Rejim ne zaman sıkışsa cezaevlerine yönelir

Tüm dayatmalara karşı 12 Eylül’de tek tip elbise dayatmalarını kabul etmeyen H. Selim ile Oya Açan, bu uygulamayı tutsakların iradesini ezmek, siyasi kimliklerini hiçe saymak olarak nitelendirdi.

Recep Tayyip Erdoğan, 15 Temmuz’un birinci yılında, cezaevlerindeki tutuklular için Tek Tip Kıyafet getirileceğini açıkladı. Bu konuşmanın ardından düğmeye basan Adalet Bakanlığı çalışmalarını başlattı. Tüm tepkilere rağmen “Guantanamo” gibi örnekler vererek dünyada da bu uygulamanın var olduğunun altı çizildi. Fakat hükümetin bunca açıklamasına karşın KHK’da öngörülen süre 26 Ocak’ta sona ermesine rağmen halen ilgili yönetmelik çıkartılamadı. Hasan Selim ve Oya Açan bu gecikmenin tutsakların ve dışarıdakilerin karşı direnç göstermesinden çekinilmesi olarak yorumluyor. Onlara göre iktidar başka ülkelerden gelecek bir tepkiden değil, aksine tutsakların direnişinden korkuyor ve şimdilik ona göre uygun bir zaman kolluyor…

12 Eylül’de TİKB (Türkiye İhtilalci Komünistler Birliği) davasından hapis yatan H. Selim ve Oya Açan o dönem cunta tarafından uygulanmaya çalışılan Tek Tip Elbise’ye (TTE) karşı mücadele vermiş sembol isimler arasında yer alıyor.

H. Selim ile Oya Açan, 12 Eylül ve bu dönemde getirilmek istenen TTE’nin amacının aynı olduğunu vurguluyor: “Tutsakların iradelerini ezmek, siyasi kimliklerini hiçe saymak.”

Tüm dayatmalara rağmen TTE’yi kabul etmeyen H. Selim ve Oya Açan 15 yıldır sürgünde yaşadıkları Fransa’dan 12 Eylül’ü, bugünü ve bu uygulamaya karşı mücadeleyi konuştuk.

12 Eylül’de cezaevindeki tek tip uygulamasına karşı direnişlerin öznelerindensiniz, neler yaşadınız bize anlatabilir misiniz?

Hasan Selim AÇAN: Tek tip elbise (TTE) dayatması karşıma ilk olarak, 42 gün süren gözaltı ve işkence süreci sonrası götürüldüğüm Selimiye Cezaevi’nde çıktı (1984 Şubat başı). TTE’den önce aynı amaca, yani irademizi teslim almaya yönelik uygulamalar olarak bir dizi askeri yaptırım dayatılmıştı cezaevine girerken. “Asker kişi değil, politik bir tutsak olduğumu” söyleyerek bunlara uymayacağımı belirttim. Bunun üzerine -elektrik verme dışında- Şube’deki işkenceleri aratmayan işkencelerle karşılaştım. 5-6 gün sürdü bu fasıl. Arkasından mahkemeye çıkarılıp ‘tutuklu’ konumuna düşünce TTE’yi dayattılar. Aynı gerekçeyle onu da giymeyeceğimi söyledim. Bunun üzerine üzerimdeki giysileri de alarak Şubat’ın soğuğunda beni don-atlet bıraktılar. Metris’e sevk edilene kadar bir buçuk ay boyunca tek kişilik hücrede 24 saat böyle tutuldum. Dayakla yapamadıklarını akılları sıra kış soğuğunun başaracağını umdular. Ama ne yaptılarsa kar etmedi.

YILLARCA HAVALANDIRMA VE GÜNEŞ YÜZÜ GÖRMEDİK

Gelişi önceden belli olan TTE saldırısı İstanbul’daki diğer askeri cezaevlerinde de –Metris ve Sağmalcılar- aynı günlerde başlamış. Koğuşlara yapılan operasyonlarla elbiseler toplanmış. Tekil fireler dışında başlangıçta blok halinde direnen devrimci siyasi tutsakların iradesini kırmak için özellikle Metris’te koğuş baskınları, dayak, işkence, yasaklar başını almış yürümüştü. O uygulamaların çoğu yıllarca sürdü. Örneğin yıllarca havalandırma ve güneş yüzü görmedik. Ailelerimiz ve avukatlarımızla görüşe çıkarılmadık. Hastaneye götürülmedik. Duruşma günleri koğuşlardan don gömlek çıktığımız halde çırılçıplak soyularak aranmaya direndiğimiz için vahşice dövüldük; bu dayak fasıllarının arkasından ellerimiz arkadan zincirli olarak atıldığımız havalandırmalarda kar, yağmur, buz gibi soğuk ya da yakıcı güneş altında saatlerce bekletildik. TTE giymediğimiz ya da zorla giydirilmişse yolda parçaladığımız için don-atletle çıkarıldığımız mahkemeler, “uygun kıyafetle gelmediğimiz” gerekçesiyle duruşmalardan attığı için yargılandığımız davalara katılamadık.

TEK TİP ELBİSE BAHANEYDİ

Tezgâh öyle kurulmuştu ki, TTE aslında bahaneydi. Yargılandığım TİKB (Türkiye İhtilalci Komünistler Birliği) davasının 15 Mayıs 1984 günü yapılan ilk duruşmasına aynı zamanda avukatım olan babam çantasında pantolon ve gömlek getirmiş. Mahkeme heyeti kapıda beni don-atlet görünce salona dahi sokmadan atmaya kalktı. Bunun üzerine babam, getirdiği giysileri çantasından çıkararak “sorun bakalım, bu halde gelmeyi kendi mi istemiş yoksa iradesi dışında mı böyle getirilmiş? Bu giysileri versem giyer mi yoksa giymez miymiş?” deyince heyet bocaladı. Heyet başkanı albay boş bulunup bana sordu, ben de “elbette giyerim” diyerek elbiseleri aldım. Fakat bu arada ortalık karıştı. Görevli bir subay mahkeme başkanının yanına giderek kulağına bir şeyler fısıldadı. Bunun üzerine albay, “biz durumu bir değerlendirelim” diyerek duruşmaya ara verdi ve 5 dakika geçmeden “idarenin verdiği elbiseyi giymemekte ısrar ettiğim” gerekçesiyle beni duruşmadan attılar. Bizzat yaşadığım bu olayın da gösterdiği gibi tek tip elbise aslında bir bahaneydi. Esas mesele bizlerin iradesini kırmak, faşizm önünde diz çökmeye zorlamaktı.

İŞİN ÖZÜ AYNI…

Bugün uygulamaya konması düşünülen tek tip kıyafet ile 12 Eylül’dekini karşılaştırabiliyor musunuz? Nasıl farklar ve benzerlikler var?

Oya- H. Selim AÇAN: Elbiselerin rengi, biçimi, kumaşının kalitesi vs. kuşkusuz farklı. Fakat işin özü aynı. Çünkü bu dayatma, bir kıyafet, şekil, görünüm sorunu değil! Tek tip elbise görünümü altında siyasi tutsakların kimliklerine, kişiliklerine, iradelerine yönelik bir saldırı söz konusu. Esas amaç, onları faşist zorbalık karşısında diz çökmeye zorlamak. Sadece içerdekileri teslim almakla da sınırlı kalmayıp onların şahsında bütün topluma, “bizim gücümüzün ve irademizin karşısında kimse duramaz, kimse direnemez” mesajını vermek. Dolayısıyla bu dayatmanın bugün tekrar hortlatılmasıyla 12 Eylül faşizmi tarafından gündeme getirilmesi arasında hiçbir fark yok!..
 

12 Eylül’de uygulama ilk getirileceği zaman dışarıda neler tartışılıyordu? Dışarıda da buna ilişkin bir mücadele ya da direnişten bahsedebiliyor muydunuz?

H. Selim AÇAN: Bu dayatma 12 Eylül’de gündeme getirildiği zaman, bir avuç komünist ve devrimci dışında dışarda herhangi bir muhalefet ya da direniş kalmamıştı. Toplum sindirilmiş ve teslim alınmış durumdaydı. Düşünün ki, İstanbul cezaevlerinde dört yiğit devrimcinin yaşamını yitirdiği 1984 Ölüm Orucu direnişi sırasında topu topu 4-5 ana Taksim Meydanı’na çıkıp “Evlatlarımız ölmesin” pankartı açmışlardı. Onları da hemen tutuklayıp Metris’e, direnişteki evlatlarının yanına getirdiler. Dışarısı bu haldeydi. O dönemde cuntaya karşı en etkili muhalefeti yine de cezaevlerinde direnen devrimci tutsaklar yürütüyordu. Cuntanın dayak ve işkence zoruyla uygulamaya çalıştığı yaptırımlara uymamanın dışında faşist sıkıyönetim mahkemeleri de direnen tutsaklar tarafından devrimin kürsüleri haline getirilmişti. Uğrunda dövüşülen devrimci idealler ve faşizme karşı mücadele çağrıları buralarda da dile getiriliyordu. Zaten cunta da bu bir türlü teslim alamadığı bu devrimci iradeyi kırmanın bir aracı olarak TTE’yi gündeme getirdi. Tabii daha öncesinden başlayarak o güne kadar uygulanan askeri yaptırım ve dayatmalara eklenen yeni bir halkaydı bu. Yoksa ne TTE ne kendi başına bir amaçtı ne de durduk yerde ortaya çıkmıştı.

DEMİRTAŞ’IN ÇAĞRISI MÜHİM

Örneğin tutuklu bulunan HDP eski Eş Başkanı Selahattin Demirtaş bir açıklamayla o kıyafetleri yırtıp atacaklarını söyledi

Oya-H. Selim AÇAN: Öncelikle bu kararlılığın bizzat Selahattin Demirtaş tarafından dile getirilmiş olmasını önemli ve anlamlı bulduğumuzu vurgulayalım. Çünkü Demirtaş, HDP’ye oy vermeyen kesimler içinde dahi sevgi ve saygı duyulan bir siyasi kişilik. Dahası, muhalefete tahammülü olmayan mutlak bir iktidar anlayışının temsilcisi olarak, zorbalıkta sınır tanımayan Tayyip Erdoğan’ın karşısında dik duruşuyla sembolleşmiş bir isim. Dolayısıyla, “sana bu konuda da boyun eğmeyeceğiz” mesajının ondan gelmesi önemli.

Fakat bu mesaj tabii ki sadece Demirtaş’tan gelmedi. Şu an faşizmin zindanlarında tutsak olan Kürt ve Türk kökenli bütün siyasi tutsaklar aynı irade ve kararlılık içinde olduklarını defalarca açıkladılar. Keza dışarda da tutsak yakınları başta olmak üzere bütün devrimci-demokrat çevreler “tek tip saldırısına karşı direnileceğini” ısrarla vurgulamayı sürdürüyorlar. Dolayısıyla içerde olduğu gibi dışarda da bu konuda neredeyse firesiz bir direniş cephesinin ortaya çıkacağı şimdiden görülüyor. Bu dönemdeki direnişin 12 Eylül döneminden bir farkı herhalde bu ‘firesiz’ direniş olacak.

Bu noktada asıl önemli olan şu: Faşizmin bu saldırısı sadece -hatta esas olarak- cezaevlerine yönelik bir saldırı olarak görülmemeli, daha da önemlisi, bu saldırıya karşı direnişin yükü içerdeki tutsakların omuzlarına bırakılmamalı!.. 12 Eylül’den -ve daha önceki cezaevleri direnişlerinden- asıl fark bu noktada yaratılmalı!..

FETÖ’CÜLERDEN DİRENÇ BEKLEMEK ZAYIF BİR OLASILIK

Peki, sizce birçok kesimden tutuklu siyasinin olduğu (FETÖ ve darbe teşebbüsçüleri de dâhil) bu dönemde nasıl bir direniş ortaya çıkar?

FETÖ’cüler ve darbe teşebbüsü iddiasıyla yargılananların tek tip dayatmasına kitlesel bir direniş sergileyeceklerine doğrusu fazla ihtimal vermiyoruz. İçerde de dışarda da içlerinden bazıları katılıp destek olurlar belki ama her iki cephede de devrimcilerin direnişi gibi kitlesel ve kararlı bir direniş göstermeleri zayıf bir olasılık. İşin ideolojik ve ruhsal boyutlarını, bu konularda devrimciler gibi tarihsel bir geleneğe sahip olmamalarını vb. bir kenara bırakalım, yargılandıkları davalarda ve poliste bugüne dek sergiledikleri genel profil ortada. Yıllarca “dava ve inanç insanı” olarak göründüler, kendilerini topluma böyle pazarladılar; güç dengeleri değişince, kaldırdıkları taş ayaklarına düşünce neredeyse her biri kendi paçasını kurtarmanın derdine düştü. 12 Eylül koşullarında yıllarca süren akıl almaz baskı ve işkencelere rağmen Türkiye devrimci hareketi ve Kürt özgürlük mücadelesinin saflarından çıkan hain ve döneklerin sayısı isim isim sayılabilecek kadar azken, bunların içinden neredeyse bir ordu kurabilecek kadar çok “itirafçı” çıktı. Dışardaki güçleri, aileleri ve yakınlarının sergiledikleri dağınıklık ve siniklik de çok farklı değil. Onun için insan çok umutlu olamıyor.

Fakat bu gerçeğe rağmen, TTE saldırısına karşı direniş örgütlenirken özelikle de dışarda tabii ki onları da direniş hattına kazanmaya çalışmak lazım. Özellikle yakınlarından dolayı ya da bir zamanlar Tayyip Erdoğan’la koalisyon ortağı olan bu harekete sempati besledikleri için insanlık dışı vicdansızca uygulamalara muhatap olan bu insanlarla diyalog kanalları yaratarak en azından tek tip dayatması gibi ortak sorunlar temelinde birlikte mücadelenin biçim, yöntem ve araçlarını arayıp bulmalıyız.

ÜRKTÜKLERİ İÇİN ZAMAN YAYIYORLAR

Aslında Tek Tip kıyafetin Erdoğan tarafından alanlarda ilan edilmesinden sonra Adalet Bakanlığı düşmeye bastı; fakat verilen sürede yönetmeliğin çıkmaması nedeniyle uygulama başlatılmadı. Sizce bu basit bir bürokrasi gecikmesi mi yoksa nabzın biraz daha yoklanması mı?

Oya-H. Selim AÇAN: Ne birincisi ne de diğeri. Hatta hâlâ akıllanmamış bazı liberal budalaların iddia ettikleri gibi “AB ve AİHM gibi kurumlardan gelecek tepkilerden çekinme” falan da değil bu oyalanmanın nedeni. Her konuda itirazsız mutlak bir iktidar yönelimi içinde olan Tayyip Erdoğan ve çetesinin o çok bel bağlanan “uluslararası tepkileri” ne kadar umursadığı ortada. Tepki göstereceği zannedilen Batılı emperyalist ülke ve kurumların da bir zamanlar bayraktarlığını yaptıkları “hukuk, insan hakları ve demokrasi” konularında nasıl sahtekârca bir ikiyüzlülük içinde olduklarını da şu son yıllarda yaşadıklarımız fazlasıyla göstermiş olmalı. “O halde ne bekleniyor” sorusunun yanıtını bizce, içerde ve dışarda kendini hemen gösteren tavizsiz direnme kararlılığı oluşturuyor. Herhangi bir konuda herhangi bir güçsüzlük belirtisi, tereddüt ve yalpalama gösterecek olursa gerisinin geleceğini ve iktidardan iniş sürecini hızlandıracağını bildiği için kafasına koyduğunu yapmakta hiçbir siyasi, hukuki, ahlaki ve insani sınır ve engel tanımayan Tayyip Erdoğan zorbası ve avanesini, kopardıkları onca yaygaraya rağmen frene basmaya zorlayan asıl etken bu. Şu kesitte karşılarında bir de böyle bir cephenin açılmasından ürktüler.

BU BEKLEYİZ BİRAZ DA PUSUYA YATMA

Neden?

Zaten devrimler tarihinin gösterdiği şöyle bir gerçeklik vardır: Ezilen emekçi sınıflar başta olmak üzere toplumun değişik kesimleri içinde öfke ve tepki birikiminin yoğunlaşmasına paralel olarak hangi olay ya da gelişmenin bombanın fitilini ateşleyeceği hiç belli olmaz. Bu çoğu kez, benzerleri hatta daha da beterleri daha önce defalarca yaşanmış bir şey olabilir. İlk anda sıradan ve barışçıl bir protesto gösterisi olarak başlayan eylem ve direnişlerin bir anda büyük kitlesel patlamalara dönüşmesiyle az karşılaşılmamıştır. Zaten diken üstünde oturan, bütün güç ve gövde gösterilerine karşın içten içe güç ve irtifa kaybeden zorba rejimlerin çoğunun sonunu getiren devrim süreçleri böyle başlamıştır. Bu gerçekten hareketle, Tayyip Erdoğan rejiminin tek tip gibi daha önceden de denenmiş ve İslamcı tabanda dahi Guantanamo’yu, Ebu Gureyb’i çağrıştıran bir uygulamayı zamana yaymasının gerisinde bu ürküntünün daha tayin edici bir rol oynadığı kanısındayız.

Ama bu sinme, bu saldırıdan bütünüyle vazgeçtikleri anlamına gelmiyor. Bu daha çok bir ‘pusuya yatma’, uygun an ve koşulları kollama. Onun için özellikle de dışardaki devrimci demokrat güçler olarak asla gevşemememiz gerekiyor. “Su uyur, düşman uyumaz” sözünü akıldan çıkarmamalıyız.

12 EYLÜL’DE KADINLAR DA GİYMEMEYİ TARTIŞTI

12 Eylül döneminde kadınlara ilişkin böyle bir uygulama yoktu. Ama şimdiki düzenleme kapsamında kadınlar da yer alıyor. Bunu nasıl yorumluyorsunuz? Neden o dönem kadınlar uygulama dışı bırakıldı. Peki, o dönem kadınlara uygulansa misal kadınların da kıyafetleri giymeden davalara çıkması olası mıydı? Bu tartışıldı mı?

Oya AÇAN: Tek Tip Elbise tıpkı İstiklal Marşı söyleme, yemek duası, tekmil verme, vb. gibi bir yaptırımdı. Tutsakların iradelerini ezmek, siyasi kimliklerini hiçe saymak, kişiliklerini paramparça etme amaçlıydı. Hayat boyu bu acıyla örselenmiş yaşasınlar isteniyordu. Ya savaşılacaktı bu dayatmalarla ya da sistem siyasi tutsakları alıp bir değirmen gibi öğütecek, bir insan posası gibi toplumun içine kusacaktı. Direnenler ilkini seçtiler.

Metris'teyken erkek arkadaşlar için tek tip dayatması başlamıştı; kısa bir süre sonra bunun kadınlar için de uygulamaya sokulacağı söylentileri dolaşmaya başladı. Erkek arkadaşlarımız duruşmalara da hastane sevklerine de iç çamaşırlarıyla gidiyor; duruşmalardan atılıyor, hastane kapılarından çevriliyorlardı. Kadınlar için durum daha 'hassas'tı. Kadın bedeni söz konusu olunca yüzlerce yılın toplumsal gericilik birikiminin çeşitli biçimlerde kendini kusması kaçınılmazdı. Tek tip elbise kadınlara da getirilecek olursa, tıpkı erkek arkadaşlarımız gibi giymemek, duruşmalara iç çamaşırlarımızla gitmek gerekecekti. Bunu kadın koğuşlarında epey tartıştık. Defalarca işkenceden gıkı çıkmadan geçmiş kimi arkadaşlarımız bile ikircikliydi. Akılları başka şey söylüyordu, duyguları başka... Kadınları da bir biçimde pençesine olan toplumsal kodlar devreye giriyordu o noktada. Ölüme gözü kapalı giden kimilerimizde soru işaretleri şıp diye netleşmiyordu. Sonuçta giymeme yönünde karar çıktı. Beklemeye başladık... Fakat sonrasında kadınlara tek tip getirmediler. Bu durum netleşince aramızdaki sohbetlerde, “idare bizi dinlerken giymeyeceğimizi duydu anlaşılan, bizleri de erkek yoldaşlarımız gibi iç çamaşırlarıyla sergilemeyi göze alamadılar” diye espri yapardık.

Ama dayatsalardı da tavrımız değişmeyecekti. Zaten tarihin hiçbir döneminde, kadınların benimsemediği, içinde yer almadığı bir direniş ve eylem olmamıştır. Bazen ateşleyici, bazen sürükleyici, bazen moral ve güç kaynağı olmuştur kadınlar. Ama özellikle de topluma diz çöktürmeye, insanı insanlıktan çıkarmaya yönelik baskı ve saldırılar söz konusu olduğunda boyun eğmemiş, yüz geri etmemiş, öne atılmış, düşeni kaldırmış, bu arada bedel ödemekten de çekinmemiştir. Bu gerçeği, tek tip elbise dayatmasını da içeren faşist baskı ve yaptırımlara karşı 12 Eylül cezaevlerinde sergilenen direnişlerde de görebiliriz. Öyle ki, arkası gelmeyen cılız bir iki denemeden sonra teslimiyetin egemen hale geldiği Mamak Cezaevi’nde bile kadın koğuşları baştan itibaren direngen bir tutum sergilemiştir.

GÜÇLÜ BİR BAĞIMSIZ KADIN DİNAMİĞİ VAR

O dönem kadınlara ilişkin böyle bir uygulama yokken bugün getirilmek istenmesinin nedeni konusundaki sorunuza gelecek olursak; faşist cuntanın o zamanlar kitle tabanını oluşturan tutucu gerici kesimler içinde bile bunun bir tepki yaratacağını düşünmüş olabilirler. Bir de o dönemde kadın tutsaklar, devrimci örgütler tarafından bile dikkate alınan bir konum ve ağırlığa sahip değildiler. Bugün ise toplumda giderek daha geniş kesimlere doğru yayılan güçlü bir bağımsız kadın dinamiği var. Öyle ki, şu an Türkiye toplumunda en diri ve atak muhalefet dinamiğini kadınlar oluşturuyor. Bu gerçek kendini cezaevlerinde de gösteriyor doğal olarak. Cezaevlerindeki siyasi tutsakların önemli bir bölümünü kadın tutsaklar oluşturuyor ve Sebahat Tuncel, Gültan Kışanak, Figen Yüksekdağ gibi bunlardan bazıları tüm toplum tarafından tanınan sembolleşmiş siyasi figürler. Bugün TTE saldırısının kadın tutsakları da kapsayacak boyutta genişletilmesinin nedenini bu ikinci etkende aramak gerektiğini düşünüyorum.
 

Hapishanelerde uygulamaya konmak istenen tek tip kıyafetin aslında toplumun tamamına yönelik bir tecrit olduğu ifade ediliyor siz ne düşünüyorsunuz?

Oya-H.Selim AÇAN: TTE'nin bu dönem yeniden getirilmesi rejimin içinden çıkamadığı sıkışmanın bir sonucudur. Türkiye'de iktidarların yaşadıkları sıkışma ile cezaevlerine yönelik saldırganlık arasında her zaman doğrusal bir ilişki olmuştur. Rejim ne zaman kuşatmanın ayak seslerini duysa, alabildiğine sıkışsa, muhalefet eğilimlerini sindirme amacıyla ne zaman topluma bir gözdağı verme ihtiyacı duysa cezaevlerine yönelir. Siyasi tutsaklara yönelik saldırılar aslında topluma verilmiş bir mesajdır. 2000 yılında gündeme getirilen F tipi (hücre tipi) cezaevlerini yaşama geçirmek için düzenlenen 19 Aralık katliamının sorumlusu dönemin başbakanı Ecevit'in, “F tiplerine geçemeyecek olsaydık IMF reçetelerini uygulayamazdık” sözü bu gerçeğin çok net ve özlü bir itirafıdır.

Bu bağlantının görülmesini sağlamak amacıyla F tipi saldırısını başından itibaren “yaşamın hücreleştirilmesini amaçlayan bir saldırı” olarak tanımladık. Buna bağlı olarak, “içerde-dışarda hücreleri parçala!” sloganını formüle ettik. Bu bağlantı bugün de fazlasıyla geçerlidir.

Kapitalizmin işleyişidir bu; içerisi ile dışarısı arasında hücrelerin daha dar ve daha geniş olması dışında özde bir fark yoktur. Çünkü sömürü ve baskı kanıksanmışsa yoksulluk kitleselleştirilir; yoksulluğa alışılmışsa sırada açlık vardır. İşkenceye alışılmışsa sırada vahşet vardır. Kimliksizleştirme sindirilirse, sıra kişiliksizleştirmeye gelir. Topluma örgütsüzlük kabul ettirilmişse sıra bireysel hücreleştirmededir. İçerde ve dışarda hücrelerin örülmesiyle toplumsal ve bireysel atomizasyon iç içe seyreder. Bu yüzden hiç kimse içerdeki siyasi tutsaklara yönelik saldırıları; AKP faşizminin tekrar gündeme getirdiği tek tip dayatmasını sadece içeridekilerin sorunu olarak görmemelidir. İradesi teslim alınmaya, güç karşısında diz çökmeye, korkutulup sindirilmeye çalışılan içerdekilerden çok dışardakilerdir. Dolayısıyla bu saldırı girişimine bu bilinçle karşı durulmalı.

KÖTÜ ÖRNEK, ÖRNEK ALINAMAZ

Peki, başka ülkelerdeki tek tip uygulaması örnek gösteriliyor; örnek olması bu uygulamayı meşrulaştırır mı sizce?

Oya-H. Selim AÇAN: Gösterilen örneklerin başında Guantanamo geliyor. Matah bir örnekmiş gibi Tayyip Erdoğan bunu zaten açıkça ilan etti. Esinlenilen örneğin kendisi hem amacı hem de yapılmak istenenin nasıl insanlık dışı bir uygulama olduğunu gösteriyor aslında. Guantanamo denilen toplama kampı, hukukun, adaletin, insanlığın, vicdanın zerresinin bile olmadığı bir yeryüzü cehennemi. Keyfiliğin ve işkencenin kol gezdiği bir mekan. Dünyanın dört bir tarafından yasadışı yöntemlerle kaçırılıp getirilmiş ve “ABD'nin düşmanları” olarak tanımlanan İslamcı militanların doldurulduğu bir toplama kampı. Amerika, benzerlerini Irak'ta (Ebu Gureyb) ve Afganistan'da da kurdu. Filistinli direnişçilerin doldurulduğu İsrail cezaevleri benzer başka bir örnek...Dolayısıyla emsal gösterilen örnekler, yapılmak istenenin ne olduğunu anlamak için yeterlidir. Ayrıca Osmanlı hukukunun temel metni olan Mecelle'de dahi vurgulandığı gibi, “Sui misal emsal olamaz” (Kötü örnek örnek alınamaz).