Halil Dağ’ın sinemaya yolculuğu… (1)

Kürdistan dağlarında yönetmenlik yapan Halil Dağ, 12 yıl önce bir çatışmada şehit düştü. Dağ’ın anısına, kendi kaleminden sinema yolculuğunu anlattığı yazılarından bir derleme yaptık.

Dağ, 1 Nisan 2008 tarihinde Besta’da çıkan bir çatışmada üç arkadaşı ile birlikte şehit düştü. 1973 yılında Almanya’da doğan Halil Dağ, 1995 yılında PKK gerillalarını anlatan bir belgesel için Kürdistan dağlarına gitti. O tarihten sonra gerilla yaşamını fotoğraflamak, film yapmak ve yazmak için dağlarda kaldı. Ardında altı film, Kürdistan ve Kürt gerillasını anlatan çok sayıda makale ve günlükler bıraktı.

Halil Dağ, kendi kaleminden sinema yolculuğunu şöyle anlatıyor:

"İzmirli bir babanın ve Ağrılı bir annenin ilk çocuğu olarak 1973 yılında Almanya’da dünyaya geldim. İlköğrenim yıllarımı İzmir ve Almanya arasında geçirdikten sonra orta ve lise eğitimimi İzmir Özel bir Kolejde tamamladım. Daha sonra Avrupa’ya çıkıp hem işçi olarak farklı alanlarda çalıştım, hem de gece okullarında kısa süreli fotoğraf eğitimi aldım.

Avrupa’da yaşadığım üç yıl içinde özgürlük mücadelesiyle tanıştım. 1994 yılında Avrupa’da kurulacak ilk Kürt televizyonu Med TV’nin kuruluş çalışmalarında yer aldım. 1995 yılının 1 Nisan günü Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan ile bir röportaj çalışması için bir alman kameramanın yardımcısı olarak Ortadoğu’ya adım attım. PKK merkez okulundaki gerillalar ile yaptığım çekimler sırasında tanıştım. Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan ile yapılan ve benim ilk anlamlı çalışmam olan bu programdan sonra kalmaya ve daha ileri gitmeye karar verdim.

Ondan sonraki yıllarım Kürdistan dağlarında Kürt Özgürlük Savaşçılarıyla sürüyor…

Sinemaya yolculuğum…

Bir gün bir film yapacağımı hiçbir zaman düşünmedim. Bunu hayal bile etmedim…

Şayet dağa çıkmasaydım, gerilla olmasaydım, Kürt halkının delikanlı çocuklarıyla tanışmasaydım, onların yaşantılarına tanıklık etmeseydim yine film yapmazdım, yapamazdım. Sinema benim fotoğrafla başlayan dağlardaki yolculuğumdur… Bu topraklarda doğmadım ve bu topraklarda büyümedim. Kürdistan adını verdiğimiz bu ülkenin sadece dağlarını gördüm. Bir de uzaklardan şehirlerinin ışıklarını… Ama akarsularında ıslandım, kayalarına dokundum, yemyeşil yaz sıcağında ter döktüm… Burada arkadaşlarım oldu, arkadaşlarım vuruldu. Onların arkasından gözyaşı döktüm. Bir zamanlar sadece fotoğraflamak için geldiğim bu dağların insanlarıyla yaşadım. Aynı yemeği, aynı battaniyeyi, aynı soğuğu paylaştım.

İlk geldiğim zamanlar kendimi buralara yabancı hissederdim. İzmir’den öteye doğu yoktu benim için. Annemin Ağrılı, babamın İzmirli olmasından öte bir bilgim de yoktu. Ötesini öğrenmeyi hiçbir zaman merak etmemiştim. Kürtleri ilk defa gerillalarla tanıdım. Onlarla iç içe yaşadığım zamanlar ve mekanlar olmuştu öncesinde. Ama Kürt gözüyle baktığım ilk insanlar gerillalar oldu. Bir halkı tanımadan onun kahramanlarıyla tanıştım. Bir halkın en dinamik, en güçlü, en güzel, en seçilmiş insanlarıyla bir anda arkadaş oldum. Belki de bu benim en büyük şansımdı…

Çok sınırlı fotoğraf ve kamera eğitimimle Ortadoğu’nun kutsal kenti Şam’a iniş yaptığım 95 yılı baharı hem mücadele, hem de mesleki hayatımın başlangıcı sayılabilir. Yirmi iki yaşıma henüz girdiğim o günlerde İzmir’de özel bir okulda okumuş, Avrupa’da değişik çalışmalara ilgi göstermiş ama arayışlarına bir türlü cevap bulamamış ve yüzünü Ortadoğu’ya dönmüş çiçeği burnunda bir fotoğraf öğrencisiydim. Her şeyi geride bırakıp Ortadoğu’nun orta yerine doğru yolculuk yaptığım o günlerde bir daha geri dönmemeyi kesinlikle karar altına aldığımı iyi hatırlıyorum. Hayatım ve mesleğim için aradıklarımın beni burada beklediğini heyecanla hissediyordum. Hiç tanımadığım bir coğrafyaya, hiç tanımadığım insanlar arasına, hiçbir kelimesini anlamadığım bir dilin konuşulduğu bu ülkeye koşarcasına girdim.

Fotoğraf makinem ve kameram yeni hayatı görüntülemek, ruhum ise bu hayatı kıyasıya yaşamak için hazırdı. Görünümler dünyasına yolculuğum, Özgürlük Savaşçılarının hayatlarına yolculuğumla birlikte başladı ve birlikte sürdü. Her iki yolculuğun heyecanı yıllar boyunca birbirini besledi. Kürdistan dağlarında yaşayacaklarımın, kıyasıya çarpışmalarda ruhuma ekleyeceklerimin, kulaklarımla duyacaklarımın, gözlerimle göreceklerimin bir gün beni getirip sinemanın eşiğine bırakacağını o günler hayal bile edemezdim…

Dağlarda uzun yıllar boyunca fotoğraf makinesi ve kamera kullandım. İlk önceleri yeni yetme bir fotoğrafçı heyecanıyla çektiğim fotoğrafların bir zaman sonra nasıl büyük bir değere ulaştığını fark ettim. İçinde yaşadıkça, tanıdıkça, gördükçe, sevdikçe, onlarla arkadaş oldukça, onlardan biri oldukça daha çok yüz, daha çok söz yakalamaya çalıştım. Hayatımın ve mesleğimin ilk ilkesini o günlerde edindim. Dağlarda yakaladığım bir tek simayı, bir tek sözü bile hiçbir şeye değişmeyecektim. Üzerinden atlamayacak, kıyısından geçmeyecektim. Hiçbir şekilde yaşanmamış saymayacaktım. Bir halkın yaratılış günlerinin en güçlü ifadesi olan dağların sözleri ve yüzleri benim yıllar boyunca bu coğrafyada yürümemin tek nedenidir. Dağlardaki arkadaşlarım kadrajlarımın nesnesi olurken kalbimin de öznesi haline geldiler. Objektifin bir tarafından onlara bakarken diğer tarafında onlarla yaşadım. Bazen yabancı bazen de onlardan biri haline geldim.

Gerillaların ardı sıra dağdan dağa yürüdüm. Onların tırmandığı her yüksekliğe, onların ulaştığı her menzile ulaşmak için ter döktüm. Her sözü her yüzü görüntüleyebilmek için elimden gelen her şeyi yaptım. Ama hiçbir zaman yetişememenin acısını da en derinden yaşadım. Görüntüleyemediklerimin görüntülediklerimin yanında dağlar kadar olduğunu her zaman hissettim. Görüntüleyemediklerimi kalbime işledim. Ve onlara kalbimin çektiği fotoğraflar ismini verdim. Kameraların objektiflerinin göremediği karanlık geceleri, yanık türküleri, sessiz kahkahaları, en masum şakaları, aşkları kalbimin kadrajlarına yerleştirdim…

Ve sinema bu aşamada gelip durdu önümde. Kalbimin fotoğrafları öylesine çok birikmişti ki, bunları anlatabilmenin olanaklarını sinemada yakaladım.

Şimdi her şeyden çok benim ülkem diyebildiğim bu topraklarda, yaşananları bütün bir zamana mal etmenin zamanı geldi. Burada yaşananları hatırlanır kılmak istiyorum. Hatırlanmak, anımsanmak kurtarılmak demektir. Unutulmak ise yitip gitmektir. Bu nedenle bu dağlardaki bütün insanlar gibi ben de, hiçbir şeyi unutamıyor, kendimle taşıyorum. Kalbimin çektiği fotoğraflara yüklüyorum. Eğer bu dağlarda yaşananları herkese, bütün bir insanlığa ulaştıramazsam, bunun için çabalamazsam bu en büyük suçum olacaktır. Çalışmalarımın peşinden böylesine ısrarla koşmamın en büyük nedeni de budur. Arkadaşlarıma, tanıklık ettiklerime, yaşantılarıma, kendime sahiplenme istemidir beni koşturan.

Bu nedenle bir kez daha sinemada ısrar ediyorum. Bu dağlarda yaşananları, gerilla adını verdiğimiz bu hayatı sinema anlatır diyorum. Belki bunca yoğunluğun içinde ufacık kalacaktır ama onun dili dağları, dağların çocuklarını, Kürt halkını anlatacaktır. Belki bu savaşın orta yerinde eksik olan bir şey varsa o da budur. Bütün bu ihanetin, aldatmanın, kendini ve bir halkı pazarlamanın had safhaya ulaştığı, Kürt belleğinin çarpıtılmaya çalışıldığı bu zamana bir gerilla gibi cevap verebilmeyi, alçaklığın karanlık tarihini kırmak için gerillanın öfkesiyle yürümeyi her şeyden çok istedim.

Şunun çok iyi farkındayım…

Gerilla her şeyimizdir. Bir gün gerilla yenilirse her şey yenilir. Geriye ne fotoğraflar, ne yazılar, ne de filmler kalır… Bunun için buradayım, dağdayım, gerillanın yanı başındayım. Eğer sinema yaparsam da ancak burada, gerillanın içinde yapabilirim. Bir şey isteyeceksem bir tek ondan isteyeceğim, el açacaksam bir tek ona el açacağım ve hizmet edeceksem bir tek ona hizmet edeceğim.

Belki bu çalışmaların yerinin burasının, dağ başlarının olmadığı söylenecektir. Bense buradan başka hiçbir yerde sinema yapamam. Çünkü bu dağ başlarına ve dağların çocuklarına inanıyorum. Ama ben gerilla sineması için varım. Hayata ve görünümlere olan yolculuğum beni buraya taşıdı…

Sinemaya giriş yaparken en yoğun hissettiğim duygu mecburiyet duygusuydu. Gerilla ortamında yıllar boyunca ruhuma yerleşenlere hayat verme mecburiyetini hissediyordum. Sinema konusunda hiçbir tecrübem, hiçbir bilgim yoktu. Tek dayanağım içinde bulunduğum düşünceydi. Sadece dağın düşünme ve görme biçimine güveniyordum. Önce bir bekleme süreci yaşadım. Kürt sinemacılarının gerillayı, bu halkı var eden asıl gerekçeyi görmezden gelemeyeceklerini düşündüm. Kürt sineması çıkış yapmak istiyorsa bunun arayışlarını sistemin içinde yapmamalıydı. Kesinlikle Kürt sinemasının düşüncesi ve biçimi, Tahran’da, Bağdat’ta veya İstanbul’da oluşmayacaktı. Hatta Avrupa şehirlerinde kesinlikle olmayacaktı.

O günlerde elime ulaşan ilk Kürt konulu filmlerde hayal kırıklığına uğradım. Bütün bakış açılarıyla zavallı Kürt’ün filmi anlatılıyordu. Kaçınılmaz bir şekilde Kürt insanı zavallılığı ve çaresizliğiyle dile getiriliyordu. Ki ben yiğit Kürt çocuklarını tanımış, onlarla birlikte yıllarca yaşamıştım dağlarda. Zavallı tiplemelerde ısrar edilmesinin Kürt yönetmenlerinin yanılgısı olduğunu ilk o zaman hissettim. Zavallı Kürdü kesinlikle inkar edemezdim ama bu ancak devrim sürecinin başlangıcı olarak kabul edilebilirdi. Ondan sonrası için hala sürdürülüyorsa bu yanılgıdan öteye bir şey ifade etmezdi…

Yiğit Kürt’ün filmini yapmanın zamanı geldi, diye düşündüm. Kürt yönetmenler, Kürt sineması için yola çıkanlar buna daha fazla göz yumamazlardı. Kürtlerin son otuz yılına damgasını vuran bir kahramanlık çağı vardı ve artık bu kahramanların üzerinden atlanamazdı. Kürt anaları son otuz yılda insanlık tarihinin en yüce kahramanlarını yarattı. Hep zavallıları dünyaya getirmediler. Kürt çocukları dağlarda destanlar yazdı. Ben bu insanları tanıdım, onlarla arkadaş oldum, onlarla yaşadım. Ve Kürt sineması için yola çıkanlar bunlar yokmuş gibi devam edemez, bunlar hiç yaşanmamış gibi davranamazdı.

Yiğit Kürt’ün filmini yapmak bana kalmıştı. Herkes zavallılığı anlatıyorsa ben de yiğitliği anlatacaktım. Ve Kürt halkı otuz yıl süren silahlı mücadelesinin sonucunda bunu hak etmişti artık. Bir halk binlerce şehidiyle ayağa kalkmışsa, dağlardaki çocuğuyla onur duyuyorsa, ben varım diye haykırıyorsa ve Kürt sanatçısı bunu görmezden geliyorsa bu affedilemezdi…

Kürde bir yabancı, bir batılı gibi değil. Bir Kürt gibi bakılması gerektiğini sözlerle değil yaparak anlatmaya kararlıydım. En büyük yanılgının bu bakışta olduğunu biliyordum. Kürt sanatçısı, sinemacısı kendi halkına Batıdan, Tahran’dan, İstanbul’dan bakıyordu. Ve bu benim en büyük eleştirimdi. Kürt halkına dağdan bakılmalıydı. Bir başkasının gözüyle değil, onun kendi çocuklarının gözüyle bakılmalıydı...

Kürt Yönetmenlerinin, Kürt halkının dışında bir görme biçimleri vardı. (Belki de bu Kürt aydının en büyük hatasıdır.) Yapılan çalışmalarda bu yabancılığı görmemek, hissetmemek imkânsızdı. Kürt Yönetmenleri Kürt halkına bir yabancıya bakar gibi bakıyorlar. Onları başkalarının istediği gibi görüyorlardı.

Kürt sineması dağda başlayacaktır. Kürt sanatçısı dağa bakmasını başardığı zaman sinemasını kurabilecektir. Dağ Kürt halkının yarattığı en büyük değerdir. Kürt halkının en güçlü birikimi ve belleğidir. Kürt çocuklarının gencecik bedenleriyle oluşmuş hazinesidir. Ve koca insanlık tarihi içinde dağ Kürt halkının tek dayanağıdır. Kürt halkı dağı yaratmıştır. Dağda düşünmeyi ve görmeyi yaratmıştır. Kürt sanatının da, Kürt sinemasının da doğuşu burada olacaktır…

Kürt sinemacısı düşüncesini çok uzaklarda değil, yabancılaştığı şehirlerde değil, dağlarda aramalıdır… Benim mecburiyetlerimden bir tanesi de budur. Sinema alanına atılırken bunu anlatmayı hedefledim. Israrla bunu duyurmak istedim. Kürt sinemacılarına kendi halklarıyla gurur duymaları gerektiğini göstermek istedim. Bir yabancı gibi ona acımalarına değil, o halkın ne büyüklüklere muktedir olduğunu bilmelerini istedim…

Eğer bir halk binlerce evladını dağlara gönderdiyse, o halkın sanatçıları, savaşçıları gibi yürümedikçe, o halkın kalbini yakalamadıkça, kendi halkının sinemasını yapamayacaktır…"

İkinci ve son bölümü yarın...