TÜSİAD’ın önerdiği şey kırk katıra karşı kırk satır!

TÜSİAD’ın kendi derdini halkın derdiymiş gibi anlatarak rıza üretmek istediğini söyleyen Olcay Çelik, sermayenin yeni bir programı yok diyor.

Türk Sanayicileri ve İş İnsanları Derneği (TÜSİAD) ekonomiden hukuka, İstanbul Sözleşmesi’nden ‘diktatörlük’ vurgusuna kadar geniş bir yelpazede konuşmaların yapıldığı bir Yüksek İstişare Konseyi Toplantısı ile siyaset gündeminde tartışma yarattı. Birçok yorumcu bu açıklamaların ana muhalefetin ‘programı’ olabilecek nitelikte olduğunu dile getirdi.

Peki, Türkiye halkları ve işçi, emekçiler için TÜSİAD’ın açıklamaları ne anlama geliyordu? 

ANF’ye konuşan Marksist Teori Dergisi ve Atılım Gazetesi yazarı Olcay Çelik’e göre emperyalist pazarlara daha entegre olan TÜSİAD, üretimini teknik olarak güncellemek için kamu kaynaklarına göz dikiyor, ancak Erdoğan o kaynakları kendi sermaye blokuna akıtıyor. Haliyle TÜSİAD kendi sorunlarını halkın sorunlarıymış gibi yansıtıp toplumsal bir rıza üretme derdinde.

TÜSİAD'ın AKP dönemindeki ilk çıkışı değil bu. Daha önce de hak ve özgürlükler kapsamında OHAL döneminde de açıklamada bulundular. AKP öncesi pozisyonları ve siyaset üzerindeki etki alanları ise eskisi gibi değil. Peki, hem sonuncuyu hem de 20 yıl içindeki başka çıkışlarını toplamda nasıl değerlendiriyorsunuz? Türkiye halkları ve emekçileri açısından bu açıklama nasıl okunmalıdır?

TÜSİAD’ın OHAL dönemindeki açıklamalarında geçen hak ve özgürlükler ile bizim anladığımız hak ve özgürlükler birbiri ile zıt kutuplarda diyebiliriz. Cemaat’e bağlı şirketlere el konulduğu 15 Temmuz sonrası dönemde TÜSİAD’ın temel derdi kendileri ve emperyalist ortakları için “mülkiyet hakkının” korunmasıydı. Yoksa HDP üzerindeki tahammülfersa devlet terörü ile, KHK kırımı ile, söz, eylem, örgütlenme hakları üzerindeki ek baskılarla hiçbir dertleri yoktu. Hatta Erdoğan’ın zaten 12 Eylül’ün kuşa çevirdiği grev hakkını tamamen ve övünerek ortadan kaldırılması en çok onların işine yaradı. Efrîn ve Serêkaniyê’ye yönelik sömürgeci işgal saldırılarını da açık açık selamladı TÜSİAD. 2015 öncesi karnesinin de bunlardan aşağı kalır yanı yoktur.

Bu konuda çok detaylı tahlillere gerek yok aslında. Kimi zaman bireysel-kültürel hakların, hatta bazı “zararsız” hakların bir nebze genişletilmesi talebini toplumsal rıza üretmenin bir aracı olarak kullanabilse de, TÜSİAD’ın çıkarı Türkiye işçi sınıfının ve Kürt ulusunun temel hak ve özgürlüklerinin genişlemesinde değil, daralmasındadır. Çünkü o 12 Eylül’ün mimarı, işbirlikçi-tekelci sermayenin sınıf örgütü ve sömürgeci Türk burjuvazisinin büyük kanadıdır. Özgür bir işçi örgütlenir, greve gider, kapitalist üretimi aksatır. Özgür bir Kürt kalkar ulusal-kolektif haklarını ister, “maazallah” koca bir sömürge coğrafyası elden gider! TÜSİAD bir gıdım da olsa genişleyen temel hakların kendisine neye mal olduğunu tarihte birçok kere tecrübe etmiştir. Dolayısıyla son çıkışlarındaki vaatlerinin emekçi halklarımıza sunduğu hiçbir şey yoktur, olamaz da.

TÜSİAD buna 'gelecek inşası'  diyor. Peki sizce de durum Erdoğan ya da olası AKP sonrası sermayenin siyasette en azından bir kısmının yitirdiği yön verme yetisini yeniden ele alma olarak okunabilir mi?

TÜSİAD’ın siyasete yön verme yetisini katmanlarına ayırarak okumalıyız. Yiteni ve yitmeyeni de ancak böyle anlayabiliriz.

Nedir bu katmanlar?

Birinci katman, sınıflar arası çelişkiler katmanıdır. AKP TÜSİAD blokunun dolaylı, MÜSİAD blokunun dolaysız temsilcisi olsa da, nihayetinde işçi sınıfına karşı sermaye sınıfının iktidarıdır. İşçi sınıfını ucuz, örgütsüz, güvencesiz ve eylemsiz kılacak her politika iki blokun da ortak amacıdır. Dolayısıyla, sınıfsal anlamda TÜSİAD’ın siyasete yön vermekte bir sorun yaşamadığını görürüz.

İkinci katman ulusal çelişkiler katmanıdır. Burada da sömürgeci Türk burjuvazisinin bileşenleri olarak iki sermaye bloku da aynı saftadır. Kuzey Kürdistan’ın sömürgeci boyunduruk altında tutmak, Rojava’yı işgal etmek ikisinin de çıkarınadır.

Üçüncü katman sınıf-içi çelişkiler katmanıdır. AKP uluslararası tekeller ve mali sermaye oligarşisinin programını uygulama vaadiyle iktidara geldi ve hem bu iktidar yürüyüşü hem de programı başarıyla uygulayışı TÜSİAD tarafından açıktan desteklendi. İlk 10 yıl boyunca iki blokun çıkarlarını ortaklaştırmak çok zor olmadı. Kapitalist genişleme dönemiydi, döviz boldu. Kapitalizmin 2008-2009 sonrasındaki uzun bunalım süreci uzadıkça, tüm mali-ekonomik sömürgeler gibi Türkiye de faiz-kur açmazına girdi ve sınıf-içi çelişkiler artmaya başladı. Örneğin, kesilen uluslararası mali sermaye akımlarıyla yükselen kurları tutmak için faizi yükselttiğinizde MÜSİAD, tersini yaptığınızda TÜSİAD zarara uğruyor. Erdoğan her ne kadar bir denge gözetebilmek için faiz ve kur politikalarında zikzaklar çizse de, son tahlilde dolaysız temsil ettiği ve diğerine göre sermaye birikimi yetersiz olan bloku daha fazla gözeten kararlar alıyor ve bunun için tüm bir devlet yönetimini yeniden örgütlüyor. Öte yandan, emperyalist pazarlara daha entegre olan TÜSİAD, üretimini teknik olarak güncellemek için kamu kaynaklarına göz dikiyor, ancak Erdoğan o kaynakları kendi sermaye blokuna akıtıyor.

Arada denge tutturmakta zorlanıyor o zaman..?

Bunlar çelişkilerinin derinleştiğini ve TÜSİAD’ın bu durumu yönetme yetisinin aşındığına işaret ediyor diyebiliriz. Bu aşınma arttıkça TÜSİAD’ın sesi daha gür çıkmaya, dolaysız temsilciliğini yürütebilecek burjuva muhalefet adayı aramaya başlaması doğaldır. Evet, bu son açıklama da burjuva muhalefete bir program taslağı sunma çabası olarak değerlendirilebilir bu açıdan. Tabii bu program burada anlattığımız çıplaklıkta değil, kitlelerin arzu ve özlemlerini yedekleyebilecek söylemler dolayımıyla propaganda ediliyor. Örneğin, kamu kaynaklarının kendilerine tahsisini “Üretken Türkiye”, “adil dağılım”, “Liyakat” gibi kavramlarla; yaratılacak yeni işsizliği “Nitelikli işgücü” iddiası ile; Merkez Bankası’nın uluslararası mali sermayenin hareketine tabi olmasını “Kurumların korunması” düsturuyla; faizlerin artırılması, ücretlerin baskılanması ve IMF anlaşmasını da “Enflasyonla mücadele” sözleriyle örtüyorlar. 

“Merkez Bankası uluslararası mali sermayenin hareketine tabi olması” diyorsunuz. Şu an “bağımsız” olup olmamasıyla tartışılan TCMB’nin TÜSİAD tarafında asıl ele alınışı nasıl sizce?

Merkez Bankaları’nın bağımsızlığı dediğimiz şey özünde, bu bankanın kararlarını devletin değil, uluslararası mali sermaye hareketlerinin belirlemesidir. Yani aslında “bağımsız” bir merkez bankası emperyalizme ve işbirlikçilerine bağımlıdır. Bu bağımsızlık miti de görece yeni bir olgudur, dünya kapitalizminin 1974-75 krizi sonrasında sermayenin maksimum karı elde edebilmesi amacıyla ortaya çıkmıştır. Önceleri merkez bankaları sosyalist blok “tehlikesine” karşı içte istihdam ve büyüme yaratmanın aktif birer aracıydılar, yani gayet devlete bağlıydılar.

Bugün merkez bankalarına biçilen tek rol fiyat istikrarı, yani enflasyon kontrolüdür. Çünkü yüksek enflasyon faizden, tahvilden ve borsadan hayali kar yaratan uluslararası mali sermayenin getirilerini eritir. Ayrıca enflasyonun baskılanması, ücretlerin baskılanmasının ve bu yolla ucuz işgücü cehennemleri yaratılmasının da etkin bir aracıdır. Bu yüzden tüm uluslararası mali sermaye IMF anlaşmalarının 1 numaralı maddesini merkez bankalarının bağımsızlığı olarak belirlemiştir. Kur yükseliyorsa enflasyon da yükseleceğinden, merkez bankasının yapacağı şey faizleri enflasyon oranının üzerine çıkarmak, böylece hem kuru “doğal” seviyesinde tutmak, hem de artan faizlerle tüketimi ve ücretleri baskılayarak enflasyonu dizginlemektir.

Türkiye gibi mali-ekonomik sömürge ülkelerin ekonomi idaresinin koltuklarına daima emperyalist ülkelerde görev yapmış bürokratlar oturmuştur. Erdoğan’ın TCMB’yi siyasi iradeye, yani kendine bağlaması bu duruma en az onun kadar gerici bir tepkidir. Sebebi de kapitalizmin 2008-9’dan beri süren uzun bunalımının kurlar üzerinde baskı yaratması ve bu baskıyı dengelemek için artırılacak faizlerin Erdoğan’ın dolaysız olarak temsil ettiği ama elinde mali sermaye gücü bulunmayan ve esas olarak TL ile iş yapan bloku eritmesiydi. Erdoğan bu blokun çıkarlarını korumak için TCMB’yi kendine bağladı ve faizi düşman ilan etti. Bu, kuru ve enflasyonu artırdığı ve faiz gelirlerini azalttığı için, mali sermaye gücüne ve dolar borcunun büyük kısmına sahip olan TÜSİAD’ın aleyhine işleyen bir süreç oldu. Elbette Erdoğan bu savaşı mutlak bir iradeyle sürdüremedi, sürdüremez de zaten. Bir hücum, bir taviz arasında salınıp durmak zorunda. Ancak eğilimi bahsettiğimiz yöndedir.

İşte kavga, bunun kavgası. TÜSİAD’ın “bağımsız” TCMB arzusu emperyalizme tam biatı, Erdoğan’ın faize karşı savaşı da emperyalizmle gerici bir sürtüşme halidir. Her iki politikanın mutlak kaybedeni de işçi sınıfı ve ezilenlerdir. Oysa sosyalizmde merkez bankaları işçi sınıfının mitralyözü olur.

Peki, açıklamaya dönersek, hak ve özgürlüklerin yanı sıra teknolojik ilerleme vurgulandı. Sizce kasıt nedir burada?

Türkiye’nin küresel üretim zincirlerindeki mevcut konumu uluslararası tekellerin emek-yoğun (tekstil, hazır giyim vb.) ve orta teknolojili (otomobil, makine, vb.) üretim süreçlerini üstlenmek. Bu konumun üstünde yüksek teknolojili parça üretimi yapan Güney Kore, Tayvan gibi ülkeler, en üstte de zinciri elinde tutan tek alıcı konumdaki emperyalist ülkeler var. Türkiye’nin bulunduğu ve rekabet yoğun olduğu bu konum, her şeyden önce ucuz fiyatlı, dolayısıyla yetersiz ihracata yol açıyor. İhracat toplam ithalatı karşılamaya yetmiyor. Ayrıca rekabette öne çıkabilmek için hammadde ve yüksek teknoloji ithalatınızı artırmanız gerektiriyor ve bu da zamanla ithal girdiye olan bağımlılığınızın ve cari açığınızın giderek artmasına yol açıyor. Kurlar yükseldiği zaman, dövizle finanse etmeniz gereken ve giderek artan bu cari açık durduğu yerde katlanıyor. Bu da mali krizi tetikliyor. Türkiye kapitalizmi de tam olarak bunu yaşıyor.

TÜSİAD, Türkiye’nin zincirde yüksek teknoloji üretimi yapan üst halkalara tırmanması gerektiğini, bunun için de bilim ve eğitime önem verilmesi gerektiğini söylüyor. Ancak burjuva ideolojisinin tipik bir yansıması olarak atı arabanın arkasına koyuyor. Kapitalist gelişmişlik bilim ve eğitime önem vermenin bir sonucu olarak ortaya çıkmıyor. Tersine, bilim ve eğitim ancak kapitalist gelişmişlik, yani sermaye birikimi ve emperyalist haydutluk düzeyi arttıkça üretilebiliyor ve işlevsel bir araca dönüşebiliyor. Dolayısıyla Türkiye kapitalizminin temel sorunu “bilimsizlik” değil, yetersiz sermaye birikim düzeyi ve emperyalist hiyerarşinin bizzat kendisi. Üst halkalardan örnek alınan ülkeler bunu nasıl başarmış? Sanki onlarda halkın durumu çok matah da! ABD’nin devasa ve süreğen soğuk savaş yardımları, kanlı faşist diktatörlük rejimleri, korumacı yasalar ve tüm sermayeyi koordine eden bir devlet kapitalizmi ile. TÜSİAD bunlardan hangi birini programına koyabilir?

Peki, tam hedefi nedir?
Aslında TÜSİAD’ın üst halka gibi bir hedefi de yok. Onun hedefi senelerdir tekrarladığı “dijital dönüşüm”. Yani robot, yapay zeka ya da yarı-iletken yonga üretmek değil kendi kontrolünde olan mevcut lokomotif ve ihracatçı sektörlerde hız, verimlilik, esneklik ve kalite artışı sağlayarak işçi üretkenliğini, dolayısıyla uluslararası rekabet gücünü arttıracak en yeni teknolojileri “ithal etmek”. Bununla bağlantılı olarak “Nitelikli işgücü’ de sanıldığı gibi icat ve tasarım yapabilecek değil, yaratılmış ve üretilmiş olan yeni teknolojileri kullanabilecek işçileri imliyor. Bunun ithal girdi bağımlılığını azaltmayıp arttıracağı, istihdam değil, işsizliği körükleyeceği, dolayısıyla bugünkü krizi yaratan mekanizmayı yeniden-üreteceği açık. 

Çelişki üstüne çelişki… Bir önceki soruda belirttiğim gibi, TÜSİAD yine vurucu cümlelerle kendi derdini halkın derdiymiş gibi anlatarak toplumsal rıza üretmek istiyor. Oysa kırk katıra karşı önerdiği şey kırk satır. Çünkü önerecek yeni bir programı yok. Çünkü kriz burjuva düzen içi değil, burjuva düzenin krizi. Oysa sosyalizmde üretim kar değil, toplum için yapılacağından, ne teknolojinin gelişiminin önünde bir engel vardır, ne bağımlılık oluşur, ne de bu gelişim işsizlik ve yoksulluk getirir.