BAAS rejiminin 8 Aralık’ta devrilmesinin ardından HTŞ yönetiminde yeni Suriye tartışmaları devam ediyor. Suriye topraklarında işgalci konumunda olan Türk devleti ise hem yeni Şam hükümeti üzerindeki etkisini Kürtler aleyhine kullanıyor hem de kendisine bağlı Suriye Milli Ordusu (SMO) çeteleriyle birlikte Kuzey ve Doğu Suriye Özerk Yönetimi bölgelerine dönük işgal saldırılarına devam ediyor.
Bölgedeki direniş ise devam ediyor. Demokratik Suriye Güçleri (QSD) savaşçıları ve yerel halk, Tişrîn ve Qereqozax’ta oluşturdukları savunma hattıyla Türk devletinin planlarına karşı güçlü bir set çekiyor.
Yeni Suriye tartışmaların sürdüğü bir dönemde, uluslararası alandan aralarında siyasetçiler, parlamenterler ve aydınların da yer aldığı heyetlerin Kuzey ve Doğu Suriye’ye ziyaretleri de devam ediyor. Yakın zamanda Rojava’ya giderek bir dizi temaslarda bulunan İtalya ve Fransa heyetleri, bölgedeki durumu yakından gözlemleme fırsatı buldu. Bu heyetler arasında yer alan Fransa Sosyalist Parti Uluslararası İlişkiler Sekreteri Dylan Boutiflat ile gerçekleştirdikleri ziyaretleri, bölgede yaşanan gelişmeleri ve uluslararası toplumun tutumunu konuştuk.
Kısa zaman önce aralarında siyasetçiler, milletvekilleri, aydın ve gazetecilerin de olduğu bir Fransız heyetle Kuzey ve Doğu Suriye Özerk Yönetim bölgesine giderek bir dizi temaslarda bulundunuz. Bu ziyaretin temel amacı neydi, nasıl gelişti ve buradaki ilk izlenimlerinizi bizimle paylaşabilir misiniz?
Kuzey ve Doğu Suriye Özerk Yönetimi tarafından davet edildik. Birkaç aydır Nouveau Front Populaire (Yeni Halk Cephesi) parlamento üyeleri, siyasetçiler ve Fransız solunun seçilmiş temsilcileriyle birlikte bölgeye giderek Özerk Yönetim’in liderleriyle, Suriye Demokratik Güçleri, YPG ve YPJ’li askeri güçleriyle görüşmeyi planlıyorduk.
Temel amacımız, Kürt dostlarımızın ve daha geniş anlamda özerk yönetimdeki dostlarımızın durumunu kendi gözlerimizle görmekti. Yıllardır buradan savunduklarımızı, arkadaşlarımızın bize rapor ettiklerini ve kınadıklarımızı, özellikle de bölgedeki Türk varlığını ve işgalini kendi gözlerimizle görmek istedik.
İlk izlenimlerimize gelince; özellikle şu anda Türk işgal güçleri ve milislerine karşı başını kadınların çektiği savaşı ve seferberliğe yakından tanık olduk. Bu direnişi kendi gözlerimizle görmek istedik.
Savaş halindeki bölgeleri ziyaret etme fırsatı bulmuş biri olarak hem insani yardım ve güvenlik acil durumunun baskısını hem de insanların olağanüstü direnişini, kararlılığını ve direncini çok açıkça hissettim.
Özellikle Tişrîn Barajı'nda ve savaş alanında hem siviller hem de yerel halk mücadeleye öncülük ediyor. Erkekler ve kadınlar her gün suya erişimi garanti altına almak ve Türklerin ve milislerinin bölgelerini kontrol altına almasını önlemek için savaşıyor. Siviller, siyasi aktörler ve askeri güçler bir yandan bölgenin güvenliğini sağlarken diğer yandan da bölgeye hayat vermeye devam etmek için tam anlamıyla seferber olmuş durumdalar.
Bu açıdan bakıldığında kesinlikle takdire şayan. Bu direniş, bir tevazu ve yüksek sorumluluk duygusu dersidir; çünkü hiçbir şey yapmadan oturmak düşünülemez. Rojava'da ve Suriye'nin genelinde yaşananlar, Beşar Esad'ın düşmesinden sonra bile durumun halk için iyileşmediğini gözler önüne seriyor. İnsanların yaşamak için hala savaşması gerekiyor. Türk devletinin insansız hava araçları saldırıları ve bombardımanları hala devam ediyor.
Türk devletinin bu saldırıları sadece sınır bölgeleriyle sınırlı değil. Türkiye sınırına birkaç kilometre mesafedeki Qamışlo’daydık, bu saldırıları burada hissettik. Aynı saldırılar Kobané’de etrafında devam ediyor.
Bu çatışma hali sadece Özerk Yönetim bölgeleriyle de sınırlı değil. Şam’da Beşar Esad’ın devrilmesine katkıda bulunan güçler arasında da çatışmaların yaşandığı bilgisini edindik. Dolayısıyla Fransızlar ve Avrupalılar olarak bizlerin Kobani'nin özgürleşmesinin üzerinden 10 yıl geçmesine rağmen bölgede hala savaşın devam ettiğine tanıklık etmek bizler için önemli ve üzücüdür. Siviller hala yaşamak için cephe hattında kalmaya devam etmekte ve özellikle Türk güçleri tarafından hedef alınmaktadır.
Yine Türk işgaline bulunan Efrîn'den gelenler gibi yerinden edilmiş kişilerin ve aynı zamanda hem kamplarda hem de daha onurlu yerlerde sığınma arayan diğer pek çok mültecinin akıbeti konusunda belirsizlik devam etmektedir.
Ziyaretimiz kapsamında Reqa'ya da gittik ve burada Efrîn'den gelen yerinden edilmiş kişilerle bir araya geldik. Bu insanların mağduriyetine bire bir tanık olduk. Yaptığımız bu ziyaretten çıkardığım en önemli sonuç, tevazu ve sorumluluk duygusu. Bu, bize gelecekte Kürdistan'daki ve özellikle de Rojava'daki dostlarımız için ve onlarla birlikte daha fazla seferber olma taahhüdünde bulunuyor.
Askeri ve siyasi temaslarınızın yanı sıra bölge halkıyla da bir araya geldiniz ve Kobanê gibi Rojava Devrimi’nin sembol olan kentleri de ziyaret ettiniz. Bu ziyaretleriniz hakkında ne demek istersiniz?
Beni derinden etkileyen şey, Rojava’nın gücün kadınlar ve erkekler arasında paylaşıldığı çok kültürlü bir topluma sahip olma özelliğiydi. İster etnik ister dini olsun her kesim, her topluluk Rojava’daki kolektif projeye katkıda bulunuyor ve bu demokratik yapının bir parçası. Rojava’daki sistem hakkında çok şey duyuyorduk, bu defa kendi gözlerimizle gördük. Sivil toplumdan pek çok aktörle bir araya geldik.
Özellikle Reqa başta olmak üzere tüm bölge sakinleri arasındaki diyaloğun elçileri olarak tanımlayabileceğim kadınlarla görüşmeler yaptık. DAİŞ’in askeri olarak yenilgisine rağmen etkisinin hala devam ettiği bir bölgede kadınların özgürlük mücadelesini yürütüyorlar. DAİŞ’in gerici zihniyeti toplumlar üzerinde hala güçlü bir etkiye sahip ve cihatçı anlayış tehlikesi her köşe başında hissediliyor. Reqa'daki bu kadınlar bu anlayışa karşı güçlü bir mücadele yürütüyor.
Daha önce Sahel'de ya da Yakın ve Ortadoğu'nun diğer bölgelerinde, kırmızı bölgelerde bulunmuş biri olarak hiç bu kadar günlük baskı hissetmemiştim. Dostlarımız ve bu bölge halkları, Türkiye’den, cihatçılardan ve çeşitli milis gruplarının gelen askeri baskı tehlikesi altında yaşıyorlar.
Bu duruma bir de insan hayatı açısından zaten ağır bedeller ödemiş olan bölgelerde hayatlarının ve hayatta kalmalarının sürekli risk altında olması ekleniyor.
Örneğin, Kobané'deki mezarlığı ziyaret ettik ve bu an beni derinden etkiledi. Mezarların dizilişi bana gençken ziyaret ettiğim Verdun Savaşı sonrası ortaya çıkan görüntüleri hatırlattı. Bu insan kıyımlarının, bu bitmek bilmeyen savaşların, uluslararası toplumun kayıtsızlığı nedeniyle devam ettiği izlenimine sahip oluyorsunuz.
Ayrıca, ister Özerk Yönetim isterse başta SDG olmak üzere askeri güçlerden olsun, konuştuğumuz kişilerin Emmanuel Macron'un desteğini nasıl algıladıklarını da gözlemlemek istedim. Birçoğu bizimle bu destek hakkında konuştu ve biz de onları Fransa'nın kararlılığının gerçekliği konusunda aydınlatmaya çalıştık. Birçoğu, Cumhurbaşkanı Macron'un büyük bir iyi niyet sergilediğini, ancak Türk devleti ve ona bağlı çete gruplarının saldırılarını ve işlediği savaş suçlarını açıkça kınamadığını söylüyor.
On yıl önce DAİŞ’e karşı savaşarak Kobané’de cihatçı anlayışı yenmiş olsak da, bugün kendi modelini sadece Rojava’ya değil tüm bölgeye dayatmaya çalışan başka bir teokratik ve gerici bir anlayışla karşı karşıyayız. Bu karanlık güç, şu anda Rojava ve Suriye’nin kaderini etkileme arzusunu hayata geçirmeye çalışan Erdoğan’ın gücüdür. Buna izin veremeyiz.
Belirttiğiniz gibi bugün Şam’da yeni bir Suriye’nin geleceği tartışılırken diğer taraftan Türk devleti ve ona bağlı çete grupları Rojava’da karanlık planlarını devreye sokmaya çalışıyor. Uluslararası toplum ise Rojava’ya dönük bu saldırılar karşısında hala net bir tavır ortaya koymuş değil. Ortaya konan bu yaklaşımı nasıl değerlendiriyorsunuz?
Avrupa ve Türkiye arasında devam eden birçok belirsizlik var. Türkiye, Avrupa ve Asya'nın kesişme noktasında, toplumların, tarihlerin ve kültürlerin kavşağında yer alan bir ülke. Bu nedenle Türkiye ile güçlü bağlarımızı sürdürme anlayışı hâkim. Ben de Fransız-Türk dostluğunun önemli olduğunu düşünüyorum, ama Erdoğan hükümetiyle değil.
Erdoğan’a karşı tavırda yaşanan belirsizliğin temelinde, Erdoğan’ın göç yönetiminde kendisini vazgeçilmez kılmak için Avrupalılarla pazarlık yapabilmesinde yatıyor ve bunu kendi lehine kullanıyor. Avrupa'nın Türkiye'nin güneyinde ve Suriye'nin egemenliği altındaki topraklarda işlenen ihlallere göz yummaya devam etmemesi halinde cihatçıların Avrupa'ya girmesine izin vereceğini ve göçü bir baskı aracı olarak kullanacağını ima ederek rolünü paraya çeviriyor.
Erdoğan'ın gücünün, Türkiye'nin kendini göstermeye çalıştığı tüm jeopolitik meselelerde kilit bir rol oynadığı hissine kapılmış durumdayız. İster Ukrayna'daki savaşta, ister Rus saldırganlığında, ister Ukrayna'nın tahıl üretiminin Boğazlar üzerinden taşınması meselesinde, ister NATO ile askeri cephede, isterse de Türkiye üzerinden geçen kaynakların bir baskı aracı olduğu enerji meselesinde. Erdoğan tüm bunları diplomasimizi ve uluslararası politikamızı etkilemek ve her şeyden önce değerlerimize en yakın güçlere destek verilmesini engellemek için kullanıyor.
Beni daha da isyan ettiren şey, Suriye'de, Rojava'da ya da Irak'ta DAİŞ'e karşı savaşta en çok fedakârlık yapan Kürtlere karşı ikiyüzlülüğümüzdür. Bugün, Erdoğan'ın dinci gericiliğine ve servislerinin uyguladığı devlet terörizmine karşı DAİŞ’e karşı ön cephede yer alan Kürtlere sırtımızı dönüyoruz.
Artık bu iki yüzlü tutuma son vermeli, Erdoğan’ın bütün ihlallerini açıkça kınayabilmeli ve ona dur demeliyiz.
Yaptığımız ziyarette, aynı zamanda Fransızların güvenilmez muhataplar olarak algılandığı hissine kapıldım. Rojava'daki Kürt dostlarımızla dayanışma için seferber olan Yeni Halk Cephesi'nin tüm partilerini temsil eden iki milletvekili de bize eşlik etti. Yine de Fransa, bazı şeyleri söyleyen ama açıklamalarıyla tutarlı hareket etmeyen bir ülke olarak görülüyor.
Önümüzdeki günlerde Fransız kamu makamlarına, özellikle de Cumhurbaşkanı ve hükümeti etrafındaki yürütme organına çağrıda bulunmak için girişimlerde bulunmaya çalışacağız. Ancak Fransız halkını da Fransa'nın bu bölgede oynadığı çifte rol konusunda bilinçlendirmek istiyoruz.
Suriye’de gücü ele geçiren cihatçı örgüt HTŞ’nin yapısı göz önüne alındığında, bu örgütün Suriye'deki farklı topluluklar arasındaki siyasi ve sosyal meşruiyeti nedir? Sizce HTŞ’nin sahip olduğu anlayışla yeni bir Suriye mümkün mü?
Son dönemde tüm uluslararası toplumun HTŞ lideri El Colani’yi Suriye Devlet Başkanı olarak tanımladığına tanıklık ediyoruz. Konuşabileceğimiz birinin olması, bu kişinin artık Beşar Esad olmaması, uluslararası topluma taahhütlerde bulunması ve bunları yerine getirmesi, ama her şeyden önce Suriye toplumunun çeşitliliğine saygı duyması, inşa edilecek Suriye'de birlikte yaşama kabiliyetine de saygı duyacak şekilde konuşabilmesi iyi bir şey.
İşte ben buna anayasanın demokratik süreci diyorum. Yani bugün yeniden teyit etmeliyiz ki, eğer bir Suriye demokrasisi modeli olacaksa, bu hiç şüphesiz Rojava projesinin deneyimine ve özellikle de Kuzey ve Doğu Suriye'deki Özerk Yönetimin, farklı ve birbirini tamamlayan güçlerle bu çok kültürlü toplumu inşa etme ve aynı zamanda kendi güvenliğini sağlama arzusunu dikkate alma kapasitesine dayanmalıdır. Çünkü bugün Şam'da, sizin de fark ettiğiniz gibi, başkan olarak adlandırmakta zorlandığım yeni liderin yaptığı konuşmanın arkasında, askeri güçlerin ortak bir Suriye ordusu altında birleştirilmesi çağrısında bulunmasının çok erken olduğunu düşünüyorum. Bu noktaya ulaşmak için adımlar atmamız gerektiğini düşünüyorum. Yani kültürel çeşitliliğe saygı, Beşar'ın devrilmesini sağlayan unsurlara saygı duyulması gerekir. Çünkü Beşar Esad'ın devrilmesinde HTŞ'nin diğerlerinden daha fazla katkısı olduğunu düşünmüyorum. Bu rejim, başta Kürtler olmak üzere Arap güçleri, militanlar, Alevi vatandaşlar ve diğerleri tarafından verilen tüm mücadeleler sonucunda devrildi.
Suriye’nin geleceği için üzerinde çalışmamız gereken sistemin demokratik konfederal proje olması gerektiğine inanıyorum. Suriye’nin toprak bütünlüğüne ve egemenliğine saygı göstermenin yanı sıra Suriye’nin çeşitliliğini ve konfederal bir modelde örgütlenme kabiliyetini tanınması gerekir. Rojava’nın deneyimine ve siyasi projesine dayanabilecek ve bu olguya eşlik edebilecek ve ortak bir orduya ihtiyacımız olacak mı, ortak bir adalet sistemine ihtiyacımız olacak mı, ortak bir polis gücüne ihtiyacımız olacak mı sorularının daha sonra tartışılması gerekir. Bu konular bir noktada gündeme gelecektir ancak tüm sivil, sosyal, siyasi ve askeri güçler bu tartışmaya katılabilmelidir.
Fransa, 13 Şubat’ta Élysée Sarayı’nda Suriye’nin geleceğine ilişkin bir konferans gerçekleştirecek. Bu toplantıda tüm bu konuların gündeme geleceğine inanıyorum. Bizler, Cumhurbaşkanı Macron’dan bu toplantıda sadece Şam’daki yeni liderleri değil aynı zamanda Suriye’nin farklı bölgelerinden oluşan tüm güçleri ağırlamasını istiyoruz. Özellikle Kuzey ve Doğu Suriye Özerk Yönetim yetkililerinin temsilcileri burada olmalı. Eğer Cumhurbaşkanı Macron, Özerk Yönetim temsilcilerini Élysée konferansına katılmaya davet etmezse, biz de onları Ulusal Meclis'e davet edeceğiz ve onlara gelip Fransız Parlamentosu'nda konuşmalarını teklif edeceğiz.
Kuzey ve Doğu Suriye’de hayata geçirilen demokratik model aslında Suriye’nin geleceği noktasında önemli bir model sunuyor. Birçok kesim bu modelin Suriye’nin geleceği açısından önemini işaret etse de, uluslararası güçler bu projenin önemini konuşmaktan çekiniyor. Bu tutumu nasıl değerlendirmek gerekir?
Şahsen, öncelikle Suriye'nin toprak bütünlüğüne ve egemenliğine ilişkin bir tartışmanın olması gerektiğine inanıyorum. Ancak şimdiden başlayarak Kürtlerin kendi toprakları üzerindeki otoritelerinin meşruiyetinin tanınması konusunda bir tartışmada yapılabilmeli. Bence öncelikle, herkesi masanın etrafında toplayarak Suriye devleti istikrara kavuşturulmalı.
Rojava’da hayata geçirildiği gibi Suriye’nin tamamında demokrasiyi inşa edebiliriz. Rojava, fikirlerin çoğulculuğuna, ifade özgürlüğüne, kadınların eşit haklara sahip olması gibi tüm demokratik kriterlere sahip bir modele sahip. Bu model tüm Suriye’ye taşınabilir. Bir demokratikleşme sürecinde aşamalar olması gerektiğine ve bu demokrasinin Batılı bir vizyon tarafından dayatılmaması gerektiğine, Kürtlerden, Alevilerden, Araplardan, Süryanilerden, Suriye'yi oluşturan tüm topluluklardan gelmesi gerektiğine inanıyorum.
Nasıl bir Suriye olması gerektiğine dışarıdan birileri karar verirse, son yıllarda İsrail ve Filistin arasında, Lübnan'da birkaç yıldır devam eden olaylarda gördüğümüz türden fiyaskolarla karşılaşacağız. Suriye halkı ve Rojava halkı adına karar vermek bize düşmez, herkes karar vermeli. Bizim rolümüz kolaylaştırıcı, arabulucu rolü olmalıdır. Herkes birbiriyle konuşmalı. Masanın etrafında oturulsa da, Suriye ve Rojava halkları kendi geleceklerine kendileri karar vermelidir. Bunun için de anayasal bir sürece ve seçimlere ihtiyacımız var.
Heyet olarak bundan sonraki süreçte ne yapmayı planlıyorsunuz. Rojava’nın korunması için herhangi bir çalışmanız olacak mı?
Evet, kesinlikle. İnisiyatif alacağız. Bölgede edindiğimiz izlenimlerimizi önümüzdeki günlerde kamuoyuyla geniş bir şekilde paylaşacağız.
13 Şubat’ta Suriye’nin geleceğine dönük Élysée sarayında düzenlenecek konferansa paralel olarak Ulusal Parlamento'da bir girişim düzenleyeceğiz. Bunların yanı sıra Fransa halkı arasında da Rojava için farkındalık yaratabilmemiz de son derece önemlidir. Bu farkındalığın oluşması için bir dizi çalışmalarımız olacak.