'Tecridi ancak halkların demokratik ittifakı kırabilir'

Asrın Hukuk Bürosu müvekkilleri Öcalan üzerindeki tecride tepki göstererek, "Müvekkilimizin sağlığını olumsuz yönde etkileyen ada cezaevi koşullarının yanı sıra son olarak dış dünya ile bağını tümden kesen mutlak tecrit uygulanmaktadır" dedi.

Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’ın avukatları 21 yıldır sürdürülen uluslararası komplo ve Türkiye hükümetinin İmralı Adası üzerindeki politikaları hakkında sorularımızı yanıtladı. Asrın Hukuk Bürosu avukatları verdikleri yanıtlarda, "Başlı başına tecrit anlamına gelen tek kişilik İmralı ada cezaevi statüsü, müvekkil Öcalan’da temsilini bulan halklar lehine demokrat, eşitlikçi özgürlük iradesini kırma amaçlı kurulmuş ve sürdürülmektedir.

Fakat Öcalan İmralı tecrit ve baskı koşullarında da halklar lehine demokratik, eşitlikçi özgürlük iradesini teslim etmemiş, tersine savunmalarıyla, özellikle son beş ciltlik (I-Uygarlık, II-Kapitalist Uygarlık, III-Özgürlük Sosyolojisi, IV-Ortadoğu’da Uygarlık Krizi ve Demokratik Uygarlık Çözümü, V-Kürt sorunu ve Demokratik Ulus Çözümü) ve ‘Kapitalist Modernitenin Aşılması ve Demokratik Modernite’ ana başlıklı savunmalarıyla bu iradeyi daha güçlü ideolojik ve politik donanıma kavuşturmuştur" dedi. Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan'ın Avukatları ile yapılan röportaj şöyle:

Abdullah Öcalan ile geçen yıla kadar tüm görüşme talepleri aynı gerekçelerle reddediliyor, ancak son görüşmeden bu yana herhangi bir yanıt verilmiyor, bu hukuken nasıl mümkün olabiliyor?

İmralı’da Sayın Öcalan ile görüşmeleri ya da daha doğrusu görüştürülmeme hallerini üç dönem ile açıklayabiliriz. Birinci dönem, 15 Şubat 1999 tarihinden 20 Temmuz 2016 tarihine kadar keyfi ve fiili bir şekilde uygulanagelmiştir. Yazılı hiçbir sorumluluk gütmeden sözlü bir şekilde gerçek dışı gerekçelerle tecrit rejimi sürdürülmüştür. 27 Temmuz 2011 tarihinden sonra ise özellikle avukat görüşmeleri mutlak şekilde yasaklanmıştır. 'Gemi bozuk', 'hava muhalefeti', 'görevlilerin izinde olması' gibi bir 'hukuk devleti'nde ileri sürülemeyecek sebepler, tecridin idari ağırlıklı görünüm hallerinden biri olmuştur.

İkinci dönem, 20 Temmuz 2016 tarihinde ilan edilen OHAL dönemi ile geliştirilmiştir. Bu tarihte henüz OHAL’e uygulanacak Kanun Hükmünde Kararnameler düzenlenmemişken, Mahkeme kararıyla, İmralı’da zaten yaptırılmayan ziyaretler süresiz ve belirsiz bir şekilde yasaklanmıştır. 17 Nisan 2019 tarihine kadar sürecek bu dönem, keyfi yargı kararlarının alındığı, yargının siyasallaştığı, önceki dönemin idari uygulamalarının yargı eliyle uygulanageldiği bir dönem olmuştur.

17 Nisan 2019 tarihinde, tecride karşı yükselen toplumsal mücadeleden dolayı ama yine de politik gelişmeler sonrasında Mahkeme kararının kaldırıldığı andan günümüze kadar içinde olduğumuz dönemi de üçüncü dönem olarak ifade edebiliriz. Bu dönemde avukat başvuruları 5 defa, aile başvuruları de iki defa kabul edilmiştir. Ancak bu sınırlı kabulün haricinde yüze yakın başvuruya herhangi bir şekilde cevap verilmemiştir.

İMRALI'DA KUVVETLER BİRLİĞİ UYGULANDI

Olağan bir hukuk rejiminde aile bireyleri ayda en az bir açıp bir de kapalı olmak üzere toplam iki görüşme hakkına sahiptir. Yine avukatlar mesai saatleri içerisinde olacak şekilde vekaletnamelerini ibraz etmeleri halinde istedikleri zaman-tarih ve süre boyunca görüşme hak ve yetkisine sahiptirler. Ancak İmralı’da hiçbir zaman olağan bir hukuk rejimi uygulanmamış her zaman kişiye özel bir rejimin halleri karşımıza çıkmıştır. Bireye, ulaşma imkanı tanınmayan, karadan uzak, denizin ortasında yasak bölge ilan edilen hapishane koşullarında, görüşme başvuruları dünden bugüne idare ve yargının eliyle ama siyasi olarak engellenmiştir.

İmralı’da 1999 yılından bu yana kuvvetler ayrılığı ilkesi hiçbir zaman geçerli olmamış tersine kuvvetler birliği uygulanmıştır. İmralı’da uygulanacak rejime karşı hukuktan ve demokrasiden yana oyunu kullanacak bir kamu kurumu örneği bugüne kadar ortaya çıkmamıştır. Bu konudaki yekparelik hep var olmuştur.

Aslında hukuk devleti çatısı altında kabul edilecek olursa her başvurumuza olumlu cevap verilmeli, görüşmelerin gerçekleştirilmesi sağlanmalıdır. Ya da yapılan başvuruların önünde gerçekten doğabilecek “gemi bozuk” gibi engellerin de pozitif yükümlülükleri gereği Anayasal ve idari sorumlular tarafından ortadan kaldırılması gerekmektedir.

Avukatlara yönelik bu engellere ilişkin iç hukuk ve uluslararası hukuk nezdinde ne tür girişimleriniz var, ya da oldu mu?

Hapishanede hükümlü olunması sadece ve sadece özgürlüğünden mahrum bırakılmasına sebep olabilir. Onun dışında Sayın Öcalan, doğal ve anayasal tüm haklara sahiptir. Bu geniş hak kapsamının getirdiği hak ve yetkilerle; bütün yargısal, idari başvuru ve girişimleri yapmaktayız. Sahip olunan hakların genişliğine oranla da mutlak yasak ve tecrit uygulanagelmektedir. Haliyle birçok suç fiili ve ihmali davranış ile sorumluluk alanları doğmaktadır. Bu anlamda anlattığımız İmralı tecrit rejiminde, idare alanında da yargı alanında da gelişse, suç fiillerine karşı başsavcılıklara ve Hakimler Savcılar Kuruluna suç duyurularımızı yapıyoruz.

İnsan onuruna ve sahip olunan haklara aykırı gelişen infaz rejiminin düzeltilmesi ve hakların tesis edilmesi için kanunun hakim kıldığı İnfaz Hakimliklerine de başvurular yapmaktayız. Kısaca her türlü iletişim haklarının, ziyaret haklarının, sosyal haklarının, sağlığa erişim haklarının tesis edilmesi, bunların önündeki engellerin kaldırılması için savunma haklarının ve etkili başvuru yollarının tanınması için hukuksal mücadele vermekteyiz.

Yerel hukuksal süreçlerden sonra genelde olumlu sonuç alınamamasından dolayı başvuru süreçlerini Anayasa Mahkemesine taşımaktayız. İç hukukta sonuç alınamaması sebebiyle de Avrupa İnsan Hakları Mahkemesine başvurmaktayız. Sayın Öcalan’ın başta olmak üzere İmralı Tecrit Sistemine maruz kalan tüm müvekkillerimizin iç hukukta ve uluslararası hukukta çok sayıda başvuruları ve dosyaları bulunmaktadır.

Cezaevi İzleme Kurullarına hapishane ziyaretlerini gerçekleştirmeleri için başvurular yaptık. Adalet Bakanlığına İmralı’da uygulanan tecrit uygulamalarının son bulması için başvurular yaptık. İmralı’da süren mahpusluğun 21 yılı geride kaldı. Ve Sayın Öcalan’ın özgürlüğüne giden hukuksal yolların olabildiğine ve de örülebileceğine olan inanca sahibiz. Bizim en büyük hukuk mücadelemiz elbette Sayın Öcalan’ın tamamen özgürlüğüne kavuşması yolunda verilmektedir.

İşkenceyi Önleme Komitesi’nin ziyaretleri sonucunda koşulların iyileştirilmesine ilişkin bir dizi talebi vardı. En son ziyaret 7 Mayıs 2019’da gerçekleşti, ancak Türkiye tavsiyelere uymuyor, bunun CPT ve uluslararası hukuk nezdinde bir karşılığı yok mu?

CPT, son dönemlerde anlaşıldığı üzere ortalama 3 yıllık periyotlara denk gelecek şekilde İmralı’da Sayın Öcalan ve diğer müvekkilleri ziyaret etmektedir. Ziyaretleri 1999, 2001, 2003, 2007, 2010, 2013, 2016, 2019 yıllarında gerçekleşmiştir. Anlaşıldığı üzere İmralı ziyaretleri devam eden bir süreç olmasına rağmen Sayın Öcalan’a karşı tecrit uygulamalarının çok ağırlaştığı veya ülkede gelişen OHAL gelişmelerinin etkileri düşünülerek de-facto kabul edilecek ziyaretler gerçekleştirilmemiştir.

Yapılan ziyaretlerde tespit edilen ihlalleri içeren raporların kamuoyuna açıklanması genelde gecikmekte, bazen de çok uzun süre sonra yayınlanmaktadır. Söz konusu raporların yayınlanması da ziyaret edilen üye ülkenin iradesine bağlıdır. CPT, ziyaretlerinde tespit ettiği ihlallerin düzeltilmesi için tavsiyelerde bulunmaktadır. Öncekilerde olduğu gibi 2010, 2013, 2016 ziyaretlerinde de birçok tavsiyede bulunmuştur. Avukat ve aile ziyaretlerinin gerçekleştirilmesi, telefon haklarının sağlanması, ayrımcı uygulamalara son verilmesi, disiplin cezaları bakımından hukuka uygun davranılması gibi birçok tavsiyede bulunmuştur.

Tavsiyelere uymayan, tespit edilen ihlalleri ortadan kaldırmayan üye devlet CPT tarafından izleme süreçlerine alınabilir ve bunun sonucunda uluslararası kamuoyuna açıklamalarda da bulunabilirler. Aynı şekilde bünyesi içerisinde olduğu Avrupa Konseyi tarafından da izleme sorumluluğu bulunmaktadır. Türkiye’nin Avrupa Konseyinde izleme sürecine alındığı bilinmektedir. Yakın geçmişte de CPT raporlarında varılan tespitlerin yerine getirilmesi konusunda, yani İmralı’daki tecrit uygulamalarının düzeltilmesi için karar alındığını gördük.

CPT ETKİLİ BİR KURUM OLAMIYOR

Ancak gerek CPT gerekse de Avrupa Konseyi söz konusu tavsiyelerde dile getirdiği ihlallerin sürekli bir şekil uygulanmaya devam ettiğini görmelerine rağmen Türkiye hakkında Sözleşme gereği etkili bir izleme sürecine girememektedirler.

AİHM de aslında önündeki bir başvuru konusuna dair CPT raporunun olduğunu tespit etmesi halinde, raporda bulunan ilgili tespit ve tavsiyeleri karar alırken dikkate alabilmektedir. Ancak örneğin 2011 yılında tecride karşı yapmış olduğumuz bir AİHM başvurumuz olmasına rağmen 9 yıla yakın bir süredir etkili bir gelişme yaşanmamıştır.

Dolayısıyla CPT veya AİHM, İmralı’daki tecrit sisteminin veya uygulamalarının ortadan kalkması doğrultusunda etkili birer uygulama veya pratik geliştirmemekte ya da geliştirememektedirler. Kısaca defacto ziyaret gerçekleştirme ihtiyacı hissetmemesi, tavsiyelerin yerine getirilmesini yeterli düzeyde takip etmemesi, raporlarının yayınlanmasının üye ülkenin iznine bağlı olması ve bu sebeple raporların bazen amacı dışını çıkacak şekilde uzun yıllar sonra yayınlanması, izleme sürecini neticeye kavuşturmaması gibi nedenlerden dolayı CPT etkili bir kurum olamamaktadır.

Müvekkilinize uygulanan tecrit ile iktidarın mevcut siyaseti arasında nasıl bir bağ kuruyorsunuz, özcesi bu tecridi nasıl bir siyasal tablo veya atmosfer içerisinde ele alıyorsunuz? AKP-MHP hükümeti, tecridi sürdürerek hangi mesajları vermek istiyor?

Sayın Öcalan’ın uzun süre kaldığı Ortadoğu sahasında ve de günümüzde devam eden birbirleriyle mücadele halinde üç siyasal çizgi vardır. Birincisi ABD’nin başını çektiği İngiltere, İsrail, AB ve Rusya gibi hegemonya güçlerin bölge politikası, ikincisi yerel ulus-devletlerin statükocu politikaları, üçüncüsü de müvekkil Öcalan’ın yürüttüğü ve üçüncü yol da denilen halkların özgür, eşit, gönüllü demokratik birliğine dayalı Demokratik Ortadoğu Birliği çizgisidir. Kapitalist hegemonyadan bağımsız, kontrolüne girmeyi reddeden halklar lehine özgürlükçü, eşitlikçi demokratik birlik çizgisi, bölgede giderek gelişme gösteriyor, bu gelişme hem hegemon hem de ona bağlı yerel ulus-devletlerin yıllardır alışageldikleri statükocu ezberlerini, politika ve oyunlarını bozuyordu.

Bu nedenle birleşerek ABD koordinatörlüğünde müvekkil Öcalan’ı uluslararası kuşatma (Türkiye-İsrail askeri anlaşması, Clinton-Esat görüşmesi, Türkiye-İran-Suriye görüşmeleri, ABD’nin Suudi Arabistan ve Mısır Mübarek yönetimi üzerinden Suriye yönetimini sıkıştırmaları) altına alarak Suriye’den çıkmak zorunda bıraktılar. Ancak uluslararası kuşatma Suriye’den çıktıktan sonra da devam etti. Çünkü parlamenter ve aynı zamanda bakanlık yapan Baduvas’ın daveti üzerine gittiği Yunanistan’ın Atina hava alanında kendisini karşılayanlar da NATO elemanlarıdır.

Kendisini karşılama sözü veren Baduvas gelmemiş, Öcalan tuzağa düşürülmüştü. Dönemin Başbakanı Simitis’in daha 1996’da ABD başkanı Clinton ile müvekkil Öcalan’ın tasfiyesi için görüş birliğine vardığı gizli anlaşma, daha sonra ortaya çıkacaktı. Simitis’in talimatı ile Öcalan zorla sınır dışı edilerek Rusya’ya gönderilir ancak burada da kabul edilmeyince İtalya’ya geçer. İtalya’da da tecrit altındadır. Kaldığı evin kapısından bile dışarı çıkamamaktadır. Sürekli psikolojik baskı altında çıkmaya zorlanmaktadır. İngiltere daha Roma’dayken ülkelerine gelmemesini yazılı olarak bildirmiştir.

Almanya ve Fransa ve tüm Avrupa’da da istenmeyen adam ilan edilmiş, havaalanları kendisine kapatılmış, tekrar Rusya ve Yunanistan üzerinden Avrupa sınırları dışındaki Kenya’ya gönderilmiştir. Kenya zaten ABD ve İsrail’in denetiminde bir ülkeydi. Buradayken ABD, Yunanistan ve Kenya Dışişleri, ABD ve Türkiye’nin ortaklaşa gizli operasyonuyla Yunanistan’ın Kenya büyükelçiliği bahçesinden kaçırılarak Nairobi havaalanında bekleyen Malezya bayrağı ile gizlenmiş Türk uçağına teslim edilmiş ve sırf müvekkil için inşa edilmiş tek kişilik İmralı ada cezaevine konulmuştur.

MÜVEKKİLİMİZİN DIŞ DÜNYA İLE BAĞI KESİLDİ

Belirtmek gerekir ki İmralı ada cezaevi, müvekkil Öcalan daha Kenya’dayken 4 Şubat 1999 günü Türkiye’ye gelen CIA heyeti ile MİT arasında Ankara’da gerçekleşen gizli görüşme ve gizli protokol ile boşaltılmış ve sadece tek mahpusu Öcalan olacak şekilde yeniden inşa edilmiş, havadan, karadan ve denizden yasak bölge ilan edilmiştir. Cezaevinin yönetimi anayasa ve yasalarda yeri olmayan Kriz yönetimine bırakılmış, uluslararası hukuk ve iç yasalar hatta cezaevi yönetmeliği bile uygulanmamış, hukuk ve yasaların nüfuz etmediği keyfi bir tecrit rejimi yürürlüğe konularak zamana yayılı şekilde sağlığını bozacak idam benzeri zamana yayılı öldürme rejimi yürürlüğe konulmuştur.

Bu rejim altında tecrit, sağlığını olumsuz yönde etkileyen ada cezaevi koşulları, hücre cezaları, zaman zaman kötü muamele örnekleri yaşanmış, son olarak dış dünya ile bağını tümden kesen mutlak tecrit uygulanmaktadır. Tüm bu baskıların esas gayesi, müvekkil Öcalan’ın halklar lehine demokratik, eşitlikçi özgürlük iradesini kırma ve kendi hegemonik politikalarına çekmeydi. Bu temelde mutlak tecrit sürecinde müvekkil Öcalan’a açıkça “Bizim politikamıza gelseydin şimdi deniz kenarında balık tutuyor olacaktın” dayatması, AKP iktidarının tecrit ve özgürlük iradesini kırma misyonunu ve biat kültürünü ortaya koymaktadır.

AKP’nin bu temelde iktidara getirildiği ve iktidarını sürdürmesine de bu şartla onay verildiği şimdi daha iyi anlaşılmaktadır. Bilindiği üzere AKP’nin önü, ABD’nin Büyük Ortadoğu Projesi kapsamında önce Fazilet partisinin kapatılması, Erbakan’a siyaset yasağı ile açılmış, ardından bu projeye karşı çıkan Ecevit’in kuşkulu hastalığı ile Erbakan ve Ecevit’in etkisizleştirildiği, HADEP’in de baraj altında bırakıldığı, yani alternatifinin tasfiye edildiği bir ortamda gerçekleştirilen rakipsiz bir seçimle 2002 sonlarında iktidara getirilmiştir. İktidara gelir gelmez de ilk işi müvekkil Öcalan’ın 1999 yılında başlattığı ve 2002 yılı sonlarına kadar yönetimde olan Ecevit hükümeti ve genelkurmay temsilcisi ile sürdürdüğü dolaylı diyalogların kesilmesi oldu.

AKP'NİN BARIŞA YANITI PİŞMANLIK YASASI OLDU

Müvekkil Öcalan o dönem dolaylı diyalog içinde Kürt meselesinin Türkiye’de demokratik çözümü için çok önemli adımlar atmıştı. Silahlı güçleri tek taraflı olarak sınır dışına çekmiş, barış gruplarının gelişini sağlamış, nihai olarak yasal düzenleme ile demokratik cumhuriyete katılım aşamasındayken çıkarılan ve Rahşan Affı da denen düzenleme MHP tarafından amacından saptırılmış, yine MHP’nin dayattığı erken seçimle 2002 sonlarında AKP iktidara getirildi. Nitekim 2002 sonlarında iktidara gelir gelmez de ilk işi, müvekkil Öcalan’ın dolaylı diyaloglarını kesmesi, Kasım, Aralık, Ocak ayı, yani üç ay boyunca süren mutlak tecrit oldu.

Öcalan üç ay boyunca ailesi ve avukatlarıyla görüştürülmedi, dış dünya ile bağı tamamen kesildi. Ardından zaman zaman gerçekleşen ve haftada bir gün bir saate indirilen avukat görüşmelerinde yeni hükümete gelmelerini göz önüne alarak hükümete bir şans tanıma adına 2005’e kadar sürecek üç aşamalı yeni bir barış planı ve Demokratik Katılım Yasası ile silahların bırakılarak demokratik cumhuriyete katılım yolunun önünün açılmasını önerdi. Ancak AKP hükümetinin buna yanıtı ‘Eve Dönüş Yasası’ altında pişmanlık yasasını dayatmak oldu. Ardından Öcalan Yasaları da denilen 1 Haziran 2005’te yürürlüğe konulan “yasalarla” müvekkil Öcalan’ın cezaevi ve tecrit koşulları olumsuz yönde daha da ağırlaştırıldı.

Bu koşullarda bile dolaylı ve aracılar üzerinden gelişen demokratik çözüm ve barış için ateşkes talebine 27 Eylül 2006 ateşkesi ile yanıt oldu. Ancak bu süreçte sınırlı ve kasete alma koşullarında gerçekleşen avukat görüşmelerinde söylediği her şeye hücre cezası verildi, terörle mücadele kanunun kapsamı daha da genişletilerek kadın, çocuk derken demokratik cumhuriyet söylemi, bir resim veya karikatür, Kürt kültürünü çağrıştıracak renkler, giyim vb. her şey terör kapsamına alındı, DTP kapatılarak askeri ve siyasi operasyonlara hız verildi.

AKP İNKAR VE İMHA SİYASETİNİ GÜNCELLEYEREK POLİTİKA YÜRÜTMEKTE

2009’da başlayan Oslo görüşmeleri de KCK operasyonları, yeniden yargılamayı ret kararı derken nihai aşamasında Erdoğan-İran gizli görüşmesi ardından gerçekleşen Kandil operasyonuyla akamete uğratıldı. Nihayetinde 2013 Newroz bildirisiyle yeniden başlatılan demokratik kurtuluş ve özgür yaşamı inşa süreci de MGK’nin basına yansıyan gizli "Diz çöktürme planı" temelinde Dolmabahçe mutabakatının tanınmaması ve İmralı’ya mutlak tecrit ile akamete uğratıldı. Sonrası biliniyor.

Sonuç itibariyle AKP’nin iktidara geldiği 2002 sonlarında bugüne dek İmralı’ya yaklaşımı, çözüm süreçlerini bir oyalama ve tasfiye yönünde kullanma ve müvekkil Öcalan üzerindeki tecridi adım adım daha da ağırlaştırdılar. Nihayetinde bizzat AKP yetkililerinin “İmralı’ya gömme” olarak niteledikleri dış dünya ile haberleşme de dahil tüm bağını koparan mutlak tecrit ile sonuçlandırma olmuştur. Zaten müvekkil Öcalan da AKP’nin 2002’den bu yana süren yaklaşımını oyalama, özgür ve diri demokrat Kürdü tasfiye, ekonomik, sosyal, siyasal, kültürel ve diplomatik çok yönlü soykırım ve yeşil komplo dönemi olarak tanımlamıştı.

Gelinen aşamada da AKP-MHP hükümeti klasik inkar ve imha siyasetini güncelleyerek politika yürütmekte; çözümsüzlük, çatışma ve kutuplaştırmadan nemalanmaktadır. Bir nevi 1923 sonrası tek devlet, tek millet, tek dil, tek ideoloji, tek parti, tek şef anlayışını güncelleyerek iktidarını inkarcı etnik ve dini milliyetçiliği motive ederek sürdürmektedir. Bu anlayışın İmralı’ya yansıması mutlak tecrit, bölgeye yansıması ise işte sınır ötesi operasyonlar, HDP ve belediyeleri üzerindeki baskılar olmaktadır.

Verilmek istenen mesaj, özgür ve demokratik Kürtlükten, halkların özgür, eşit, gönüllü demokratik birliğinden vazgeç, tekçi etnik ve dini milliyetçi hegemonyaya (Türk-İslam Sentezi) biat et, demokratik çözüm ve barışı ağzına dahi alma düsturudur. Nitekim müvekkil Öcalan’ın 7 Ağustos 2019 tarihli demokratik çözüm ve barış için rolünü oynamaya hazır olduğu çağrısına da yeniden mutlak tecrit ve sınır ötesi operasyonlarla yanıt verilmiştir. Bu tarihten beridir avukat görüşmelerine yanıt verilmezken, ailenin görüşme taleplerine de disiplin cezası kılıfı uydurularak ret yanıtı verilmektedir.

Açlık grevi-ölüm orucu direnişinin sonucu olarak Öcalan ile görüşüldü. Ancak ardından tecrit kaldığı yerden devam etti. Hali hazırda tecridi kırmak için ne yapılmalı? Uluslararası kurumların sessizliği de iktidarın elini rahatlatıyor mu? Tecride karşı nasıl bir yaptırım gerekiyor?

Belirttiğimiz üzere başlı başına tecrit anlamına gelen tek kişilik İmralı ada cezaevi statüsü, müvekkil Öcalan’da temsilini bulan halklar lehine demokrat, eşitlikçi özgürlük iradesini kırma amaçlı kurulmuş ve sürdürülmektedir. Fakat Öcalan İmralı tecrit ve baskı koşullarında da halklar lehine demokratik, eşitlikçi özgürlük iradesini teslim etmemiş, tersine savunmalarıyla, özellikle son beş ciltlik (I-Uygarlık, II-Kapitalist Uygarlık, III-Özgürlük Sosyolojisi, IV-Ortadoğu’da Uygarlık Krizi ve Demokratik Uygarlık Çözümü, V-Kürt sorunu ve Demokratik Ulus Çözümü) ve ‘Kapitalist Modernitenin Aşılması ve Demokratik Modernite’ ana başlıklı savunmalarıyla bu iradeyi daha güçlü ideolojik ve politik donanıma kavuşturmuştur.

Son tahlilde özgürlük iradesini kırmaya yönelik ve kendisinin de proto Guantanamo olarak nitelediği tecrit rejimi, Öcalan şahsında demokratik modernite sistemi ve inşa görevleriyle teorik olarak boşa çıkarılmıştır. Pratikte tümüyle boşa çıkarılması ise, demokratik modernite sisteminin bölge ve dünya çapındaki inşa görevlerinin başarısına bağlıdır. Türkiye özgülünde de yine müvekkil Öcalan’ın deyişiyle Demokratik İttifak Blokunun ve Demokratik Anayasa İttifakının başarısına bağlıdır. Tecridi ancak bu temelde demokratik toplumsal güçlerin örgütlülüğü, mücadelesi ve ittifakı kırabilir.

Bu ittifakın toplumsal tabanını büyütmesi ve güçlü bir şekilde meclise yansıtmasıyla ancak bu tekçi zihniyet ve geri anayasa ve yasaları aşılabilir, demokratik bir anayasa temelinde demokratik Türkiye yaratılabilir. Bu da 1921 anayasasının baz alınarak evrensel hukuk ve demokrasinin gelişimi ışığında güncellenmesinden geçer. Müvekkil Öcalan İmralı duruşunu bu temelde “Demokratik dönüşüme evet tasfiyeye hayır” biçiminde ortaya koymuştur. Bu yönlü bir siyasi irade ortaya çıkarsa ilkeli demokratik çözüm ve onurlu barış için rolünü oynayacağını, mevcut tecrit ve cezaevi koşullarına bu amaçla dayandığını ve direndiğini söylemiştir.

İMRALI TECRİT SİSTEMİ 3 AYAKLI BİR SİSTEMDİR

Mutlak tecride karşı uluslararası kurumların sessizliği anlaşılırdır, çünkü İmralı tecrit sistemi üçayaklı bir sistemdir. Bir ayağı ABD, bir ayağı AB ve üçüncü ayağı da Türkiye’dir. Türkiye’nin rolü sadece gardiyanlıktır. Esas politikayı belirleyen güç ABD’dir. AB’nin rolü dolaylıdır; CPT, raporları ve AİHM de kararlarıyla tutumunu ortaya koymaktadır. Maalesef bu tutum korsanca kaçırmayı onaylamak ve yeniden yargılamayı örtbas etmekten tutalım, mutlak tecride ilişkin yapılan başvurular hakkında sekiz yıldır karar vermeyip sürüncemede bırakması dediğiniz gibi iktidarı rahatlatmakta, olumlu adım atmaması yönünde cesaretlendirmektedir.

Örneğin 18 Mart 2014 AİHM kararının gereği yerine getirilmediği gibi tecrit olumsuz yönde daha da ağırlaştırılmış, mutlak tecrit haline getirilmiştir. CPT tavsiyeleri de uygulanmadığı gibi hükümete karşı izleme prosedürünü uygulama yoluna da gidilmemektedir. Yani son tahlilde ABD, AB ve Türkiye arasında gizli ve örtülü uzlaşmaya dayalı bir mutlak tecrit söz konusudur. Amaç müvekkil Öcalan’ın müdahalesinin olmadığı bir ortamda Türkiye ve Ortadoğu planlarını, oyunlarını hayata geçirmektir. Çünkü Öcalan, onlar için Ortadoğu ile ilgili hegemonik politikalarının hayata geçirilmesinde bir engel ve “Oyun bozan”dır.

Onların çözümsüzlük politikalarına karşı halklar lehine çözüm yolunu gösteren politikaları, Demokratik Türkiye, Demokratik İran, Demokratik Irak, Demokratik Suriye dolayısıyla Demokratik Ortadoğu’yu çıkarlarına uygun görmemektedirler. Bu temelde tecridin varlığı, özünde çözüm karşıtı dış ve iç güçlerin çözümsüzlük politikalarının devreye konulduğunu ifade eder. Bu da halkların demokratik birliğine, demokratik Türkiye’ye ve demokratik Ortadoğu’ya tecrittir. Demokratik çözüm ve barışa tecrittir. Ve tecrit aynı zamanda 18 Mart 2014 AİHM kararıyla da tespit edilen AİHS 3. maddeyi ihlal eden kötü muamele ve işkencedir.

İşkence ise aynı zamanda insanlığa karşı suçtur, yaptırımı da ancak hukukun üstünlüğünün ve yargı bağımsızlığının olduğu bir demokratik hukuk devletinde söz konusu olabilir. Ancak hukukun amaç değil araç kılındığı, yargının bağımsız olmadığı mevcut ortamda bırakalım yaptırımı, tüm haklı ve hukuki başvurularımız, suç duyurularımız bile bir duvara çarpıp geri dönmektedir. Maalesef AİHM ve CPT nezdinde süren girişimlerimiz de zamana yayılarak geçiştirilmektedir. Durum budur. Eğer demokratik çözüm ve barışın toplumsal ayağı örülüp, milyonlar örgütlenerek demokratik Türkiye, demokratik anayasaya geçiş olursa ancak o zaman hukukun üstünlüğünün ve yargı bağımsızlığının olduğu bir Türkiye’de yargılama ve yaptırımlar gündeme gelebilir. Sonuçta müvekkil Öcalan’ın deyimiyle demokrasiyi, demokratik çözüm ve barışı ancak halklar getirebilir, tecridi ancak halkların demokratik ittifakı ve demokratik anayasa ittifakının başarısı kırabilir.