itiraf etmekti. İtiraf da kendine ihanet etmek, diline, kültürüne ve gerçekliğine sırt çevirerek “ben Türküm” demekti. Ben Türküm demek ise Kürtlüğe, halkına ve özüne dönük en büyük ihanet bataklığına gırtlağına kadar gömülmekti. Kısacası Esat Oktay Yıldıran, 5 No’lu Cezaevi ve 12 Eylül darbe gerçekliği genelde insanlık değerlerine, özelde ise Kürt halkının özüne karşı bir soykırım hareketiydi. Bunu çok açık ve net bir biçimde belirtmek gerekiyor.

14 Temmuz ölüm orucu eylemine giden yolun taşlarını döşeyen bu politikalar mı oldu?

14 Temmuz ölüm orucu, yapılanlara “dur” deme eylemi olarak ortaya çıktı. Vahşeti kırmak, zalimce yapılan uygulamalara yeter deme iradesi de demek mümkün. Ama aynı zamanda ulusal bir eylem olarak ele almak gerekir. Çünkü 12 Eylül faşizmi sadece tutsakları hedefleyen bir darbe değildi. Aynı zamanda tutsakların şahsında Kürt ulusunu hedefliyordu. Kürt halkını ve ulusunu hedefleyerek darbe yapılmıştı. Darbenin hedefi tutsakların şahsında Kürtleri bir kez daha hedefleyerek susturmak ve onu soykırımdan geçirmekti. Amaç buydu. Bunun için vahşet uygulandı, şiddetin dozunun sınırsız olmasının nedeni buydu. “Bireysel olarak konuş, sonra dışarı çık” denilmiyordu. “İtiraf et, sırlarını, örgüt ilişkilerini, tüm ağlarını anlat ve aynı zamanda pişman ol, bir daha hiçbir biçimde politikayla, örgütle, Kürt meselesiyle uğraşmayacağına dair bir bilge imzala” diye baskı yapılıyordu. Yani hedef kişisel beden değil Kürt ulusuydu, Kürt halkıydı.

14 Temmuz ölüm orucu eyleminin ulusal bir eylem olmasının nedeni de buydu. Yani Hayri Durmuş, Kemal Pir, Ali Çiçek ve Akif Yılmaz arkadaşlar ölüm orucuna başlarken kendilerini kurtarmak, kendilerine yapılan işkencelere dur demek, ceza almaktan kurtulmak için başlamadılar. Kürt halkına karşı dayatılan soykırım politikasına “dur” demek için eyleme girdiler, Kürt ulusunun kurtuluşu için ölüm orucu kararını aldılar. Mahkemelerde bunu açıkça belirttiler: “Biz bireysel olarak hiçbir şey istemiyoruz, kendi adımıza hiçbir talepte bulunmuyoruz, ne yapıyorsak Kürt halkının kurtuluşu için yapıyoruz. Ölüm orucu eylemimiz de bizim şahsımızda Hareketimize ve Kürt halkına karşı girişilen insanlık dışı uygulamalara ‘dur’ demek içindir.” Demek ki 14 Temmuz Büyük Ölüm Orucu eylemi herhangi lokal bir eylem planlaması ve uygulaması değildir. Tamı tamına ulusal bir eylemdir. Kürt ulusu ve Kürt halı adına büyük bir kararlılık ve büyük bir fedakarlık ruhuyla gerçekleştirilen bir ulusal kahramanlık eylemidir. Hayri Durmuş ve Kemal Pir arkadaşlarının öncülüğünde gelişen bu eylemi böyle ele almak daha doğru olacaktır.

İşte bu eylemi diğer bazı eylemlerden ayrı kılan nokta budur. Mesela Hayri Durmuş arkadaşın ısrarla siyasi savunmalar üzerinde durması vardır. “Olmazsa olmaz” olarak gördüğü siyasi savunma yapma istemi gerçekten de anlaşılır gibi değildi. Daha doğrusu o zaman birçok arkadaş bunu bilmedikleri gibi fazla anlam da vermiyorlardı. İdareden-mahkeme heyetine ısrarla “siyasi savunma yapmamız gerek, bunu engelleyemezsiniz. Birçok konuda konuşup tartışabiliriz, hatta kimi konularda taviz de verebiliriz ama siyasi savunmadan asla taviz vermeyiz” diyordu sürekli. Israrı normal değildi.

Peki neden bu kadar ısrar ediyordu?

Nedeni şu, siyasi savunma ile Kürt halkının tarihini tutanaklara geçirtmek, devletin bir kurumu olan mahkemelerde dile getirmek, yapılan resmi inkara karşı varoluşumuzu ortaya koymak istiyordu. Onlar “Kürt diye bir halk, Kürt ulusu diye bir ulus yoktur” diye ısrarla Özgürlük Hareketi’ni terörist olarak değerlendiriyorlardı. Hayri Durmuş da “Hayır Kürtler vardır, Kürt halkı bir ırmak gibi tarihin derinliklerinden akarak bugünlere gelmişti, işte kanıtı” demek için ısrarla siyasi savunmadan bahsediyordu. Siyasi savunma aynı zamanda bir tutumu, bir duruşu, dik durmayı ifade ediyordu. Siyasi savunma o günün koşullarında bir tavrın mahkemedeki ifadesi, “sanık” kürsüsündeki duruşu, cellatlar heyetini andıran 12 Eylül rejimini temsil eden mahkeme heyetine karşı kafa tutmayı ifade ediyordu… Kısacası “yok” etmeye karşı “var” olma mücadelesiydi bir anlamda.

Ölüm Orucunda yaşamlarını yitiren Hayri Durmuş, Kemal Pir, Akif Yılmaz ve Ali Çiçek için ne dersiniz?

Söylenecek çok şey var ama bence “çok şeyi” anlatmaya gerek yok. Yani onların anlatılmasına ihtiyaç yok diye düşünüyorum. Cesur insanlar zaten cesurdurlar dolayısıyla onların cesurluklarını anlatma gereği olmaz. Korkak olanlar korkak olmadıklarını anlatmak için bin bir dereden su getirirler, ama cesur olanlar buna gerek duymazlar. Zaten onların yaptıkları her şey göz önünde, herkes görüyor, dolayısıyla biliyor. Kahramanlar için de aynı şey. Prometus’u anlatmaya gerek var mı? Mazlum’u veya Zilan’ı, Beritan veya Agit’i?

Ama yeni kuşaklar için şunu vurgulamak isterim:

Hayri Durmuş, Kürt halkının ve Kürt ulusunun tüm yükünü omuzlarında taşıyan ve aynı zamanda Özgürlük Hareketi’nin de sorumluluğunu alan ve bu ağır sorumluluğa rağmen tek bir saniye bile pişmanlık göstermeyen, tam tersine “biraz daha yük taşıyayım, sorumluluk alayım, çalışma sorumluluğunu üstleneyim ki halka karşı olan görevimizi yerine getirelim” diyen büyük bir halk ve devrim önderiydi. Eski zamanın çilekeşleri andıran ama bundan da asla şikayet etmeyen, hatta özgürlük yürüyüşünde acı çekmenin kutsallığı ifade ettiğini bilinciyle daha fazla zevkle çalışan ve “devimin çilekeşi olmak her devrimcinin olmazsa olmaz görevidir” diyen bir önderdi. Ölüm orucuna girdiği günden şuurunu kaybedip hastaneye kaldırana kadar beton zemini üzerinde ölüme yatan ve bundan da rahatsız olmayan, tek bir gün bile “ah” demeyen bu büyük insan gerçekten de örnek alacağımız bir insanlık hazinesi kadar zengin ve anlamlıdır. Eğer Peygamberler çağında yaşıyor olsaydık, kesinlikle ve tereddütsüz bir biçimde en önde gelen bir peygamber olacağı kesindi. Ruhu ve düşünce dünyasına Peygamberce fırtınalar eserdi. Kişiliği, özelliği ve tabiatı öyle yaratılmıştı. Gerçekten de özel ve özgün bir önderdi. En öndeydi ve herkesten önceydi. Her konunda en önde yürüdü ama en sonunda sofraya otururdu. Bu özellikler eski peygamberler çağında sadece özel insanlara ait özellikler olduğunu biliyoruz, ama öyleydi…

Kemal Pir, ruhu ve kalbi, düşüncesi ve duyguları devrim için, özgürlük için ve insanlık için çarpar, çalışır ve atardı. Bu, kesin böyleydi. Kemal Pir de eğer eski zamanlarda yaşıyor olsaydı o bir insanlık şövalyesi olarak hep ama hep mücadele eder, kavgaya durur ve bıkıp usanmadan savaşırdı. Kalbinde ve ruhunda tek bir kir izi bulunmadığı için herkesin de öyle olmasını isterdi. Bunu başaramayanlara ise “bir kenara geç, önce kalbini ve ruhunu temizle sonra gel saflara” derdi. Biz insanız ve insan kötü olmamalı, ruhunda insana ait olmayan şeyleri barındırmamalı. Eğer barındıran birisi varsa ilk önce karşısında beni bulur” diyen Kemal Pir, aynı zamanda büyük bir komutandır. Cesurdan daha cesur bir deyim var mı, bilemiyorum. Ama cesur kelimesinin Kemal Pir’in cesur ve cesaret dolu dünyasını karşılamaya gücünün yetmediğini çok iyi biliyorum. Karşılığı bu değildir. Öylesine gözü kara değil, cesaret ve yiğitliği, egîdliği ve kahramanlığı bilinçle, düşünce dünyasıyla, felsefe ve teorik birikimi ile pekiştiren bir devrimci olarak hep ama hep örnek alınması gereken bir komutandı.

Ali Çiçek, genç kızıl bir komünalcı, bir militan ve bir Apocu’ydu… Anlı açık, başı dik, ruhu diri, düşüncesi ayakta, bedeni onu her yere taşıyan enerji dolu bir devrimciydi. Düşman bilinci derindi, inatçıydı, kendine güvenen, inanan ve ideallerine sınırsız bir biçimde bağlı olan bir duruşu vardı.

Akif Yılmaz, “makul” bir PKK’liydi. Adalet duygusu zengindi, ortak düşünce dünyasına sahipti, yoldaşlık ilişkilerinde derya kadar büyüklüğe sahip bir devrimciydi. Duygusaldı ama bu duygularını bilinçle kontrol altına alabilecek kadar düşünce dünyasına sahipti. Ortak düşünme ve ortak yaşama ruhu hakimdi. Sabırlı ve sakindi, önce düşünen sonra konuşanlardandı. Bu nedenle az hata yapar ve söylediği şeyler genelde doğru bir biçimde karara dönüşürdü. Bu anlamda Akif Yılmaz dinlenen ve sözü geçen bir arkadaş olarak hep “makul” düzeyde kalırdı. Mazlum Doğan’ın bir öğrencisi olarak hep Mazlumlaşmak ve onun gibi tohum olup Kürdistan toprağına serpilmek isteyen bir militandı. Ölüm orucundan önce Mazlumlaşmak istemişti, Ölüm orucu kararını duyunca “tamam o zaman ortaklaşarak tohum olalım” demişti. Öyle de oldu…

Bugün hala vahşet deryasındayız, 12 Eylül’ü aratmayan bir faşizm var. Kenan Evren yerine Erdoğan geçmiş, onu aratmıyor. Hala Esat Oktaylar ve Kemal Yamaklar var…

Hayri Durmuş gibi, Kemal gibi, Ali ve Akif gibi olunmalı. Onlar o karanlık dehlizlerde büyük direnerek kazandılar. Düşman vahşet uyguluyor bir şey yapamayız demediler. Askeri cunta gelmiş geri çekilelim, taviz verelim, daha sonra bakarız da demediler. Tam tersine ne kadar büyük dirensek ne kadar örgütlü olsak ne kadar savaşmasını bilsek düşman da o kadar bizi tanır ve dolayısıyla onu yenme olanağımız da o kadar artar diyerek büyük direndiler... Üstelik onlar bir avuçtular, beş on kişiyle meydana çıktılar. “İşte buradayız gel bizi teslim al bakalım, alabilecek misin ey düşman!” diyerek ölüm orucuna başladılar. Sonuç zafer oldu.

Bugün de Kürt halkı büyük direniyor ve kesinlikle büyük kazanacaktır. Kim direnirse o kazanır. Direnmenin ve kavga etmenin kuralı, kanunu böyledir. Hiçbir ulus, hiçbir halk çok direndiği için, büyük mücadele verdiği için kaybetmemiştir. Ama kavga etmeyen, mücadele vermeyen ve ürkerek tutum geliştirmeye çalışan halklar da sınıflar da, gruplar da hep kaybetmiştir. Elbette ki direnenlerin verdiği bedel çok ağır olur, ama kazanacağı çok şey de vardır. Onur, şeref, namus ve özgürlük bunların başında gelmektedir.

Erdoğan-Bahçeli’ye, AKP-MHP faşizmine karşı mücadele de böyle olacaktır. Yani Kürt halkı ve dostları, Anadolu ve Mezopotamya’da bulunan tüm halklar mücadele vererek büyük kazanacakları kesindir. Hiçbir faşist, hiçbir diktatör, hiçbir imparator sonsuz olmamıştır. Mutlaka başkaları tarafından yok olup gitmişlerdir. Dehak da Mossulini de Franko da Saddam da Enver Sedat da kendiliğinden gitmemiştir. Ya beyinleri patlatılmış ya ayaklarından asılmış ya da idam edilerek tarihin çöp sepetine atılmışlardır. Erdoğan ve Bahçeli’nin akıbeti de bunlara benzer olma ihtimali yüksektir. Halkların, başkaldırı ve isyanlarının kanunu böyledir. Kemal Pir, “Hiçbir sultan, hiçbir imparator, hiçbir diktatörün iktidarı meşru olmadığı gibi sonsuza kadar da değildir. Ve halkların kanunu acımasızdır. İktidarda çok güçlü gibi görünen bir diktatör bir gün sonra alaşağı olabilir” dediğini çok iyi hatırlıyorum.

Hayri durmuş da, “Siz Esat Oktay Yıldıran’ın bu korkunçluğuna bakmayın. Onu devirebiliriz. Eğer ölüm orucu başarıya ulaşırsa onun burada kalması mümkün değildir” dediğini de hatırlıyorum.

Ve gerçekten de görkemli ölüm orucu eyleminin ardından bir zamanlar inşa ettiği korku imparatorluğu bile onu kurtaramadı. Önce tayin adı altından gönderildi, sonra hepimizin bildiği o sonunu…

Onlarca polis ve asker tarafından günlerce en ağır işkencelere tabi tutulan Ali Çiçek’in direnişi gerçekten de görkemliydi. Ağır işkencelere rağmen tek bir kelime söylemeden sorgudan çıkan Ali Çiçek arkadaş, “Sizin işiniz bana işkence yapmaktır benimki de direnmek, size bir sır vermemek ve partimi size karşı korumaktır” demiş ve işkencecileriyle kahkahalar eşliğinde dalga geçtiğini de gayet iyi biliyoruz.

Özetle 14 Temmuz ölüm orucu eylemi Kürt halkının direniş ve ulusal kahramanlık eylemi olarak yol göstermeye devam etmektedir. Yeter ki günümüzdeki mücadeleyi o günün ruhu yürütelim. Kesinlikle zafer ve başarı olacaktır.