‘Kürt Alevi halkımız topraklarını terk etmemeli’

KCK Halklar ve İnançlar Komitesi, depremden etkilenen Kürt-Alevi halkının, Türk devletinin soykırım ve işgal planının farkındalığıyla üzerinde filizlendiği topraklarını terk etmemesi çağrısında bulundu.

6 Şubat günü Mereş merkezli yaşanan iki depremde hayatın kaybedenlere başsağlığı dileyen Komite, “hepimizi derinden sarsan bu büyük felakette yaşamını yitiren tüm Alevi canlarımızın devri daim olsun diyoruz. Yine yaşamını yitiren tüm Müslüman yurttaşlarımıza da Allah’tan rahmet diliyoruz. Tüm yaralıların da bir an önce sağlıklarına kavuşmalarını diliyor, halklarımızın başı sağ olsun diyoruz” açıklamasında bulundu.

ANF’nin gönderdiği sorulara cevap veren Komite şunları ifade etti

“Hiç kuşkusuz deprem doğal bir afet. Bir parçası olduğumuz, içinde yaşadığımız doğanın da bir işleyiş düzeni var. O da bir var oluş olarak sürekli hareket halinde, kendi dengesini kendi diline göre kurmaya çalışıyor. Bu yönüyle deprem, doğal bir şey. Doğal olmayan şey yerleşik yaşama geçmiş olan insan türünün bu depremi karşılama biçimidir. Fay hatları bilindiği, hatta yaşanacak olası depremlerin nerede ve hangi kuvvette olacağı doğruya yakın şekilde kestirildiği halde, insanın depremin yıkıcı sonuçlarını bu denli yaşaması anormal bir durumdur. Yine hiç kuşku yok ki bunun sorumlusu toplumun öz yönetim hakkını gasp etmiş, kendisini yaşamın her alanında tekel haline getirmiş olan devlettir. Çünkü toplumsal yaşamın sürdüğü yerleşkelerin düzeninden ne yazık ki bu devletler sorumlu. Dolayısıyla Mereş merkezli yaşanan her iki depremin tüm sonuçlarının sorumlusu TC’dir. Evet, bu kadar insan gerekli tedbirler alınmayarak katledilmiştir ve katil de TC’dir; onun en kapitalist, paracı ve ahlaksız iktidarı AKP-MHP iktidarıdır. İmara açılmaması gereken yerleri ranta açarak, ‘imar barışı’ adı altında rant devşirerek, Türkiye ve Kürdistan deprem bölgesi olduğu halde alınması gereken hiçbir tedbiri almayarak, deprem yönetmeliklerinin gereklerini yerine getirmeyerek bu kadar insanı katletmiştir. Hiç kuşku yok ki bu acı ve sarsıcı tablonun sorumlusu olarak hesabını mutlaka verecektir.

HESAP VERMEKTEN KURTULAMAYACAKLAR

Bu kadar insanı katleden AKP-MHP iktidarı yerle bir olan şehirlerde insanlara gerekli yardımları götürmeyerek, yardım etmek isteyen insanları engelleyerek ne kadar alçak, çıkarcı ve insana düşman olduğunu bir kez daha göstermiştir. Deprem bölgelerine yardım ulaştırmak için değil, ‘kral çıplak’ misali açığa çıkan insanlık dışı, çıkarcı, paracı yüzünü gizlemek için seferber olmuş durumdadır. Bu kadar insanın katili olduğu halde, hala düşündüğü tek şey iktidardaki ömrünü uzatmadır. OHAL ilan ederek, bastırarak, tehdit savurarak, hakikatleri ters yüz etmeye çalışarak, hatta öldürerek bunu yapacağını sanmaktadır. Ne yaparsa yapsın yaptıklarının hesabını vermekten kurtulamayacaktır.

İKTİDAR KÜRT ALEVİLERİ YOK EDİLMESİ GEREKEN BİR DÜŞMAN OLARAK GÖRÜYOR

Bilindiği gibi depremlerin merkez üssü Kürt-Alevi halkımızın yoğunlukta yaşadığı bölgeler oldu. Deprem bölgesinde yaşayan halkımız, dünyanın ‘en güçlü devletlerinden biri’ olmakla böbürlenen TC’nin kendilerine bırakalım yardım ulaştırmayı, duyarlı toplumsal kesimlerin ve halkımızın gönderdiği yardımları bile engellemeye çalışmasının nedeni olarak Kürt ve Alevi olmaları olduğunu belirtmektedir ki, bu bir hakikattir. Çünkü bu iki kimlik yani Kürt ve Alevi kimlikleri hakkında TC’nin kurulduğu günden günümüze tek politikası vardır: o da soykırımdır. Evet, Kürtler yüz yıldır gerek fiziki soykırım gerekse Türklük içinde eritilerek kültürel soykırım saldırılarıyla yok edilmek, soykırıma uğratılmak istenen bir halktır. Alevilik de yine Türk-İslamcı ulus-devlet içinde eritilmek, yok edilmek istenen bir inançtır. İşte depremin ardından seferber olunması gerekirken tersinden yapılmak istenen yardımların engellenmesinin nedeni, depremi en yıkıcı şekilde yaşayan bölgelerin Kürt-Alevi kimlikli oluşudur. Kürtlük ve Alevilik yok edilmek istenen kimlikler olduğundan ve deprem de Kürt-Alevi bölgesinde yaşandığından yaşanan yıkımlar, ölümler bu iktidarın soykırım politikaları açısından bir fırsata dönüşmüştür. Çünkü bu iktidar bu bölge insanını yok edilmesi gereken düşman olarak görmektedir. Dolayısıyla soykırımcı TC’nin depremden etkilenen halkı bu kadar yüz üstü bırakması, imkansızlıklardan değil, çok bilinçli ve planlı bir soykırım politikasının sonucudur.

MEREŞ’TE 78’DE YAŞANAN BİR SOYKIRIM SALDIRISIYDI

Depremin merkez üssü Kürt-Alevi nüfusun yoğunlukta olduğu bölgeler ve bu kimliklerin soykırıma uğratılması bir devlet politikası. Bu, yüz yıllık bir politika. Bilindiği gibi, partimizin kurulmasının hemen ardından yani 1978 Aralık’ında depremin yaşandığı Mereş’ı Kürt ve Alevi nüfusundan temizlemek için büyük bir soykırım saldırısı gerçekleştirildi. Binin üzerinde insanımız vahşice katledilirken, geriye kalanların ise ülkeyi terk etmeleri amaçlandı. Tehditle, şantajla, baskıyla bu yapıldı. Yine yöre insanı Kurdistan’ı terk etsin diye, teşvik edildi. Bu hem TC tarafından yurt dışına çıkmanın kolaylaştırılması hem de işbirliği yapılan kimi Avrupa devletlerinin ‘kucak açma’ maskesiyle giden insanları kabul etmesi şeklinde gerçekleşti. Gerçekte olan ise, bir gladyo planlamasının pratikleşmesiydi. Buna göre hareketimizin gittikçe geliştiği Kürt-Alevi coğrafyasında kök salmasının önü alınmalıydı. İşte bu bölgede hem böyle tarihi hem de güncel amaçları olan bir soykırım-boşaltma politikası uygulandı ve belli ölçüde sonuç da aldı. Buralarda yaşayan çok büyük bir nüfus ata topraklarından, Kurdistan’dan göç ederek metropollere, ama esas olarak da Avrupa’ya göç etti, göç ettirildi.

AKP-MHP İKTİDARI DEPREMİ BİR FIRSATA ÇEVİRMEK İSTİYOR

Deprem sürecinde yaşananlar, yarıda kalmış bu soykırım-göçertme-boşaltma politikasının deprem vesilesiyle tamamlanmak istendiğini ortaya koyuyor. Nitekim mevcut durumda Kürt-Alevi halkımızın deprem bölgesinden göçmesi için adeta seferber olunmuş durumdadır. Yardım etmeyerek, yardımların gitmesi engellenerek adeta ‘artık buralarda yaşam olmaz’ dedirtilmek ve buralardaki insanlarımız tümden göç ettirilmek istenmektedir. Böylelikle yüz yıllık göçertme-soykırım politikası sonuç alacak, Kürt-Alevilerin yaşadığı yerler boşaltılacak, yerlerine ise TC’nin Kürt soykırım politikalarında bir aparata dönüştürdüğü ‘göçmenler’ yerleştirilecektir. Zaten bir süre önce Mereş’te nüfusunun tamamı Kürt ve Alevi olan yerlerde tümü Sunni Arap olan göçmenlere kamplar kurulduğu basına yansımıştı. Sadece bu bile, Kürt – Aleviliğin yerleştiği yerlere ilişkin nasıl bir politikanın devrede olduğunu, nasıl bir demografik değişimi yapmak istediklerini ortaya koymaktadır. Şimdi depremi sistematik bir şekilde pratikleştirilen boşaltma-göçetme-soykırım politikalarında kesin sonuca ulaşmak için bir fırsata dönüştürmek istemektedirler.

KÜRT ALEVİ HALKIMIZ TOPRAĞINI TERK ETMEMELİ

Soykırımcı TC’nin planlaması bu olsa da Kürt – Alevi halkımız bu soykırım ve işgal planının farkında olmalı, üzerinde filizlendiği topraklarını terk etmemeli, bulunduğu yerde direnerek, toprağına ve kültürüne daha fazla bağlanarak söz konusu politikaları boşa çıkarmalıdır. Yöre halkı dışındaki halkımıza ve tüm demokratik kesimlere de Kürt-Alevi halkımızın bu varlığını koruma direnişine en güçlü şekilde destek verme görevi düşmektedir.  

DEPREM TOPLUMUN NE KADAR DİRİ VE DAYANIŞMACI OLDUĞUNU ORTAYA KOYDU

Deprem devletin ne kadar toplum karşıtı, AKP-MHP iktidarının ne kadar ahlaksız, paracı, toplumun ise ne kadar dayanışmacı ve diri olduğunu gösterdi. Bir taraftan kelimelerle izah edilemeyecek kadar büyük bir rezillik, diğer taraftan tüm insanlığın gurur duyacağı bir erdem. Bir taraftan insan kılıklı ama insan olmaktan çoktan çıkmış yaratıklar, diğer taraftan ise insanca yaşamın en güzel ve olması gereken dayanışma örnekleri. Bunlar birbirinin karşıt kutbu olarak tüm dünya tarafından görüldü. Böylece bir kez daha toplum ile iktidarcı – devletçi güçlerin mayalarının farklı olduğu apaçık bir hakikat olarak ortaya çıktı.

Depremin yıkıcı sonuçlarının sorumlusu olan iktidarcı güçler para kasalarını, kendi yandaşlarını kurtarmanın derdine düşerken, gerçeklerin üstünü örtmek için kolluk kuvvetlerini, tam bir özel savaş aracına dönüştürdükleri basını seferber ederken, halk ise insan olmaktan gelen dayanışmacı özün gereklerini yerine getirerek birliktelik ruhu temelinde hemen deprem bölgelerine koştu, oralara elinden gelen her türden yardımı götürmek üzere seferber oldu.

Şimdi bu dayanışma ve birliktelik ruhunu daha da büyütmenin, deprem bölgelerinde açılmış yaraları sarmanın, yaşanan sıkıntıları el birliğiyle aşma seferberliğini büyütmenin zamanıdır. Bu hem cenazelerin kaldırılması, acil ihtiyaçların temini, barınma sorunlarının giderilmesi hem de depremin yol açtığı yıkıcı etkileri kalıcı bir şekilde ortadan kaldırmak için yapmak gerekli. Dayanışma o düzeyde olmalı ki insanlarımız yerlerini, yurtlarını terk etmek zorunda kalmamalı. Yıkılan yerleşkelerin daha uygun yerlerde ve sağlam şekilde yeniden inşa edilmesi için dayanışma gerekli. Bunun için emek kolektifleri oluşturulabilir, el birliğiyle pek çok konut inşa edilebilir, gerekli maddi yardımlar oluşturularak yaşam alanları yeniden uygun bir biçimde, imkanların el verdiği koşullarda inşa edilebilir. Toplumun güç birliği etmesi halinde yapamayacağı hiçbir şey yoktur. Çünkü en büyük güç toplumun bizzat kendisidir. Yeter ki, kapitalist modernitenin dayattığı bireyci yaşamın ve sömürgeci-soykırımcı rejimin halkları birbirinden uzaklaştıran istismarından kendimizi kurtaralım. Deprem sonrasında Türkiye’nin tüm toplumsal kesimlerinin seferberlik halinde deprem bölgesine koşması, yardım ulaştırmaya çalışması, gerçekte kapitalist modernitenin ve sömürgeci-soykırımcı rejimin ne kadar başarısız ve toplumsallığın ne kadar güçlü olduğunu bir kez daha gösterdi. Herkes egemenlerin ne kadar aciz, zayıf ve bencil olduklarını, toplumun ise ne kadar dayanışmacı, duyarlı ve komünal olduğunu bir kez daha gördü. İnsanın komünal ve toplumsal olan doğasının tüm saldırılara karşın ne kadar diri olduğu bir kez daha görüldü. Dolayısıyla toplumsallığa bağlanarak, ona dayanıp onu büyüterek yaşanan tüm acıları dindirebilir ve yaşanan tüm zorlukları yenebiliriz. Hiç kuşkusuz demokratik siyaset alanına bu konuda çok büyük iş düşmektedir. Çünkü bu dayanışma ağının örgütlü hale getirilmesi oldukça önemli ve gerekli. Zaten demokratik siyaset, toplumun sorunlarını çözmek anlamına gelir. Toplumdaki bu dayanışmanın, birliktelik ruhunun örgütlü hale getirilmesi demokratik siyaset alanının görevi olmaktadır. Şu ana kadarki duyarlılık ve kararlılık bunun başarılabileceğini ortaya koymaktadır. Dolayısıyla yaşama, doğaya, topluma ve insana düşman devletten ve iktidarcı güçlerden herhangi bir beklenti içine girmeden, toplumsal güçler olarak her şeyi kendimiz yapmalıyız.

Öte yandan tüm bu yıkımların sorumlusu olan devlete ve iktidara karşı ise mücadele halinde olmalıyız. Mücadele ederek hesap sormalıyız. Bu yaptıklarının hesabını sormalıyız ki doğamızı, kendimizi ve tüm halklarımızın yaşamını teminat altına alalım. Aksi taktirde bir deprem ülkesi olan Türkiye ve Kurdistan benzer pek çok yıkımla karşılaşacaktır…”