GÖRÜNTÜLÜ

Prof. Bozarslan: Suriye’yi belirsizlik bekliyor

Prof. Hamit Bozarslan, Şam hükümetinin düşüşünün, cihatçı ve radikal İslamcı bir yapının elinde olan Suriye’yi büyük bir belirsizliğin beklediğini söyledi.

HAMİT BOZARSLAN

Kürtlerin Fırat’ın batısında tutunmasının oldukça zor olacağını belirten Prof. Hamit Bozarslan, bunun da Türkiye’nin 1925’ten beri uyguladığı bir politikanın devam olduğunu ve Suriye’ye de yayıldığını söyledi. 

Suriye’deki gelişmeleri, akademik çalışmalarıyla bölgeye dönük referans bir isim olan Paris Sosyal Bilimler Yüksek Okulu Profesörü Hamit Bozarslan ile konuştuk.

Heyet Tahrir el-Şam’ın (HTŞ) Halep’e dönük başlayan saldırıları Esad rejiminin düşmesiyle sonuçlandı. Rejimin bir direniş göstermeden bu kadar hızlı bir şekilde düşmesini nasıl değerlendiriyorsunuz?

Her şeyden önce şunu iyi anlamak gerekir: Şam hükümeti, neredeyse hiçbir direniş göstermeden düştü. Bu durumu daha önce bazı örneklerde de görmüştük. 2014’te Musul’un düşmesi ve 2021’de Kabil’in düşmesi, bu duruma açık örneklerdir. Yaşananlara bakarak, Suriye rejiminin içten içe tamamen çürüdüğünü ve kof bir yapıya dönüştüğünü açıkça görebiliyoruz.

Aynı zamanda Esad rejimini destekleyen güçlerin de neredeyse bir intihar süreciyle kendi kaynaklarını tükettiği çok belirgin. Bu güçler arasında ilk olarak Hizbullah sayılabilir. Eğer Hizbullah olmasaydı, rejimin 2013’te ayakta kalması mümkün olmazdı. Hizbullah, kaynaklarını İsrail ile girdiği son derece kanlı bir çatışma sürecinde kaybetti.

Öte yandan, İran’ın Ortadoğu için geliştirdiği milis stratejisi ve diplomasisi artık son noktaya ulaşmış ve kendini yenileyemeyen bir konuma düşmüştür. Rusya da insan ve askeri kaynaklarını tamamen anlamsız bir savaş sahasında harcamak zorunda kalmıştır.

Tüm bunların ışığında, Şam hükümetinin düşüşü, Hayat Tahrir el-Şam’ın gücünden değil, rejimin içten içe çürümesinden kaynaklanmaktadır.

Suriye’de yaşananları, 7 Ekim’de gerçekleşen HAMAS saldırılarının ardından başlayan sürecin bir devamı olarak mı görmek gerekir?

Evet, Suriye’de yaşananlar kaçınılmaz olarak 7 Ekim’deki Hamas saldırılarının ardından başlayan sürecin bir devamıdır. Hiç kimse 7 Ekim saldırılarını beklemiyordu. Bu saldırıların ardından, 8 Ekim’de Hizbullah kendi saldırılarını başlattı ve İsrail’in eline son derece önemli bir koz geçti. Gazze ve Lübnan’daki faaliyetler, bir öz savunma olarak tanıtıldı. O dönemden itibaren, İsrail’in genelkurmayında ve iktidar çevrelerinde Ortadoğu’nun yeniden yapılandırılması gerektiği defalarca dile getirildi.

Bu yeniden yapılandırma planının en kritik halkası Lübnan’dı. Lübnan ve İran arasındaki ilişkilerin kopması ve bu bağlamda Suriye’nin, Lübnan ile İran arasında bir köprü olmaktan çıkması gerektiği vurgulandı. Bu durum, yaşananlardan tamamen İsrail’in sorumlu olduğu anlamına gelmiyor. Aslında İsrail ve ABD, Suriye rejiminin bu kadar derin bir çürüme içinde olduğunu ve bu kadar kısa sürede çökeceğini öngörmemişti.

Bununla birlikte, onların hedefi rejimin son derece zayıfladığı ve mümkünse Suriye’nin iki ya da üç bölgeye bölündüğü bir durumun oluşmasıydı. Bu bağlamda, yaşananların İsrail açısından da bir sürpriz olduğu söylenebilir. Ayrıca İsrail’de bazı kaygılar da söz konusu; çünkü nihayetinde İsrail, “Cihadistan” bir oluşumla komşu olma olasılığıyla karşı karşıya kalabilir.

Dolayısıyla yaşananları bütünüyle İsrail’e atfetmek doğru değildir, ancak olan bitenler, 7 Ekim’in bir sonucu olarak ortaya çıkmıştır.

Esad rejiminin çöküşünde en büyük rolü Türkiye’nin oynadığı iddiasına katılıyor musunuz?

Evet, bu doğru; ancak Türkiye de böyle bir gelişmeyi beklemiyordu. Türkiye dâhil hiç kimse, Şam’ın en ufak bir direniş göstermeden düşeceğini öngörmemişti. Saldırıyı başlatan HTŞ’nin (Hayat Tahrir el-Şam), yani cihatçı grubun, Suriye’deki Türk kontrolündeki sahadan hareket ettiği bilinmektedir. Silahlarının, ekipmanlarının ve büyük olasılıkla eğitimlerinin önemli bir kısmının Türkiye’den geldiği de açıktır. Bu durum, HTŞ’nin mutlaka Türkiye’nin bir kuklası olduğu anlamına gelmez. Türkiye’nin izni olmadan ya da Türk ordusunun kontrol ettiği bir sahadan hareket ederek Şam’a kadar ulaşmalarına bir onay verilmeden böyle bir senaryonun gerçekleşmesi oldukça zor görünüyor.

Önümüzdeki dönemde Suriye’de nasıl bir tablo ortaya çıkabilir, üç parçaya bölünme olasılığı var mı?

Şu anda Suriye’de olup bitenleri kesin olarak değerlendirmek imkânsız, çünkü 24 saat sonrasını bile görmek mümkün değil. Önümüzde son derece büyük tehlikeler var.

Birinci tehlike, milis mantığının devam etmesi. Suriye’de son 10-15 yıldır en büyük sorunlardan biri, milis mantığının varlığı ve devlet olgusunun zayıflığı. Esad rejimi de son tahlilde bir milis hareketine dönüşmüş ve diğer milislerle iktidarı paylaşmıştı. HTŞ ise kendi hükümetini kurarak, reel ve rasyonel bir devletleşme yerine bir milis güç olarak kalmayı tercih etti. Bu durum, kaçınılmaz olarak diğer milislerin de oluşmasını beraberinde getirebilir.

İkinci tehlike, Suriye’de demokratik bir geleceğe dair beklentilerin kaybolması. 2011’i hatırlarsak, o dönemde çoğulcu ve seküler bir Suriye beklentisi hakimdi. Şu anda kendisine modern bir görünüm kazandırmaya çalışsa da HTŞ, hâlâ cihatçı veya radikal İslamcı bir hareket olmaktan kurtulamamakta. Bu durum, geleceğe yönelik ciddi bir kaygı oluşturmaktadır.

Üçüncü tehlike, Suriye’deki şiddet potansiyelinin varlığıdır. Bu potansiyel her zaman vardı, acak şu anda iktidarı kaybetmiş olan BAAS veya Esad rejimi unsurlarının ne yapacağı belirsizdir. Bu unsurların geniş iç bağlantıları ve önemli şiddet kaynakları bulunmaktadır. Bu da onların ileride şiddete başvurma ihtimalini artırmaktadır.

Dördüncü mesele, Rojava meselesidir. Türkiye, Rojava’yı ortadan kaldırmak istemektedir. ABD’nin böyle bir senaryoyu engellemeyi hedeflediği anlaşılmaktadır. Trump yönetimindeki ABD’nin Suriye ve Kürt meselesine ne ölçüde müdahil olacağı ise belirsizliğini koruyor. Yönetici olarak atanan birçok isim Kürt dostu olarak bilinmekte ve 2019’da Rojava’ya dönük saldırılara tepki gösteren isimler. Yeni dönemde bu isimlerin tutumlarının ne olacağına dair kesin bir görüş bildirmek şu anda mümkün değil.

Son mesele ise İsrail meselesidir. İsrail, Golan Tepeleri’nin tamamını ele geçirdi ve Şam’a sadece 40-50 kilometre uzaklıkta. Bu durum büyük ihtimalle Arap dünyasında ve özellikle Suriye’de bazı sorunlar yaratacak. Yeni Suriye hükümetinin bu konuda nasıl bir tavır alacağı ve nasıl yanıt vereceği belirsiz. İsrail’in Suriye’den beklentilerinin neler olacağı da şu anda net değildir.

Tüm bunlar göz önüne alındığında, son derece temkinli olmak gerekmektedir. 3-4 saat sonrasının bile öngörülemediği bir ortamda, Suriye’nin geleceği hakkında kesin yorumlar yapmak pek mümkün değil.

Bu süreçte, Türk devleti destekli ve ona bağlı grupların, Kuzey ve Doğu Suriye Demokratik Özerk Yönetim bölgelerine saldırılar düzenlediğini ve bazı bölgeleri işgal ettiğini gördük. Aynı dönemde, ABD’nin bna engel olmadığına tanıklık ettik. ABD’nin bu tutumunu nasıl değerlendirmek gerekir?

Evet, bu süreçte ABD’nin farklı bir rol oynadığını görmedik, ancak Kürtlerin korunması konusunda ABD veya İsrail’den bazı sesler yükseldiği de biliniyor. Anladığım kadarıyla Kürtlerin Fırat’ın batısında tutunması oldukça zor olacak. Bu, Türkiye’nin 1925’ten beri uyguladığı bir politikanın devamıdır ve bunun Suriye’ye de yayıldığını biliyoruz. ABD, büyük ihtimalle bu senaryoya izin verecek, ancak belki de Rojava’nın doğu kısmında bir konsolidasyon sağlanabilecektir. Sanırım Kürt hareketleri bu durumun farkında. Basından edindiğim bilgilere göre; ABD’nin, Minbiç konusunda QSD ve Suriye Milli Ordusu arasında arabuluculuk yaptığı ve bir anlaşma sağlandığı söyleniyor. Eğer bu doğruysa böyle bir senaryoya doğru ilerlediğimiz açık.

Bugün HTŞ ve lideri, Batı’da bir kurtarıcı olarak sunulmakta ve ön plana çıkarılmaktadır. Oysa ki, bu örgütün ve liderinin DAİŞ ile olan bağlantıları, köken olarak oldukça benzer bir geleneğe dayanıyor. Batı’nın bu yaklaşımını nasıl görüyorsunuz?

Öncelikle Esad rejiminin, son 60 yıldır Suriye’yi tutsak tutan bir rejim olduğunu söylemek gerekir. 2011’de rejimi destekleyen gruplar “ya Beşar ya da ülkeyi yakacağız” demişti. Bu süreçte 500 bin insanın ölümünden, 10 binlerce tutsaktan, 7-8 milyon insanın yerini terk etmesinden bahsediyoruz. Esad 2016’daki konuşmasında, “10 yıllar gerektiren alt yapılarımızı ve gençliğimizi kaybettik ama daha iyi bir toplum haline geldik” diyordu. Yani Esad’ın diktatörlüğü ve tiranlığı meselesini unutmamak gerekiyor.

Bu diktatörlüğü yıkmanın verdiği bir zafer sarhoşluğu var. 2011’de düşmeyen son diktatör bugün düştü fakat bu zafer sarhoşluğundan sonra bir uyanma olgusu da olacak. Devrik rejimin yerine geçecek rejimin kendisi de demokrasi, insan hakları, çoğul ve seküler bir Suriye perspektifinden gerçekten çok uzak.

Afganistan örneğinde bu durumu yaşamıştık. Uluslararası toplumun önünde böyle bir gerçek varken, bugün HTŞ’yi ön plana çıkarmak çelişki değil midir? Daha geriye gidersek, DAİŞ’in ortaya çıktığı döneme baktığımızda, eğer DAİŞ’in şiddeti Avrupa’ya taşımamış olsaydı, belki varlığı daha kabul edilebilir olurdu, değil mi?

Evet, eğer DAİŞ şiddeti Avrupa’ya taşımamış ve vahşi sahneler sergilememiş olsaydı, belki Avrupa ve Amerika tarafından kabul görürdü. Bunun yanı sıra uluslararası toplum diye bir olgu yok. Eğer varsa bu toplum tamamen hafızasız bir toplum olarak ortaya çıkmakta. Kararlarını günübirlik alan, uzun vadeli bir stratejisi olmayan, dünyayı okuma kapasitesinden oldukça uzak bir toplum. Yarın Suriye’de bu rejim devam ederse ve yeni radikalizasyon süreçleri başlarsa, bunun etkilerini hepimiz görebiliriz, ancak bu gelişmeleri okuma konusunda büyük bir eksiklik yaşandığını görmekteyiz.

Bir diğer önemli olgu da, ABD’de şu anda yaşanan iktidar boşluğudur. Bu durum, Ocak ayına kadar devam edecek gibi görünüyor. Bildiğim kadarıyla her iki yönetim arasında oldukça yakın temaslar mevcut. Bu boşluk da bazı gelişmeleri beraberinde getirmekte.

Öte yandan, demokrasilerde bir körleşme ve cesaretsizlik olgusu olduğunu unutmamak gerekir. Bu körlük ve cesaretsizlik, 20. yüzyılda demokrasilerin büyük bedeller ödemesini kaçınılmaz kıldı. Bunu İspanya’da ve 2. Dünya Savaşı’nda gördük. 21. yüzyılda da aynı şey Ukrayna’da yaşandı. Şu andaki demokratik elitlerden yola çıkarsak, demokrasilerin kendi geçmişlerinden ve tecrübelerinden ders almalarının bana imkansız gibi göründüğünü söyleyebilirim.

HTŞ’nin Şam’a yürüyüşü ve Türkiye’ye bağlı grupların Özerk Yönetim bölgelerine saldırılarıyla birlikte, DAİŞ’in de yeniden harekete geçtiğini gördük. Şu an iktidarda olan HTŞ, DAİŞ’e karşı savaşmaya ne ölçüde istekli olacak? Yeni hükümet, yeniden dirilmesini engellemekte ne gibi zorluklarla karşılaşacak?

Bunu bilemiyorum, çünkü HTŞ ve DAİŞ arasında geçmişte kanlı çatışmalar yaşandı. DAİŞ’in özerkleşmesi, bu çatışmaların sonucunda gerçekleşti. 2017’den sonra hayatta kalan DAİŞ militanlarının önemli bir kısmı, İdlib’de ve Türk ordusunun kontrol ettiği bölgelerdeydi. Bu yüzden hem büyük bir gerginlik ortamı mevcut hem de devamlılık ve organik ilişkiler söz konusu. Yarın nasıl bir durumla karşılaşacağımızı bilemiyoruz. DAİŞ, yeniden bir özerkleşme ve çatışma stratejisi arayışına girebilir ve HTŞ’nin kontrol ettiği bölgeleri ele geçirmeye çalışabilir. Bu kesinlikle mümkün fakat ne kadar zaman alacağı, DAİŞ’in mevcut elit kadroları ve savaşçı gücü hakkında kesin bilgiye sahip değiliz.

DAİŞ’in ortadan kalkmadığı, hâlâ aktif bir güç olarak varlığını sürdürdüğü bir gerçek. Bu, Suriye için geçerli olduğu gibi Irak için de geçerli. Irak’ta DAİŞ tamamen bitmiş değil.

Yarın: Türkiye’de Kürt sorunu bağlamında yaşanan son tartışmalar ne anlama geliyor?