Kaytan: Önder Apo, sistemi yargıladı

Kaytan: Her Avrupa ülkesinin demokratik güçlerini Önderliğin özgürlüğünü talep eden eylemlere katılmaya ve kendi hükümetleri üzerinde baskı kurmaya yöneltmektir.

KCK Genel Başkanlık Konseyi Üyesi Ali Haydar Kaytan Kürt halk Önderi Abdullah Öcalan üzerindeki mutlak tecridi, Öcalan’ın doğuşunu ve Özgürlüğü için yapılan eylemleri ajansımıza değerlendirdi.

Kürt halkının bu yıl ki 4 Nisan kutlamalarını endişe ve öfke içinde geçirdiğini dile getiren Kaytan, “Durum gerçekten vahimdir. Çiller-Güreş-Ağar dönemine rahmet okutturan son derece ağır bir süreçten geçiyoruz. Çünkü inkar ve imha sisteminin dışına çıkmış tek bir Kürt bile bırakmamak üzere, soykırım savaşını tırmandıran bir faşist rejimle karşı karşıyayız. Böylesi bir rejimin mutlak tecrit koşullarında tuttuğu Önder Apo’ya karşı en vahşi uygulamalara başvurmadığının hiçbir garantisi yoktur” dedi.

KCK Genel Başkanlık Konseyi Üyesi Ali Haydar Kaytan ANF'nin sorularını yanıtladı.

4 Nisan Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’ın doğum günü. Fakat Kürt halkı bu doğuşu kendi doğuşu olarak görüyor. Son yıllarda Kürtler dışında birçok güç ve topluluk Öcalan’ı kendi önderleri olarak gördüğünü açıkladı. Bunları böyle bir tanımaya götüren şey nedir? Öcalan evrenselleşti mi?

Gecikmeli de olsa, Önderliğimizin doğum gününü kutladığımı belirterek başlamak istiyorum. Arada kardeşiyle yaptığı on beş dakikalık görüşmeyi saymazsak, 5 Nisan 2015 tarihinden bu yana Önder Apo ile yapılmış herhangi bir görüşme yoktur. İmralı’daki durum konusunda tam bir belirsizlik var. Bu yüzden halkımız Önderliğimizin bu yılki doğum gününü bir endişe, tedirginlik ve kaygı içinde karşıladı. Kutlamalara sevinçten çok öfke hakim oldu. Özcesi, durum gerçekten vahimdir. Çiller-Güreş-Ağar dönemine rahmet okutturan son derece ağır bir süreçten geçiyoruz. Çünkü inkar ve imha sisteminin dışına çıkmış tek bir Kürt bile bırakmamak üzere, soykırım savaşını tırmandıran bir faşist rejimle karşı karşıyayız. Böylesi bir rejimin mutlak tecrit koşullarında tuttuğu Önder Apo’ya karşı en vahşi uygulamalara başvurmadığının hiçbir garantisi yoktur. Dolayısıyla halkımızın ve dostlarının Önderliğin yaşamı, sağlığı ve can güvenliği konusunda her zamankinden daha büyük bir duyarlık göstermesi gerekiyor.

Şimdi sorunuza cevap vermeye çalışabilirim. Bir kere Kürt halkı Önder Apo sayesinde insana yaraşır ve onurlu yaşamla tanıştı, hayatı onunla tanıdı, onunla kendi tarihsel gerçekliğinin farkına vardı. Kürt halkı daha öncesinde adeta mezara yatırılan kimliksiz varlıklar topluluğuyken, Önderliğiyle birlikte varlık ve özgürlük savaşına kalkan bir halk haline geldi. Önder Apo’nun doğuşunu halk olarak yeniden doğuşunun başlangıcı kabul etti. Bu temelde Önderliğiyle bütünleşti. Onun görüşlerine kutsallık atfetti ve öncülük ettiği PKK Hareketine adeta yeni bir dinin doğuşu gibi yaklaştı. Doğum gününü de bu yaklaşımı çerçevesinde kutlamaya başladı. Kutladığı bir yanıyla kendisinin yeniden doğuşu oldu.

Her şeyden önce doğum gününü kutlamak bildiğim kadarıyla Kürdistan’da çok yaygın bir gelenek olmadı. PKK’nin ilk dönemlerinde de ülkede bu tür kutlamalara hiç tanıklık etmedim. PKK’nin çıkış koşullarında Kürt toplumunda baskın olan kır yaşamıydı. Bu yaşamda böylesi kutlamalara hemen hiç yer yoktu. Öte yandan inkar ve imha sisteminin egemenliği altında yaşamdan düşürülme vardı. Varlık olmaktan çıkma tehdidi altında bulunan bir halk gerçekliği söz konusuydu. Biyolojik sınırlara itilmiş bir yaşam, biyolojik tarzda soy sürdürmeyi beraberinde getirmişti. Kültürel soykırım sisteminin, varlığını sürdürme konusunda Kürtlere bıraktığı yegane alan buydu. Böylesi bir ülke ve halk gerçeğinde bir çocuk için gözlerini dünyaya açmak, insan muamelesi göremeyeceği bir dünyaya fırlatılıp atılmak demekti.

Sömürge bile olamayan bir ülke ve köle bile sayılmayan bir halk gerçeğinde çocukların dünyaya gelişi elbette kutlanacak bir olay olamaz, olsa olsa isyan edilmesi gereken bir gelişme olarak değerlendirilebilir. Üremeyi marifet sayamayız. İnsan dışındaki tüm canlılar da aynı işi başarıyla yapıyorlar. Bu yüzden kendisine sunulacak doğru bir yaşam yoksa, çocuk dünyaya getirmek en büyük günahtır. Bu gerçeklik Kürtler için fazlasıyla geçerlidir. Önderliğimizin yedi yaşından itibaren böyle düşündüğünü ve bu çerçevede tüm çabasının çocukların özgürce doğabilecekleri bir ülke yaratmak olduğunu iyi biliyorum.

Çocuk kendi tercihi sonunda doğmaz. Öyle olunca, doğduktan sonra yapması gereken, mümkünse kendini yeniden doğurmaktır. Değerli düşünce adamı ve yazar Veysi Sarısözen de bir makalesinde bu duruma dikkat çekmiş, “Abdullah Öcalan’ın doğum günü değil, doğum günleri vardır” diye yazmıştı. Geçmişte dönem dönem yeni bir doğuşu gerçekleştiren Önder Apo’nun, İmralı süreciyle birlikte kendisini adeta her an yeniden doğurduğunu belirtmek gerekir. Her doğuşun da toplumda bir yenilenme anlamına geldiği açıktır.

Kürt olgusu ve esas olarak da Kürt sorunu yedi yaşından itibaren Önder Apo’nun tüm yaşamının belirleyici unsurları oldu. O doğru yaşamı özgürlükte, özgürlüğü toplumsal gerçeklikte ve toplumsallığı Kürt varlığında gördü. Bu temelde kendi deyişiyle önce varlık dedi, özgürlükle varlığı tanımladı, sosyalizmle varlığın kurtuluşunu hedefledi. Çocuk yaşlarda başladığı doğruyu arayış yürüyüşünü bu temelde sürdürdü. Bu yürüyüşün başından itibaren tüm insanlık ve gerisinde evren temelinde olduğunu dile getirdi. Çocukluğundaki eğiliminin de bu olduğunu söyledi. Yani Önderliğin Kürt gerçeğinde yakaladığı çözüm yerel değil, evrensel bir çözümdür. Yeni paradigma temelinde İmralı’da yakalanan çözüm evrenseldir.

Önderliğimiz, “Yaşamımı Kürtlükle, Kürtlüğü de yaşamımla özdeşleştirmeden, hiçbir zaman gerçekçi bir toplumsallığı anlayamazdım” dedi. Paradigmasında hayati önem arz eden toplum tanımına Kürt gerçekliğini çözümleyerek ulaştı. Bu çerçevede kendini özgür insan olarak toplumsallaştırdı, Kürt demokratik ulusu biçiminde somutlaştırdı ve kendi deyişiyle demokratik modernite olarak tüm insanlığa sundu. Kendi paradigmasını demokratik, ekolojik ve kadın özgürlükçü toplum paradigması olarak adlandırdı. Bu anlamda Önderlik gerçeğinde dile gelen bütün bir evren, insanlık anlayışı, toplumsal gerçeklik ve başta Kürt halkı olmak üzere tüm dünya halklarının demokratik özgürlüğüdür. Bu da evrensel karakterinin ifadesidir.

Bizde yerellik ile evrensellik arasında yoğun ve çetin bir mücadele yaşanıyor. Önder Apo’nun dediği gibi, Kürt evrensel varlığı ve aklı siyaseti biçimlendirirken, yerel doku, kültür ve zihin yapısı evrensel olana doğru bir katılımı başaramıyor. Açıkçası, Önderlik gerçeğine katılımda sorunlar yaşıyoruz. Kültürel soykırım altındaki Kürt toplumsallığının alabildiğine tahrip edilmiş olması bunda büyük rol oynuyor. Bu da tüm saydamlığıyla gün yüzüne çıkarılan hakikatin bedenleşmesini engelliyor. Dolayısıyla Kürt gerçeğinde demokratik ulus inşası çok sancılı geçiyor. Bunu aşmak ise, ‘örgütlenmiş ve eylemsel kılınmış hakikat’ diye tanımlanan bir öncü kadronun varlığını gerektiriyor.

Önderlik gerçeğinin ulusal sınırları aşıp uluslararası alanda etkili olmaya başladığı söylenebilir. Önder Apo’nun düşünceleriyle tanışma imkanı bulmuş herkesin bundan büyük bir heyecan duyduğunu görüyoruz. Ortadoğu, Güney Amerika ve Avrupa halklarında yaşanan gerçeklik budur. Önderlik paradigmasıyla tam bir tanışmayı sağladıklarında, tüm halklar oradaki evrensel çözümü kendi yerel koşullarına uyarlamakta zorluk çekmeyeceklerdir. Bu da Önderliğin düşüncelerini her yere ulaştırmayı en acil görevlerden biri olarak önümüze koyuyor.

Ortadoğu Üçüncü Dünya Savaşını yaşarken, bu savaş en çok da Kürdistan’da yoğunlaşmış bulunuyor. Ortadoğu bu savaşla büyük bir çıkmazı yaşıyor. 5 Nisan 2015’ten bu yana Öcalan üzerinde mutlak bir tecrit uygulanıyor. Tüm bunların ve yaşanan kaosun Öcalan üzerindeki ağırlaştırılmış tecritle bir bağı var mıdır?

Öncesinde ısınma hareketleri özelliği taşıyan bazı çatışmalar ve savaşları saymazsak, Üçüncü Dünya Savaşı Önder Apo’nun uluslararası bir komployla tutsak edilip İmralı zindanına konulmasıyla başladı. Küresel hegemon ABD öncülüğündeki koalisyon güçleri, tıkanan ulus-devlet sistemine müdahale edip bölgeyi yeniden dizayn etmek istiyorlardı. Bu güçlerin planlarında Kürtler özel bir yer tutuyordu. Ama özne olarak değil, en rahat şekilde kullanılabilecek bir malzeme olarak. Kürt işbirlikçileri bunun için çoktan hazırlanmışlardı. Önder Apo Kürtleri sistemin elindeki sopa olmaktan büyük ölçüde çıkarmıştı. Dolayısıyla o etkisiz kılınmadığı sürece, sistemin Kürtlere ilişkin planlarını uygulaması zordu. Ayrıca Önder Apo sadece sistemin Kürtleri uygun bir malzeme olarak kullanmalarını önlemekle kalmayabilir, öteki bölge halklarını da sistemin karşısına dikebilirdi. Bu kaygılar yüzünden Önder Apo tutsak edilip İmralı zindanına konuldu.

İmralı’daki sistem de aslında uluslararası bir sistemdir, geçmişte çokça eleştirilen Guantanamo pratiğini oldukça aşan bir işkence sistemidir. Kişiye özgüdür ve bu anlamda hukuk dışıdır, herhangi bir uluslararası norma tabi değildir. Sanki yalana dayalı uygarlık dünyasının insanı olmadığı için Önder Apo yok sayılmakta, bunun için de diğer siyasi tutsakların yararlandığı haklardan tamamen yoksun bırakılmaktadır. Yıllarca tek başına tecrit edilmiş bir ada cezaevine konulmuş, başından beri ağır bir tecrit altında tutulmuştur. Sizin de sorunuzda parmak bastığınız gibi, bugün yaşanan sadece bir tecrit değil, mutlak tecrittir. Mutlak tecrit tam bir bilinmezlik halidir, yokmuş gibi davranmaktır. 5 Nisan 2015 tarihinden bu yana yaşanan durum budur.

Mutlak tecridin gerekçesi ‘terör örgütünün lideri’ olmaktır. Bu kararın da elbette hukukla ilişkisi yoktur. Çünkü açık bir yargılama sonucunda verilmiş, somut delillere dayalı hukuki bir karar değildir, tamamen siyasidir. Tanınmış bir sosyoloğun sözlerini ödünç alarak belirtecek olursam, Önder Apo sistemin tanrıları tarafından suçlandığı için suçludur. İşlediği iddia edilen suçlardan kendisini temize çıkarsa dahi, sürekli suçlu görüldüğü için, yapacağı savunmanın hegemon güçler nezdinde hiçbir anlamı yoktur. Daha doğrusu Önderliğe yöneltilen suç türü, ‘duruma ilişkin delillerden türetilmemiştir. Suç tanımı kararı kimin verdiğine, hüküm verme yetkisinin kimlere ait olduğuna, hükme boyun eğdirilmesi gerekenin kim olduğuna bağlıdır. Küresel hegemon güç ve NATO üyesi müttefikleri yargıç makamında oturduğu, ‘adli işlemin kurallarını yazdığı’ ve kararını bu çerçevede verdiği müddetçe, hukukun temel ilkesi olan ‘masumiyet karinesi’ hükümsüzdür. O her koşulda suçludur ve bunun için mutlak tecrit koşullarında tutulmak durumundadır.

Sistemin hegemon güçleri nezdinde Önderliğin yaptığı savunmanın bir anlamının olmadığını belirttim. Oysa aynı şeyi halklar açısından söylemek mümkün değil. Sistem Önderliğimizi yargılamaya çalışırken, Önder Apo da sistemi yargıladı. Kendisi de bu açıkça ifade etti; “Şahsımda iyi bir anti-kapitalist yargılanıyor ve yargılıyor” dedi. Onun halklar adına yaptığı yargılama, hukukun dar kalıplarının çok ötesine geçti. Sadece uygarlık sistemini çözüp aşmakla kalmadı; halkların alternatif sistemini de en çarpıcı haliyle ortaya koydu. Ortadoğu halkları kendi kurtuluşlarını bu çözümde buldular. Başsız bırakıldığında dağılıp yok olması beklenen PKK, yeni paradigma ile birlikte eskisini oldukça aşan bir toplumsal tabana kavuştu. Demokratik ulus çözümü Kürtlerin birlikte yaşadığı halklar arasında büyük kabul gördü. Halkların birliği ve dayanışması özellikle Kuzey Suriye’de ete kemiğe kavuştu.

Buna karşılık hala devam eden Üçüncü Dünya Savaşında, ABD öncülüğündeki koalisyon güçleri bu savaşta arzu ettikleri sonuca ulaşmanın çok uzağındadır. Tüm projeleri iflas etmiştir. Saddam rejimi devrilse de Irak’ta kalıcı bir çözümden bahsetmek mümkün değildir. Suriye’deki savaş şiddetini arttırarak sürdürüyor. Ulus-devlet sisteminin en etkili temsilcileri olan Türkiye ve İran mevcut statükoyu korumak için ciddi bir direnç sergiliyor, hatta atağa geçiyor. Küresel hegemon artık kendi NATO ortağına bile sözünü dinletemiyor. Bu da kriz ve kaosun sadece Ortadoğu’da değil, sistemin merkezlerinde de etkisini derinden hissettirdiğini gösteriyor. Her iki güç açısından netleşen şey çözümsüzlüktür, kör şiddet sarmalının sürüp gitmesidir.

Üçüncü çizgi dediğimiz demokratik ulus, demokratik konfederalizm ve demokratik modernite çözümünün böyle bir ortamda Ortadoğu’da yegane seçenek olduğunu kanıtlaması oldukça doğaldı. Kuzey Suriye’de pratikleşme yoluna giren bu çözüm bölge halklarını tahminlerin üstünde etkiledi. Kaos süreçlerinin bir özelliğidir: Küçük bir alanda pratikleşen bir çözüm tüm alanlar üzerinde gücünün çok üstünde bir etkide bulunur. Kuzey Suriye’de de yaşanan bu oldu. Kürt, Arap, Asuri-Süryani ve öbür halklar kurdukları demokratik konfederal sistem içinde kendi kendilerini yönetmeye ve özgür bir yaşamın temellerini atmaya başladılar. Kobanê direnişinin zaferi IŞİD’in yenilgisinin başlangıcı oldu. IŞİD aslında TC adına vesayet savaşı veren bir güçtü. IŞİD’in yenilgisi Türkiye’nin Kürtlere karşı topyekün bir imha savaşı başlatmasına yol açtı. İlk iş olarak da İmralı’da bir mutlak tecrit sistemi geliştirdi. Başka bir deyişle mutlak tecrit, TC devleti ve küresel güçlerin devrimi önleme konseptlerinin en önemli ayağı olarak uygulanmaya başlandı.

Kürt Halk Önderi üzerinde ağır bir tecrit uygulanıyor. Fakat aynı zamanda fikirleri dünyanın birçok yerinde model-örnek olarak alınıyor. Sayın Öcalan da bir görüşmesinde, “Fiziken tutsak, fakat ruh ve düşünce olarak özgürüm” demişti. Halkların Öcalan’ın projelerini esas almaları onun bu değerlendirmesini doğruluyor mu?

Önder Apo’nun genelde uygarlık sistemini ve özelde onun süreklilik arz eden kriz dönemine girişini ifade eden kapitalist sistemi çözümleyip aştığını, bununla yetinmeyip alternatif bir sistemi temel özellikleriyle ortaya koyduğunu belirtmiştim. Bunun sınırlı bir uygulaması bile, arayış halindeki halklarda büyük bir heyecan yarattı. Özellikle Kuzey Suriye’de yaşanan deneyim, tüm yetersizliklerine rağmen, devletsiz bir sistemin mümkün olduğuna ilişkin umutlara güçlendirdi. Kadın hareketi, sadece IŞİD’e karşı savaşta oynadığı hayranlık verici rolüyle değil, yaşamın bütün alanlarında yürütülen değişim ve dönüşüm mücadelesindeki öncü konumuyla da Önder Apo’nun alternatif sistemine ilgiyi arttıran en önemli unsur oldu. Milliyetçilikle zehirlenen ve düne kadar birbirini boğazlamak isteyen halklar arasında kardeşlik köprüleri kuruldu. Ortak savunma güçleri oluşturuldu. Demokratik ulus modeli sadece bir iddia değil, görünür bir gerçeklik haline geldi.

Başından beri emperyalizm halkları köleleştirmek için ‘böl-yönet’ politikasına sarıldı. Bu temelde farklılıkları birer ayrıştırma ve çatıştırma etkeni olarak kullanmaya çalıştı. Bunda bir ölçüde başarılı da oldu. Önder Apo’nun düşünceleri ve özellikle demokratik ulus projesi sayesinde bugün bu politika etkisiz kılınmıştır. Farklılığın çatışma değil birlik etkeni olduğu kanıtlanmıştır. Tüm farklılıkları kendi potasında eritip tek tip ulus ve birey yaratmak isteyen ulus-devletin bir soykırım aygıtı olduğu görünür kılınmış ve etkisizleştirilmiştir. Farklılıkların kendilerini özgürce ifade etmeleri temelinde birliğini ifade eden demokratik sistemin inşası, çözümün nerede ve ne olduğunu tüm halklara göstermiştir. Erdoğan’ın çılgınlaşması bundandır.

Önder kişiliklerin düşünceleri iki yolla yayılır: Birinci yol, bu düşünceleri kavrayıp özümsemiş kadroların yayma işini üstlenmeleridir. Örneğin İsa’nın düşüncelerini yayanlar havarilerdir. Zaten havari, sözü taşıyan demektir. Sahabenin bile buna yakın bir anlamı vardır. Sahabenin kelime olarak ‘sözü duyan’ anlamına geldiği söylenir. O halde özgürleşme yoluna giren her Kürt bireyine düşen görev, Önderliğin düşüncelerini taşımak olmalıdır. İkinci yol, Önderlikteki anlamı bedenleştirmektir, yani demokratik ulus inşasıdır. Bu da oldukça etkili bir yoldur. Zaten anlam bedenleşip form kazanmadıkça hakikat haline gelmez.

Önderlik gerçeği ulaşılan anlam gücünü, iradeyi ve ahlakı anlatır. Önder Apo da “ben de dile gelen tüm bir evren, var olan insanlık ve toplumsal gerçekliğimizdir. Ona dayalı halkımızın demokratik, özgür ve eşitlik içinde yeniden yapılanmasıdır” demektedir. İnsan anlayarak ve anladığını kendi varlığında somutlaştırarak özgürleşir. Önder Apo herkesten daha iyi anladığına ve hissettiğine göre en özgür insandır. Buna özgür tutsaklık da diyebiliriz. En ağır ve aşağılayıcı kölelik anlamadan yaşamaktır.

Kürt Halk Önderine yapılan komplo Suriye’de başlamıştı. Fakat komplonun başladığı yerde halklar devrim gerçekleştirdi. Komplo başladığı yerde boşa mı çıkarıldı?

Doğrudur, uluslararası komplo başladığında Önder Apo Suriye’de bulunuyordu. Komplonun öncelikli hedefi Önder Apo’yu Suriye’den çıkarmaktı. Bu ilk adımda başarı sağlanırsa arkası gelebilir, yani Önderliğin tutsak edilmesinin yolu açılabilirdi. Dolayısıyla komplo Suriye’den başlatıldı denilebilir. Komplodan sonra Suriye ile Türkiye arasında bir yakınlaşma yaşandı. Ancak bu sahte dostluk havası çok kısa sürdü. IŞİD eliyle Suriye’ye müdahale edildi. Kürtler bu müdahale ortamında Rojava’da denetimi ele geçirip kendi yönetimlerini kurdular. Bu nispeten barışçıl bir devrimdi. Bu devrimi etkisiz kılmak ve Suriye dahil tüm bölgeyi etkilemesini önlemek için bu kez önce El Nusra, ardından IŞİD harekete geçirildi. Demokrasi güçleri bu saldırıları kırıp Kuzey Suriye Demokratik Federasyonu’nun temellerini attılar. Geleceğin özgür ve demokratik Suriye’sinin maketini ortaya çıkardılar.

Bütün bunlar göz özüne getirildiğinde, yaşanan bu gelişmelerle uluslararası komplonun başladığı yerde etkisiz kılındığı söylenebilir. Ancak savaş hala devam ediyor. Ulus-devlet statükoculuğu can havliyle ayakta kalmak için devrime saldırıp devrimin kazanımlarını yok etmek istiyor. Ulus-devletin kendisinin halklara karşı bir komplocu aygıt olarak inşa edildiğini söylemek yanlış olmaz. Şimdi bu devlet ‘beka’ sorunu yaşıyor. Onu böyle bir durumla yüz yüze bırakan demokratik gelişmedir. Bu yüzden demokrasi güçlerinin saldırısına maruz kalmasa bile, varlığını tehlike olarak gördüğünden, saldırıp yok etmeye çalışıyor. Faşist Türk devletinin Efrin’i işgal etmesi bunun en açık göstergesidir. Devrimin kazanımlarını koruma ve demokratik çözümü bölge geneline yaymanın yolu öz savunmayı daha da güçlendirmekten ve halkların birliğini pekiştirmekten geçiyor. Yapılması gerekenler üç başlık altında toplanabilir: Savaşan halk gerçeğinde ısrar etmek, savaşın içinde bir yaşamı örgütlemek ve savaş ekonomisini geliştirmek.

Geçtiğimiz haftalarda CPT Öcalan için bir rapor açıkladı ve bu rapora tepkiler yağdı. KCK’nin de açıklamaları oldu. Böyle bir süreçte (Efrin’i işgal harekatının başlamasından sonra) CPT’nin raporunu nasıl değerlendiriyorsunuz?

CPT işkence ve kötü muameleyi önlemeyi öngören bir sözleşme çerçevesinde kurulmuş bir örgüttür. Önceden haber vermeksizin, sözleşmeye taraf ülkelerde gözaltı merkezlerini ve hapisaneleri ziyaret edebilir. Yerinde gözlemlerinin sonucunu raporlaştırır ve bu raporlarda önerdiği tavsiyeler yoluyla işkenceyi önleme konusunda uluslararası denetim kurmaya çalışır. Sözleşmeye taraf ülkelerin tavsiyelere uyarak iyileştirmeye gitmemesi halinde, CPT’nin raporunu açıklama hakkı vardır.

CPT iki yıl önce İmralı’yı ziyaret etmiş, Önder Apo’nun sağlığı ve güvenliği konusunda endişelerini dile getiren Kürtlerin ısrarlı taleplerine rağmen açıklama yapmaktan kaçınmıştı. Ancak tam da Türk devletinin etnik temizlik amacıyla Efrin’i işgal etmeye giriştiği bir sırada, CPT İmralı’daki duruma ilişkin açıklama yapma gereği duydu. Üstelik bu açıklamada Önder Apo’nun tutulduğu koşulların ‘normal’ olduğu belirtiliyordu. CPT heyetinin ziyareti üzerinden iki yıl geçtiği, bu iki yıl içinde siyasi durum köklü bir değişime uğradığı ve bu süre içinde İmralı’dan hiçbir haber alınmadığı halde, CPT’nin İmralı’daki koşulların ‘normal’ olduğunu açıklaması gerçekten ürkütücüydü. Genel kural, heyet işkence ve kötü muameleyi tespit etmiş ve durumun iyileştirilmesi için yaptığı tavsiyeler dikkate alınmamışsa raporun açıklanmasıydı. Oysa CPT açıklaması tersini yapıyor, ‘normal’ bir durumu açıklayarak bu kurala ters düşüyordu.

Buna karşılık KCK yetkilileri CPT’nin açıklamasını şiddetle protesto ettiler. Tam da bu açıklamanın yapıldığı bir dönemde İmralı’da kirli oyunların döndüğünü ve bu konuda ellerinde belgeler bulunduğunu belirttiler. Buna göre içinde Rusya Büyükelçiliğinden temsilcilerin de yer aldığı bir heyet İmralı’ya gidip Efrin’e yönelik işgal harekatına destek vermesi için Önder Apo üzerinde baskı kurmuştu. Bu dayatmaların sonuç vermesi için tek kanallı radyosuna ve ancak birkaç kanalın izlenebildiği televizyonuna el konulmuştu. Yine kendisine tek tip elbise giymesi dayatılmıştı. Eldeki başka bir bilgi de sözü edilen heyetin İmralı’ya bir defalığına gitmediği, işgal harekatı sürecinde heyetin gidişlerinin aralıklarla devam ettiğidir. Önderliğimizin bu dayatmaları reddettiğinden eminiz. Bunların dışında bir şey bilmiyoruz ve gerisi tahminlerimize kalıyor. Örneğin tek tip elbise giymeyi reddettiği için Önder Apo havalandırmaya çıkarılmıyor olabilir. Aynı şekilde hücresinde kitap bulundurmasına izin verilmeyebilir, defter ve kalem bulundurması yasaklanabilir. Nitekim savunmasını hazırladığı süreçte bile Önderliğimizin kalem yasağına maruz bırakıldığından haberdarız. O zaman dahi böyle davranabilen AKP devleti, Kürtlere karşı topyekun bir imha savaşını sürdürdüğü bu süreçte neler yapmaz ki! CPT gibi sözde işkence ve kötü muameleyi önlemek ve varsa düzeltmek veya yaptırıma gitmekle yükümlü bir kurum böyle davranırsa, Kürtlerin kökünü kurutmaya yeminli faşist AKP-MHP çetesini Önder Apo üzerinde her türlü baskı, zorbalık ve işkenceyi yapmaktan alıkoyacak bir güç olabilir mi? Dolayısıyla bu baskı, zulüm ve zorbalık çemberini ancak Kürt halkı ve dostlarının direnişi kırabilir.

CPT’nin Türkiye’nin Efrin’e saldırmasından sonra raporunu açıklaması tesadüfi olamaz. Hatta bu işgal harekatıyla bağlantılı olması olasılığı yüksektir. TC’nin Efrin’e yönelik etnik temizliğe dayalı işgal harekatı konusunda AB ile Rusya arasında bir uzlaşma sağlandığı kesin gibidir. Avrupa Konseyi’nin İmralı’da Önderliğimize yönelik dayatmalardan haberdar olması olasılığı da yüksektir. Başta İngiltere ve Almanya olmak üzere, Avrupa’nın büyük devletleri Efrin’deki etnik temizliğe olduğu gibi Önderliğimiz üzerindeki dayatmalara da onay vermişlerdir. Bundaki amaç, TC’nin etnik temizlik harekatının başarıyla tamamlanmasını sağlamak olmuştur. Çünkü sözü edilen devletler Erdoğan diktatörlüğünün kullandığı mülteci şantajını böylelikle etkisiz kılacaklarını düşünmüşlerdir. Bu anlamda CPT’nin açıklamasının İmralı’daki oyunları örtbas etme amaçlı olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır.

İşkence ve kötü muamele nedir? Bir tutsağın iki yılı aşkın bir süre boyunca mutlak tecrit altında tutulması, işkence olarak kabul edilmese bile, kötü muamele değil midir? Aynı tutsağın uzun yıllardır tüm başvuruları geri çevrilen avukatlarıyla görüştürülmemesi kötü muamele değil midir? Aynı süre boyunca aile üyelerinin tüm görüşme başvurularının geri çevrilmesi kötü muamele değil midir? İki yılı aşkın mutlak tecrit en ağır işkence türü değil midir? Bunlara daha pek çok soru eklenebilir. CPT bütün bu uygulamaları işkence ve kötü muamele saymamakla ‘İşkencenin ve insanlıkdışı veya onur kırıcı muamele ve cezanın önlenmesi için Avrupa Sözleşmesi’nin içeriğine ve ruhuna açıkça ihanet etmiştir.

Yine de CPT’yi adını zikrettiğim sözleşmenin hükümlerine göre hareket etmeye davet etmekten vazgeçmemek gerekir. KCK’nin açıklamaları aynı zamanda CPT’ye yönelik bir çağrı niteliğindedir. CPT KCK’nin elindeki belgeleri dikkate almalı, derhal İmralı’ya giderek durumu yerinde görmeli ve Türk devletini mevcut uygulamalarından vazgeçmeye zorlamalıdır.

Öcalan’ın özgürlüğü için her yerde her gün eylemler yapılıyor. Bu eylemler yeterli mi? Ne yapılmalı?

Önder Apo’nun özgürlüğü için başta Avrupa ülkelerinde olmak üzere dünyadaki birçok ülkede neredeyse kesintisiz bir eylemlilik durumu yaşandı. Bu eylemlerde yerini alan herkese teşekkürlerimi sunuyorum. Ne yazık ki bu eylemleri yeterli saymak pek mümkün değil. Çünkü onca insanın çabalarına ve emeğine rağmen, özgürlüğünü sağlamayı bir yana bırakın, Önderliğimiz üzerindeki tecridi dahi kıramadık. Kuşkusuz bu konudaki çabaların boşa gittiğini söylemiyorum. Tersine, eylemlerin nicel ve nitel bakımdan daha da güçlendirilmesi gerektiğini belirtiyorum. Tekrar niteliği taşıyan eylemlerin sonuç alması zordur. Dolayısıyla eylemlerde her açıdan yenilenme olmalı, her eylemde ivme biraz daha yükseltilmelidir. Her eylem daha fazla insanı örgütlemeye hizmet etmeli, yeni örgütlediğimiz insanlarla eylemlilik çıtası daha da yükseltilmelidir. Önder Apo da “Örgütlülük eylem, eylem örgütlülük gerektirir” demiyor muydu?

Örneğin Avrupa’daki Türklerin sayısı Kürtlerinkinden daha fazladır. Şoven bir milliyetçiliğin Avrupa ülkelerindeki Türk toplumunu büyük ölçüde zehirlediğini biliyorum. Ancak Türk toplumu demokratikleşmeden Kürt sorununun çözülemeyeceği gerçekse, o zaman kendimize bunun nasıl gerçekleşeceğini sormamız gerekmez mi? Örneğin eylemlerimize ne kadar Türk emekçi katılıyor? Hep hazır olanla iş yapmaya çalışmak ne kadar doğru ve sonuç alıcı olabilir? Şunu söylemek istiyorum: Avrupa’daki Türk emekçilerini kazanmak Türkiye’dekine oranla daha kolaydır. Demokrasinin halkların özgür birliğinden geçtiği kesindir. Dolayısıyla özellikle Avrupa ülkelerinde Türk emekçilerini Kürtlerle dostluk ilişkilerine çekmemiz şarttır. Yeter ki isteyelim, o zaman imkansız diye bir şeyin olmadığını göreceğiz. Dost kazanmak ve halklar cephesinden tarihsel Türk-Kürt dostluğunu yeniden inşa etmek temel görevimiz olmalıdır.

Önder Apo’nun özgürlüğüne odaklanmış eylemler daha çok yurt dışında ve özellikle Avrupa’da yoğunlaşıyor. Bu eylemlerin temel amacı Avrupa kamuoyunu Türkiye ve Kürdistan’daki gelişmeler konusunda daha duyarlı hale getirmek, bulunduğumuz her Avrupa ülkesinin demokratik güçlerini Önderliğin özgürlüğünü talep eden eylemlere katılmaya ve kendi hükümetleri üzerinde baskı kurmaya yöneltmektir. Bunun için de demokrasi ve barıştan yana tüm güçleri kazanıp harekete geçirmenin yol ve yöntemleri üzerinde yoğunlaşmamız şarttır. Birçok Avrupa ülkesinin hükümetleri Türk devletine her türlü silahı satıyor ve tüm bu silahlar Kürtlere karşı yürütülen soykırım savaşında kullanılıyor. Türkiye taraf olduğu birçok sözleşmeyi ayaklar altına alırken, AB üyesi ülkelerin hükümetleri sesini çıkarmıyor; Erdoğan diktatörlüğünün insanlıkdışı suçlar işlemesine göz yumuyor. Sadece veya büyük ağırlıkla Kürtlerin katılımı sağladığı eylemlerle sözü edilen hükümetler üzerinde baskı kurup soykırımcılara geri adım attıramayız. Bu nedenle daha fazla Avrupalı insanı Önderliğimizin özgürlüğünü isteyen eylemlere katmak zorundayız. Bunu başarabilirsek eylemlerimizde daha büyük sonuçlar elde edebiliriz.