Prof. Fincancı: Açık faşizm dönemindeyiz

TİHV Başkanı Şebnem Korur Fincancı, normlar devletinden tedbirler devletine geçildiğini belirterek, açık faşizm dönemi olarak niteledi.

Türkiye İnsan Hakları Vakfı (TİHV) Başkanı Prof. Dr. Şebnem Korur Fincancı, “Ben bu dönemi çok açık bir faşizm olarak görüyorum” dedi. 1970’li yıllardan beri insan hakları mücadelesi veren ve OHAL döneminde AKP iktidarının hedefi olan Prof. Fincancı, Türkiye’nin normlar devletinden tedbirler devletine geçiş yaptığını söyledi. 2017'nin ilk 11 ayında sadece TİHV’e yapılan işkence başvurusunun 570 olduğuna dikkat çeken Prof. Fincancı, Türkiye’nin sokakta işkencenin görünür olduğu ülkelerden birine dönüştüğünü vurguladı.

Prof. Dr. Şebnem Korur Fincancı, İnsan Hakları Haftası’nda Türkiye’nin geldiği noktayı ANF’ye değerlendirdi.

İnsan Hakları Haftası Türkiye’de hangi koşullarda karşılanıyor?

İnsan hakları ihlallerinin yoğunlaştığı bir dönemden geçtiğimiz muhakkak. Özellikle OHAL ilanıyla birlikte ortaya çıkan tablo açık. Geçen sene de İnsan Hakları Haftası’nı çok ağır koşullarda idrak etmiştik; bu sene tablo daha da ağırlaşmış durumda. Örneğin yalnızca TİHV verilerinden yola çıksak dahi, 2017 yılının ilk 11 ayında işkence gördüğü için başvuru yapan insan sayımız 570. Üstelik bu sadece buzdağının görünen tarafı, çünkü işkence görüp de çekindikleri veya herhangi bir sağlık sorunu yaşamadıklarını düşündükleri için başvurmayanlar vardır. Oysa bu başvurular çok önemli çünkü biz aynı zamanda bir belgeleme faaliyeti yürütüyoruz; Türkiye’deki insan hakları ihlallerinin görünür kılınmasında bu başvurular büyük bir önem taşıyor. İnsan Hakları Derneğimize başvuru sayıları ise bundan çok daha dramatik. İHD’ye işkence gördüğü iddiasıyla yapılan başvuru sayısı 2 bin 200’ün üzerinde.

Başvurulardan yola çıkarsak işkenceler en çok nerede gözlemleniyor?

İşkence kolluk tarafından ya gözaltında ya cezaevlerinde ya da toplantı ve gösterilere yönelik müdahalelerde gerçekleşiyor. Bu açıdan 2013'ten beri sokakta artan bir polis şiddetiyle karşı karşıyayız. Gözaltına alınmadan dahi bu şiddet gözlemleniyor. Ciddi bir yaşam hakkı ihlali söz konusu. Kolluğun açtığı ateş, zırhlı araçla ezilmeler veya mayın patlamaları sonucunda ölen çocuklar ve siviller var. 2017'nin ilk 11 ayında 50'nin üzerinde insan kolluğun açtığı ateş sonucunda yaşamını yitirmiş bu ülkede. Nisan 2015'te kolluğun silah kullanımını serbestleştiren İç Güvenlik Yasası çıkartıldı. OHAL ile birlikte bu yasa kapsamında cezasızlığı koruma kalkanı haline getiren düzenlemeler de yapıldı. 'Terörle Mücadele' adı altında işlenen suçlarda yapılan muamelenin soruşturulamayacağına dair düzenlemelerle bu koruyucu kalkan pekiştirildi. Kolluğun silah kullanmak için hem elleri serbest hem de devlet koruması altında. Türkiye bu anlamda sokakta işkencenin görünür olduğu ülkelerden birine dönüştü. Yapılan basın toplantılarında; insanlar bir araya gelip sorunlarını dile getirmeye çalıştığı koşullarda da bile ağır müdahalelerle karşı karşıya kalıyorlar. Özellikle OHAL ile birlikte bu durum çok daha yoğunluk kazandı. Artık birkaç kişinin bir araya gelmesine bile tahammül gösteremeyen, şiddetle saldıran bir kolluk mekanizması işliyor.

CEZAEVLERİNDE SORUN ÇOK AĞIR

Cezaevlerinde de zaten sorun çok ağır. Cezaevleri kapasitesinin çok çok üzerinde; cezaevindekilerin sayısı 230 bini aşmış durumda. Gelen mektuplarda 7-8 kişilik koğuşlarda 30 kişinin bir arada kaldığı, nöbetleşe uyuduğu, günlük su miktarının yeterli olmadığı, kısa süreli sıcak su verildiği için 3-5 dakikalarla sınırlı bir biçimde yıkanmak zorunda kalındığı belirtiliyor. Bunun yanı sıra tek tip elbise dayatmasına bir gidiş de söz konusu. Biliyorsunuz, uzun yıllara yayılan bir insan hakları mücadelesi var bu ülkede ve bu mücadele sonucu özellikle cezaevleri konusunda İnsanların kendilerini geliştirebilmeleri için oluşturulan kütüphaneler, iletişim olanakları gibi kazanılmış haklar var. Ancak bu haklar gittikçe sınırlandırılıyor; kitaplar verilmiyor, muhalif gazetelere ulaşım engelleniyor. Zaten peş peşe çıkartılan Kanun Hükmünde Kararnameler (KHK) ile birçok muhalif basın-yayın kuruluşu kapatıldı. Yine çıplak arama gibi aşağılayıcı muameleler ve zaman zaman kaba dayak gibi davranışlar dile getiriliyor. Açık görüşler de ayda birden iki ayda bire getirilmiş durumda.

GÖZALTI İŞKENCEYE DÖNÜŞTÜRÜLDÜ

Başka bir dramatik gelişme ise gözaltı süreleri ile ilgili yapılan değişiklikler. Uyum yasaları çerçevesinde insan hakları mücadelesi yürüten insanların çabasıyla usul güvenceleri geliştirilmiş, gözaltı süreleri sınırlandırılmış ve gözaltı giriş ve çıkış muayeneleri ile bir biçimde işkencenin önüne geçilmişti. Fakat OHAL ile birlikte gözaltı süresi önce 30 güne çıkartıldı, daha sonra gelen itirazlar üzerine ise bir KHK ile yine uzun olan 14 güne indirildi. Aynı şekilde gözaltında 5 günlük avukat yasağı getirildi. Daha sonra bu yasak kağıt üzerinde 24 saat ile sınırlandırılsa da bu uygulanmadı.

600 AVUKAT CEZAEVİNDE

Avukatlar müvekkilleriyle görüşemediği gibi onlar da müvekkilleri gibi örgüt üyeliği iddiasıyla suçlanıp tutuklandı. Şu an Türkiye’de 600 avukat cezaevinde.

BASIN ÖZGÜRLÜĞÜ YOK

Yine aynı şekilde avukatlar gibi görevlerini yaptıkları için 200’e yakın gazeteci de hapsedilmiş durumda. Bir gazeteci yazdığı yazılardan ötürü müebbetle yargılanamaz, cezaevine de konulamaz. Gazetecilik faaliyetinin “terör örgütü propagandası” veya “terör örgütü üyesi olmak” gibi tanımlarla yaftalanması kabul edilemez. Bizlere hakikati ulaştıracak olan basının özgürlüğü ortadan kaldırılmış durumda. Tabii bütün bu kapatılan gazete, radyo, TV’lerle birlikte bir yandan da ciddi bir işsizlik söz konusu basın emekçileri açısından. O nedenle de az sayıda kalan basın yayın organında çalışan basın emekçileri kendilerini inanılmaz kaygılı hissediyor ve iş güvencesi konusunda ciddi sıkıntılar yaşadığı için de yukarıdan gelebilecek her türlü baskıya boyun eğme davranışı göstermeye hazır oluyor.

Bu çok ciddi bir sorun değil mi?

Elbette çok ciddi bir sorun. Ama sonuç olarak insanların kahraman olmasını bekleyemeyiz. Demokrasi demek kahramanlar yaratmayan bir mekanizma demektir. Eğer kahramanlar yaratmak zorunda kalıyorsanız, insanların her türlü baskıya boyun eğmeden dik durması beklentimiz varsa bu demokratik yönetim sistemi değildir zaten. Demokratik sistem herkesin işini onuruyla ve insanca yapabileceği koşulları yaratmaktır.

Bu anlamda OHAL iktidar tarafından ülkeyi istediği gibi yönetebilmek için süreklileştirdiği bir araç haline mi getirildi?

Geriye baktığımız zaman, Türkiye neredeyse cumhuriyet tarihinin yarısını OHAL ile geçirmiş bir ülke. Bizim için çok yeni bir durum değil maalesef OHAL’ler. Fakat bugünkü OHAL düzenlemeleriyle ilgili bir tanımlama yapmak mümkün. Şöyle ki OHAL’de bile anayasanın getirdiği birtakım sınırlamalar var. Nedir o sınırlamalar? Mesela KHK’ler çıkartabilirsiniz ama bu KHK’yi hemen meclise getirip oradan yasallaştırmanız gerekir. Oysa 20 Temmuz 2016'dan bugüne 28 kararname çıkartılmış, ancak bu KHK’lerden sadece 5’i Meclis'e gelmiş. Dolayısıyla bugün birçok insan Türkiye Cumhuriyeti Anayasası'nı değiştirmekle suçlanıp cezaevlerinde yatarken, iktidarın kendisi anayasayı hiçbir şekilde tanımayan uygulamalara imza atıyor. Başkaları suçlanırken kendileri anayasayı ihlal ediyor. OHAL her zaman baskıyı artırmak ve bu baskıyı rahatça uygulamak için kullanılan bir araçtır. Hele ki şimdi ağır bir ekonomik krizle karşı karşıyayız ve OHAL ile birlikte çalışma alanında birçok sınırlama getirilerek aslında işçinin daha fazla sömürülmesine, taşeronlaşmanın yaygınlaştırılmasına, patronların elinin rahatlatılmasına olanak veriliyor.

YAŞAMI KARARTAN SÜREÇTİR

Bu açıdan OHAL sadece muhalif sesi bastırma ve susturma aracı değil, insanların çalışma koşullarından eğitimine, kadının maruz kaldığı eril şiddetinden sağlık haklarımıza her boyutu etkileyen ve yaşamı karartan bir süreçtir. OHAL aslında hak ihlallerinin soruşturulmasını, hakikatin ortaya çıkmasını engelleyen bir araç. Bırakın hak ihlallerini; rüşveti, kara para aklamayı, hayali ihracatı soruşturmayı bile engelleyen mekanizmalar getirmiş durumda OHAL ile ortaya çıkan KHK’ler.

OHAL eleştirildiğinde sık sık Fransa örneği veriliyor. Sizce iki ülke arasındaki OHAL uygulaması benzer mi?

Ben Fransa’da değil, Türkiye’de yaşıyorum; dolayısıyla beni Türkiye ilgilendirir. Benim birinci sorumluluğum vergisini ödediğim bu devletin düzgün davranmasını sağlamaktır. Uygulama biçimleri açısından farklılıklar var; Türkiye’de çok ciddi baskılarla karşı karşıyayız. Sadece rakamlarla karşılaştırıldığında bile Fransa ve Türkiye arasındaki OHAL uygulamasının çok farklı olduğu görülecektir: Türkiye’de 150 bini aşan kamu emekçisinin ihraç edilmesi, pasaportlarına el konması, sivil ölüme terk edilmesi, yeni iş arama olanaklarının da ortadan kaldırılması, güvencesiz bir biçimde emekçilerin daha da sömürülmesinin yolunun açılması, OHAL ile birlikte 50 binin üzerinde insanın tutuklanmış olması, tutuklamaların cezalandırmaya dönüştürülmesi, 230 bine ulaşmış cezaevi nüfusu gibi rakamsal gerçekler var.

Kaldı ki biz insan hakları savunucuları olarak Fransa’daki OHAL’e de karşıyız. İnsan hakları mücadelesi yürütenler olarak güvenlik politikalarının ne kadar sahte olduğunu biliyoruz. Çünkü bu güvenlik politikalarını dayandırdıkları 'terörle mücadele' bahanesi tümüyle bir safsatadır. 'Terörle mücadele' adı altında gerçekleştirdikleri eylemlerde 'terörist' olarak tanımladıkları kişileri, ülkelerini işgal etmeden ve bu insanları kayıt dışı işkence merkezlerinde işkenceye tabi tutmadan önce düşüneceklerdi.

Fransa Cezayirliler için, ABD Irak, Afganistan için ve Suriye’de yaşananlar için düşünecekti bunu. Sonuçta terörizmi besleyen aslında emperyalist ülkelerin işgali ve savaş politikalarıyla insanları köşeye sıkıştırmalarıdır. Çok uluslu silah şirketlerinin savaşı besleyen mekanizmalarıdır. Dolayısıyla son noktayı değil tüm tabloyu görmek lazım. O nedenle esas önlememiz gereken devletlerin çok uluslu silah tüccarlarıyla işbirliği içerisinde savaşı pompalayan yaklaşımıdır. Bu Türkiye için de geçerli. Türkiye’de sırf barış istedikleri ve bu suça ortak olmayacaklarını bildirdikleri için insanların tutuklandığını, yargılandıklarını biliyoruz. Şu anda yüzlerce akademisyen barış istedikleri için her gün adliye koridorlarında. Çocuklar ölmesin diyen Ayşe öğretmene ceza biçiyorlar. OHAL tam da bunlar için var. İnsanlara ceza biçmek ve insanları korkutup sindirmek, sessizleştirip sömürüyü derinleştirmek için var.

Çizdiğiniz bu vahim tabloya rağmen Erdoğan’ın, demokratik hak ve özgürlüklerin kullanılması noktasında Türkiye’nin tarihinde hiç olmadığı kadar rahat bir ülke olduğunu öne sürmesi nasıl okunmalı?

Söylediklerinin hep tersten okunması gerektiğini düşünenlerdenim. Eğer çok rahat bir ülke olduğunu söylüyorsa bu, koşulların ne kadar ağır olduğunu gösteriyor ve böyle okunmalıdır. Biliyorsunuz bütün siyasiler birtakım sözler ederler ve biz Türkiye’deki halklar olarak da çok iyi bir beceri geliştirmişizdir, satır aralarını okumak gibi. Bu satır aralarında ne demek istediklerini çıkarırız. Dolayısıyla ben Sayın Erdoğan’ın söylediklerini tersten okuyorum. Türkiye’nin insan hakları karnesi çok zayıf, bunun sebebi de biziz diyor açıkça. AKP’li bakanlarının Man Adası'nda ortaya çıkan dekontları veya ABD’de görülen Sarraf davası konusunda yapılan açıklamalar da aslında bize Türkiye’de ne olup bittiğini çok açıkça söylüyor.

Bu anlamda Erdoğan’ın Kudüs krizi kapsamında İsrail’de gözaltına alınan 14 yaşındaki bir çocuk üzerinden İsrail Başbakanı Netanyahu’ya atfen söylediği sözleri samimi buluyor musunuz?

Bu, toplumda algı yaratmaya dönük bir yaklaşımdır. Demin de belirttiğim gibi sözleri tersten okumak gerekir. 14 yaşındaki Filistinli çocuğun gözaltına alınması tabii ki kabul edilemez ama bizim 14 yaşındaki çok çocuğumuz gözaltına alındı, cezaevlerine girdi, daha da önemlisi öldürüldü; yaşam hakkı ihlal edildi. Hala da yaşam hakları ihlal edilmeye devam ediliyor. Dolayısıyla Türkiye Cumhuriyeti’nin cumhurbaşkanı olarak önce kendi ülkenizdeki yaşananlara bakmanız gerek. Önce bu ülkedeki çocukların yaşam hakkının ihlal edilmesini önlemek lazım.

Türkiye’nin Avrupa Birliği (AB) müktesebatı ile uyumunun yüzde 15’e gerilediği açıklandı. Bu neyin göstergesi ve uyum yasalarından gittikçe uzaklaşmak ne sonuçlar doğurur?

Toplumda genel olarak AB’ye ihtiyaç yok gibi bir yaklaşım yaygınlaştırılmaya çalışılıyor. Bunlardan bir biçimde vazgeçme yönünde bir tutum olacakmış gibi gösteriliyor ama aslında buna olanak yok. Çünkü neoliberal ekonomi bizim aynı zamanda küresel birtakım ilişkilerimizi de zorunlu kılıyor. Örneğin, Türkiye’nin en çok ticaret yaptığı ülkeler Avrupa ülkeleri. Dolayısıyla AB ile uyumda bir düşüş olduğunda, ticarette de bir düşüş olacak. Ticaret yapılamaması ekonomik krizin derinleşmesi anlamına gelir. O nedenle bizi ilgilendirmiyor, ne yaparlarsa yapsınlar gibi sözlerin faydası yok. Uyum yasalarındaki düzenlemeleri geri çekmek, usul güvencelerini ortadan kaldırma çabası, OHAL ile birlikte sınırlandırmaların getirilmesi, ifade, basın özgürlüğü, eğitim mekanizmaları ve sağlıkla ilgili düzenlemelerin geri çekilmesi aynı zamanda ekonomik bir negatif girdi olarak yansıyacak. Çünkü küreselleşme böyle bir şey.

UYUMUN DÜŞMESİ, EKMEĞİN KÜÇÜLMESİDİR

O nedenle bu tür geri çekilmelerin bedelini toplum olarak ödeyeceğiz. Şimdi toplumda birçok kişi AB’ye üye olma ihtiyacı duymuyor olabilir ama yanılıyorlar; çünkü bu doğrudan onların yaşamlarını etkileyecek. Bu durum sömürünün daha da derinleşmesine yol açacak. Aslında dünya ölçeğinde ilişkiler ağı bizi bir yandan da koruyan mekanizmalardır. İnsanlar hak ihlallerini çok hissetmiyor olabilir, bu işkencelerin belli isimlere yapıldığını da düşünüyor olabilir ama gerçek öyle değil, Türkiye’de her an herkes gözaltına alınabilir ve işkence görebilir. Bu baskıyı hissedene kadar asıl yakıcısı, insanların evine girecek ekmeğin azalacak olmasıdır. AB’ye uyumun yüzde 15’e düşmesi demek eve giren ekmeğin de azalması demek aynı zamanda.

Bu süreçte insan hakları savunucularının da çok üstüne gelindi. Bu süreci nasıl yaşadınız?

Dayanışmayla geçirdik tabii ki. İnsan hakları mücadelesinin en iyi yanlarından birisi dayanışma becerimizin çok gelişkin olmasıdır. Yan yana durma, birbirimizi destekleme becerimiz bizde çok gelişkin. Dolayısıyla bu dönem hem bizim direnme pratiklerimizi geliştirdi, bize yeni olanaklar öğretti hem de dayanışmayı güçlendirdi. Eskiden çok birbirimizi görme ihtiyacı duymazken, şimdi daha da kenetlendik, sık sık bir araya geliyoruz. Aslında bu süreç bizi güçlendirdi; Nietzsche’nin dediği gibi, bizi öldürmeyen güçlendirir.

Siz bu ülkede yıllardır mücadele eden bir insan hakları savunucusu olarak, baskının bu kadar yoğunlaştığı bir başka dönem yaşadınız mı?

1970 ortalarından beri farklı alanlarda farklı baskılar oldu zaman zaman. Devletin faili olduğu faili meçhul ölümlerin yaşandığı dönem gibi. Çok ağır işkencelerde ölümler; gözaltında kaybetmeler gibi. Maraş, Çorum katliamları, bunlar bizim doğrudan tanık olduğumuz dönemlerdi ama hep farklı mekanizmaları devreye sokabildiğimiz bir ülkeydi Türkiye. Hangi mekanizmalar diye sorarsanız, mesela yargı mekanizmaları. Bu, normlar devletiydi. Bu önemliydi; çünkü arada bize hareket etme ve haklarımızı arama olanağı sağlıyordu.

TEDBİRLER DEVLETİNE GEÇİŞ

Şimdi ise haklarımızı arama olanağımızı sınırlandıran, tümüyle tedbirlere dayalı bir devlet mekanizmasıyla karşı karşıyayız. O yüzden baskı bu dönemde geçmişten çok daha ağır. Bugünkü sistemde, Nazizm dönemindeki normlar devletinden tedbirler devletine geçiş sürecinin benzerini yaşıyoruz maalesef. Hayatımızın her alanındaki normlar ortadan kalktı, ortak moral değerlerimiz bile kalmadı artık. Gündelik hayatımızdaki normlardan devlet mekanizması içindeki yargı normlarına kadar hepsi ortadan kalktı. Ben bu dönemi çok açık bir faşizm olarak görüyorum.

Peki bu faşizmden çıkılacağı konusunda umutlu musunuz?

Dünya her zaman bunlardan çıkmıştır. Nasıl ki insan hakları mücadelesi yürütenlerin bu dönemde dayanışma duygularını, direnme pratiklerini geliştirmesi ve yeni biçimlere evriltmesi gerekiyor, bence bu dönemde bütün toplumun da dayanışmayı güçlendirmesi gerekiyor. Basın özgürlüğünün yerle yeksan edilmesine ve ifade özgürlüğünün ortadan kaldırılmasına rağmen başka mekanizmalar devreye girdi; aynı şekilde biz de bu süreci dayanışmayla aşacağız.