Dersim’in Gülizar Ana’sına...

Bundan on yıl önce, sana mektup yazmış ve varlığının oğulların ve kızların için değerini paylaşmıştım. Mektubumdan bir gün sonra son nefesini vermişsin. Son nefesinde yanında olmayı ne çok isterdim. Bir evlat olarak son görevimi yerine getirmeyi...

GÜLİZAR KAYTAN

Canım annem,

On yıl önce sonsuzluğa uğurladığımız bir anaya, ömrü üç sürgün, gözaltı ve tutuklamalarla geçmiş; işkenceler görmüş bir anaya ne yazabilirsiniz? Her Hakk’a yürüyüşün ardından çok şey söylenebilir ancak bir anayı yazmak, onun anısına söz söylemek her şeye rağmen zordur. Hele ki onu sonsuzluğa uğurlama izni bile verilmemişse size… Sizi dünyaya getiren, bin bir emekle büyüten ve emeğinin değeri hiçbir şekilde ölçülemeyen bir ananın toprağına sarılmaktan, ona bir parça güzel söz söylemekten mahrum bırakılmışsanız... Söz söyleme hakkınız olsa bile yazmak yine de çok zor.

Her ananın varlığı eşsiz ama değeri aynıdır. Onlar, yaşamın yaratıcılarıdır. İnsanlığın tüm güzel değerlerinin ilkleri, onların ellerinin, düşüncelerinin, zihniyetlerinin ve yüreklerinin eseridir. İnsanlığın toplumsallaşma tarihinin yaratıcıları ve kurucuları onlardır. Hayatın en saf, en yalın zamanında, toprağın kutsallığını bilen; onlarca yaratımıyla bugünün "çağdaş" diye adlandırılan dünyasının ilklerini var eden kadınlar, işte o annelerdir.

Sonsuzluğa uğurladığımız her bir canımızın ardından illa ki ağlamak, yas tutmak ya da kahrolmak gerekmiyor. Analar vardır, hayatın hakkını vermiştir. Analar vardır; yaşamın anlamını, duygusunu, sevgisini ve hissini yaratmış, bunları yaşatarak bize miras bırakmışlardır. Onlar, özgür bir yarına anlam yüklü değerler bırakmışlardır. Öyleyse neden onları sevgiyle, sevinçle anmayalım ki? Eğer ölümü reddeden bir gelenekten geliyorsanız, varlığınızda yaşamı yüceltmişseniz ve bıraktığınız miras bir sevgi olarak yüreklerde yaşıyorsa, o zaman onları şükran ve minnetle anmak en doğru olanıdır.

Tutsaklığımın 22’nci yılındayım, gelecek meçhul. Kapıların bana ne zaman açılacağını bilmiyorum, ama tüm sevdiklerime söz verdim: Buradan elbet çıkacağım. Aşılamayacak zorluk, sonsuza kadar sağlam kalacak bir duvar yoktur. Her şeyden öte, ışığın kalbinin attığı bir mekândan sizin zamanınıza akarken, sevincinizde, hüznünüzde, acınızda, özleminizde ve sevdanızda yol alıyorum.

Gülizar Ana dediğimde, hafızamda çocukluğumun Dersim’i canlanıyor. Annem, çocukluğumun tanrıçasıydı. Beni ve abilerimi genelde kadınlar büyütmüştü. Biraz da kız çocuğu gibi büyütüldüğüm kesin. Zindan yıllarında bunun kötü bir şey olmadığını anladım. Uzun okul yılları ve toplum yaşamı, eril zihniyete dair duygular geliştirse de kişilik ve karakterimin her türlü erillikten ve erkeklikten uzak şekillendiğini rahatlıkla söyleyebilirim. Ana toplum yaşamı, arayış öncesi yaşamımın üçte ikisinin okullarda geçmesi, sistemden nasiplenmek için yeterli bir zamandı.  Özgürlüğün yolunun kadından ve onun özgürlüğünden geçtiğini fark etmem zor olmadı. Bugünlerde bir kez daha şu gerçekle yüzleştim: benim için kadınlarla arkadaş olmak, erkeklerle arkadaş olmaktan daha değerli. Yaşam arayışımda tüm toplumun değerlerine layık olmaya çalışırken, özgürlüğünü arayan kadına layık olmak benim için çok anlamlı ve değerli. Şiddet kokan her türlü kaba, eril-erkeklik özellikleri bende bir tiksinti nedeni. Bu karakter oluşumunu bende yaratan annem ve ablalarım oldu. Bu nedenle onların bendeki değeri sonsuz. Bundandır ki, bu ailenin bir parçası olmaktan her zaman onur duydum.

Ve sizler, onuncu yıl dönümünde Gülizar Ana’yı anarken, aranızda olacağım zamanı iple çekiyorum. Ablalarım benim için de bir çila (mum) yakarlar. Hapishanede, en çok zamanın ve mekânın sınırlarını aşma uğraşında oldum. Bu sayede, zindan duvarlarını aşmak ve özlediğim tüm mekânlara ya da insanların yanına ulaşmak benim için hiç zor olmuyor. İnsan varlığındaki ve zekâsındaki esneklik, buna rahatlıkla yol açıyor.

Köyümüz, Dersim’in yüksek rakımlı köylerinden biri. Hengirvan’ın batısında, Tereteşne’den uğurladığımız güneşi sabahın seherinde doğudan karşılıyoruz. Doğuya bakan evimizin karşısındaki sırtlardan, aydınlığın ve ışığın sevinciyle doğar güneş. Çocukluğumun tüm sabahlarında annem, güneşten önce uyanırdı. O, Zerdüşt’ün güneşiydi. Bize hayatı tanımayı ve bilmeyi anlatan, binlerce yıl önce Zagros Dağları’ndaki inzivasında aydınlığı ve karanlığı, iyiliği ve kötülüğü, güzelliği ve çirkinliği bilmemizi ve ona göre kendimize bir yaşam yolu çizmemizi sağlayan Zerdüşt’ün güneşi.

Sevgili ana, artık senden sonra ben de güneşten önce uyanıyorum. Sen, güneşle yüzünü yıkayıp ona dua ederken şimdi ben, aynı güneşten ışık topluyorum yüreğime. Ve tüm insanlık için iyilik diliyorum. Güneşli her günde aslında hep seninle uyanıyorum. Meşk'in (yayık) sesi evimizi dolduruyor ve ben gelip sana yardım ediyorum. Her güneş doğduğunda, anadilimi anlayan oda arkadaşıma sevinçle “Tija ma onca vejiyo” (Güneşimiz yine doğmuş) diyorum. Birbirimize gülümsüyoruz bu mekânda.

Geçenlerde telefonda, “10’uncu yılında anayı anacağız, bir şeyler yazar mısın?” dediklerinde, tamam, deneyeceğim derken bir yandan da içimden on yıl oldu mu diyorum. Hapishane zamanlarında günler öylesine hızlı akıyor ki zaman mı bizi ardından sürüklüyor, biz mi onun ardından koşuyoruz, bilmiyorum. Ve sen, üçüncü sürgünün ardından artık Dersim’desin. Bu coğrafyada, ölülerimizin bile sürgün edildiğine tanıklık ettik. Ama artık seni sürgün edemeyeceklerini biliyorum. Yine de içten içe, Dersim merkezde olman yerine, ebedi istirahatgâhının köyümüz olmasını istiyorum. Köyde, 38’de yakılmış evimizin külleri üzerine, sürgün dönüşü yeni evimiz yapılmıştı. Evin 100-200 metre arkasındaki sırtta bir mezarlık vardı. Her sabah yüzüne ve ela gözlerine vuran güneş ışığı oraya da vuruyor. Orada olsaydın, aynı güneşin ışığı ile sabahı karşılıyor olurdun.

Seni son yolculuğuna uğurlayamamıştım. İzin vermemişlerdi. Bir insanın, son yolculuğunda sevdiklerinin yanında olması en insani hak. Ve bir insanı bundan mahrum etmek, en büyük günah ve hatta cehennemlik bir suç. Ama kimse için cehennem istemiyorum artık. Sadece toprağına son kez sarılamamanın hasreti, hâlâ içimde canlı duruyor. Ve bunu engelleyenleri asla bağışlayamayacağım duygusu da... Senden sonra, 10 yıl boyunca en çok da acıya vurdu saatler. Ama karanlığın hükmünü icra etmek isteyenler için hayat, ışığa yol açmadı. Rüya planları yapanlar, kâbuslarda kaldılar. İyi ki tanığı olmadın bunca acının, iyi ki erkenden göçtün aramızdan demiyorum. Kalsaydın, ne olursa olsun, yürek yüreğe verir, tüm acılara katlanır ve üstesinden gelirdik.

Sana bir kez daha yazmak istediğimde, yüreğimi yeniden acıların fırtınasına kaptırmak istemiyorum. Ana yurduma dönmek istiyorum. Yanına gelip toprağına sarılmak ve seninle konuşmak istiyorum. Beni duyacağını biliyorum. Toprağına sarılabilsem, birkaç damla gözyaşı bıraksam, yeniden yeşerecektir hayat. Seni, sizi sevgi ve özlemle yaşatmak daha güzel olurdu. Bunlardan sakınıyorum yüreğimi, ne kadar kaçırabilirsem. Biyolojik bedenimizde sevincin ve acının kaynağı ortakmış. Madem öyledir, neden sevdiklerimizi sonsuzluğa gitmiş olsalar da acıyla analım? Şu yarım asırlık ömrümde, beni bırakıp giden her bir sevdiğimden pek çok güzellik taşıyorum yüreğimde. Yüreğimin en güzel yeri onlara ait. İşte bu nedenle, ben sevdiklerimden hiç ayrılmadım diyorum. Bu türden ayrılıklara hiç inanmadım. Bizden sonra, eğer sevdiklerimiz hayattaysa ve bizden geriye kalacak şey varsa, o vakit hayattayız. Sevdiklerimizleyiz. Sen, kendi hayatının sürgününde çok güzel insanlar tanıdın. Onlara ana oldun. Sevgi, sevinç, umut ve direnç oldun.

Bu on yılda, kaç kez konuğu oldun rüyalarımın, bilmiyorum. Tüm rüyalarımı senin yüreğinin diliyle yorumlamaya çalışıyorum. İki-üç gün evvel, köyümüzün aşağısındaki ana vadideydim, tüm canlarımla. Bir ara patikada gelip geçiyorsun. Nereye gidiyorsun diye soruyorum. "Köye" diyorsun. Ben en küçük oğlunum annem, senin gençliğinin tanığı olmadım hiç. Anılarımdaki yerin, hayal meyal, 1970’li yılların ortasına uzanıyor. Ama ben, rüyamda gençliğini ya da orta yaşlı halini gördüm. Sen olduğunu biliyorum. Gençlik, özgürlüktür bir bağlamda ve ona sarılmaktır. Ben de varlığınla yaşayacağım.

Yukarıda da yazdım, senden ayrı olduğum tüm zamanlarda güneşten önce uyanmayı alışkanlık edindim. Uyanırken seni karşılamak için mi, yoksa Zerdüşt’ün güneşi mi, tam bilmiyorum. İkinizi özdeşleştirebilirim. Her bir ana, yaşama ışık veren, yaşam katan olarak, neden güneşle özdeş olmasın? Her günümün sabahında sen varsın, Zerdüşt’ün güneşi var. Ve ışığı topluyorsun yüreğinle. Rengimi senin ışığından alıyorum. Bu umut ve sevgi senden emanet. Sen de güneşten durmadan sıcak ışık toplayıp, yüreğime ve oradaki sevdiklerime taşıyorsun.

Bu mekânda yaşama tutunmak için kendime bir evren yaptım. Yirmi ikinci zindan yılımda olsam da 30 yıllık cezasını bitirdiği halde onlarca arkadaşım hâlâ burada, bırakılmıyorlar. Bin yıllık kardeşliğin hatırına olsa gerek. Bu bize, cehennem kılınmak istenen mekânda ruhumu, yüreğimi, kendimi ve düşlerimi korumak için bir evrene ihtiyacım vardı. Kapımızı günün 23 saati kapalı tutanlar, yüreğimizin çürümesini istiyorlar muhtemelen. Ama çok da dert etmeden, her türlü kötülüğe ve karanlığa direniyorum.

Zerdüştî inancının kötülük tanrısı Ehriman’ı bilirsin annem. Bugün, yaşadığımız dün, Ehrimanların elinde can çekişiyor. Beş bin yılda kendini görünmez kılan kötücül ruhlar, bizi kuşatıp, ruhumuzu, yüreğimizi, sevdamızı yok etmek istiyor. Bu çağın en büyük tehlikesi sanırım, bu kendini görünmez kılmış karanlık ruh.

Ben, bu ruha karşı kendi yüreğimin denizinde bir evren yarattım. Genelde oraya sığınıyorum. Bir genç sanatçı kafası da "dört duvar, ama ruhumu yakalayamazlar, ruhum özgür," demişti. Bendeki her şeyi, yaşama dair olan her güzelliği ancak böyle koruyorum. O nedenle zindana ilk alındığımda, hapishaneye alınan sadece bedenim olsun, ruhum ise zamanın ve mekânın sınırlarını aşıp özgürlükte kalsın diyordum. Her gece firariyim yani.

‘Ruh asi ise, yürek eşkıyadır’ demiştim yıllar evvel. Eşkiyayı, yaşadığı zamanın her türlü kötülüğüne karşıt birey olarak kutluyorum. Bu duvarların içine mahkûm olmak istemiyorum özcesi. Bu ülkeye teslim edilmemden sonra, beni dışarıdan tanıyan bir kadın arkadaşım, “N’olur yüreğini ve ruhunu koruyarak, değişmeden çık Deniz,” demişti. Söylemek istediğini anlıyorum.

Bu dünyada hep hareket ve gelişim varsa, değişim de bu hayatın doğasında var. Ama ben, değişen ne olmalı, değişmeyen ve korunması gereken ne olmalı üzerine yoğunlaşarak, yüreğimin evrenini genişletecektim. Fakat kötülük ve karanlığın ruhuna karşı, kendimi, ruhumu korumalıydım. Kirlenmeyecektim yani. Teslim edildiğimde, bir dönem dışarıda yaşadığım özgürlük arayışı zamanlarında, hep çocuk kaldığımı, hiç büyümediğimi hissetmiştim. Çocukluğun çok güzel yanları var. Saf ve temizdir çocuklar, ruhları kirlenmemiştir.

Özgürlüğün çocuklukta başladığını biliyordum. Ben de cennet coğrafyasında özgür doğmuştum ama özgürce büyümemiştim. Bu mekânlarda evrenim genişledi. Dünyanın ufuk çizgisi daha geniş. Kendimi daha iyi biliyorum. Kendim olmaya çalışıyorum ve sevdiklerime yaraşır bir yürek ve ruhla, zihniyet ve bilinçle dışarı çıkacağım. Senin ve halkımızın onurlu bir evladı olacağım.

Kültürümüzde “kutsallık” önemli bir değerdir. O, her türlü uygarlık ve onun aklından uzak doğduğumuz zamanlarda, her şeyin kutsal bir yanı vardı. Pirim bir gün bana, "Bizim köy yaşamımızda bir 'klan yaşamı' var," demişti. Klan kültürünün ve yaşamının, doğal topluma ait olduğunu sonradan öğrendim. Ve o kültürde de “kutsallık” en büyük değerdi. Yaratan, büyüten, yaşatan ve hayatı yenilere açarak büyüten ana, kadındır. Alevi kültür geleneğiyle yaşıyorduk. Ana ve Pir, eşit olarak kutsallık değerindeydi. Doğa kutsaldı, güneş kutsaldı. Doğada yaşamı güzelleştiren her şey kutsaldı. Jorlarımız (ziyaretlerimiz), dağ keçilerimiz gibi. Her yıl, Doğa Ana'nın bize verdiklerinden, hasat vakti sonrası doğaya şükranlarımızı sunmak için kurban verirdik. "Sen bizi yaşatacak her şeyi verdin, biz de sana şükran duyuyoruz" derken, onu kutsuyor ve kurban sunuyorduk.

Ben o kutsallıklarla büyüdüm. O kutsalın içinde en çok seni sevdim. Yani kutsal olan ANA’yı. İnsanlık bugün kutsalını yitiriyorken, biz kutsal olanın yaşamın anlamı olduğunu biliyoruz. O nedenle kutsal olan her şey korunmalı ve yaşatılmalıdır. Toplumdaki rolü ve yaşamı ile tanrıçalaşan kadın, tüm kutsallıkları var eden, doğuran gücü oldu. O nedenle de ilk tanrılar ya da ilahlar kadındı. Çocukluğumuzun kutsalı güneşti; kadın toplumsallığın köklerinde de aynı sembol vardı. Medleri, kölelik ve zulümden kurtaran Zerdüştî fikirler oldu. Medlerin sembolünün kanatlı güneş olduğunu biliyoruz, annem.

Çocukluğumun en görkemli kutsallarından biri de Bûyerê Gölü ve Ziyareti’ydi. O doğa harikası yer… Gecenin bir yarısı uyanıp yola düşer, batıya, dağların zirvelerine doğru yol alırdık. Biz adak adadığımız kutsalımıza yürürken, gölü çevreleyen dağın yamaçlarına ulaştığımızda güneş de ardımızdan gelip bize ulaşırdı. Işık-aydınlık, bizi ve Jor’umuzu birlikte kutsardı. O kutsalın çevresini dolanıp, o güzellikten payımızı alıp kendi yüreklerimizi kutsardık.

Rüyalarımda ziyaretlerimize, kutsallarımıza konuk oluyorum. Bir rüyamda da Buyere’deydim. Kurban kesilen çıkış tarafında dışarı taşan su, aşağı vadiye doğru akıyordu. Ama benim rüyamda suyun çıkış yönü, kocaman yemyeşil bir vadiydi. İşte ben o ziyarette yüreğimizin Pir’ini gördüm. Ben o rüyadan, “kutsal anayla bağını koru ve o yaşama saygını yitirme” mesajı aldım. Yaşadığım yer cehennem gibi olsa da ya da sahipleri bize cehennem olsun diye tasarlamış olsalar da orayı kendi cennetin kılabilirsin. Ben buraları cennet kılmayı beceremiyorum belki ama gözlerimin ışığının asla sönmeyeceği ve umudun yaşatıldığı bir mekân kılabilirim, bu tabut biçiminde tasarlanmış yapıyı.

Annem, bir gün son ziyaretlerinden birinde, “senden bir şey isteyeceğim ama yapacağına dair bana söz vereceksin” demişti. Gülmüştüm. Sen isteğini söyle, ona göre tavrımı söyleyeyim, demiştim. “Bir gün zindandan çıkarsan ve bir yere yerleşmek durumunda kalırsan, bu mekân Dersim olmalı,” demişti. Tekrar gülmüştüm. “Yerleşmek” sözüne hayatımda pek yer yok ama benim de gelecek tasavvurumda yurdum kadar, Dersim de var. Ve söz veriyorum.

“Kutsal topraklar” metaforu, en çok da biz Kürtler için geçerli olmalı. Çünkü hem ilk kutsallığın yurdu, kadın devriminin ana vatanı olan Mezopotamyalıyız, hem de kökümüz, ilk toplumsal uygarlığa dayanıyor. İki ırmağın arasındaki Aden adı verilen cennet topraklar, on binlerce yıldır yaşadığımız coğrafyadır. Bu nedenle her doğan güne, kendi yurdundan uzak yaşayan herkes, yüzünü doğuya dönmeli ve kendi ana yurdunu anmalı, onu hissetmelidir. Ve bir gün bu dünyadan göçtüğümüzde, bizi kendi toprağımız sarmalı; kendimizi başkalarının toprağına emanet etmemeliyiz.

Canım annem, bundan on yıl önce, iyi olmadığını duyduğumda aceleyle sana mektup yazmış ve varlığının oğulların ve kızların için değerini paylaşmıştım. Mektubum sana ulaşmış ve okunmuş, bir sonraki gün uzandığın yatakta son nefesini vermişsin. Sana olan sevgimi, analara olan sevgimi bilirsin. Hiç sakınmadan paylaştım, ayrıca sana layık bir evlat olmaya çalıştım.
Son nefesinde yanında olmayı ne çok isterdim. Bir evlat olarak son görevimi yerine getirmeyi... Her insanın en doğal talebi, sevdiklerini son yolculuklarına uğurlamaktır. Bu insani talebi engellemek, bir insana yapılacak en büyük kötülüktür. Ben birçok kötülük gibi, bu kötülüğü de unutmadım ve unutmayacağım. Buralarda, buna benzer mekanlarda on yıldır her şeyi engelliyorlar. Ağır hasta arkadaşlarım oluyor; kanser gibi hastalıklarla mücadele ediyorlar. En azından son 1-2 günlerini ailelerinin, sevdiklerinin yanında geçirmek istiyorlar. Ona da izin vermiyorlar. Bu yaptıklarının vebalini taşıyacaklar. Evrenin ruhu ya da ilahi adalet karşısında onlar da hesabını verecekler. “Eden bulur” diyeyim.

Yaklaşık 30 yıldır hapishanede olan arkadaşlarım, annelerini peşi sıra yitiriyor. Aramızdan ayrılan her bir anne aynı acıyı yaşatıyor. Ocak 2024’te Hizna Ana’yı da kaybettik. Oğlu hapishaneden çıktığında bir süre hasret giderecek, annesinin toprağına gidip sarılacak. Oradan da benim yüreğimi alıp Dersim’e seni ziyarete gelecek. Benim yerime toprağına sarılıp güller bırakacak, yüreğimdeki özlemi taşıyacak. Dersim’in havasını soluyacak, benim için. Benim gözlerimle bakacak o diyarlara.

Ben de çok gecikmemeye çalışacağım. Sana ve tüm sevdiklerime döneceğim annem. Toprağına sarılacağım, “Dayê dayê” stranını söyleyeceğim. Yıllar evvel radyoda “meso” stranını istemiştin. Son ayrıldığımızda da sitem etmiştin orada. Ama ayrılmak zorundaydım. Nazi artıkları orada kalmama izin vermediler. Ama ben özlem diyarlarına ulaşamadım. Arayışımın ana ocağından, 26 yıl önce ayrılmıştım. Kara zamanın ertesi yılındaydık. En büyük ayrılığım oydu. Ayrılığın acısıyla, son gecemde gökyüzünün yıldızlarıyla ve Pir’imle sessiz sedasız vedalaşmıştım.
Buradan çıkacağımı biliyorum annem. Bu demir örgüler, sürgüler, paslı kapıların açılması için neredeyse dünyanın yarısında insanlar emek harcıyor. Bu duvarları ardımda bıraktığımda, ilk fırsatta yanına gelecek, sana ve babama sarılacağım. Babamın sürgünde vefatı sonrası, bize yüreğini açan canım eniştemle konuşacağım. Bekle beni, döneceğim. “Hiç kimse beklemese de sen bekle" diyen bir şairin hasretiyle döneceğim. Bu satırları sana okuyacak ve dinleyecek herkese büyük umutlarla döneceğim.

Cezaevine kadar hep çocuk kalmıştım, dedim ya, bir şeyleri hep eksik bırakıyoruz. Şu an, 1938’de henüz çocukken, köyümüzü yakanlardan kaçtığınızda saklandığınız yeri soramamıştım. Oysa o yeri ne çok merak ediyorum. İz sürenler yerinizi bulamasın diye ağlayan bebeğini göğsüne bastırıp soluksuz bırakırken dünyada eşi benzeri olmayan bir acıyı yaşayan o annenin acısından izleri bulmak istedim saklandığınız yerde. Yeri sorup öğrenemediğim için beni bağışla annem.

Son söz olarak şunu söyleyebilirim annem; karanlığın tanrılarının devri kapanacak. Kadınların özgürlüğünün yüzyılında yaşıyoruz. İlk kutsalın, ilk değerin, ilk uygarlığın ve insanlığın yaratıcıları, kendi zamanlarının ruhu, yüreği ve sevdasıyla doğanın yüreğine yeniden düşecekler.

Amarfi’ye, kendi özgürlük zamanlarımıza döneceğiz. Büyük bir özlemle, senin ve tüm kutsallığı hak eden anaların toprağını öpüyorum.

Oğlun Deniz.