Kadınların dilinden kent ablukaları

Nusaybin, Cizre, Şırnak, Gever ve Sur’daki ablukaların üzerinden üç yıl geçti. Zorla yerinden ettirilen kadınlar, ‘Kadınların Göç Hikâyeleri’nde o günleri ve sonrasını anlatıyor.

Göç İzleme Derneği (Göç- İz), 2015- 2016 yıllarında yaşanan ablukalar sonrası zorla göç ettirilmiş kadınların anlattığı kişisel hikâyeleri üzerinden derlediği ‘Kadınların Göç Hikâyeleri’ ile bir tarihi kayıt altına alıyor.

Devlet, Çökertme Planı çerçevesinde Aralık 2015’ten itibaren Kürt kentlerine yöneldi. Sokağa çıkma yasakları ve ablukalarla kentler yerle bir edildi, yüzlerce insan hayatını kaybetti ve yüz binlercesi zorla göç ettirildi. 2017’de kurulan Göç İzleme Derneği (Göç- İz) 2015- 2016 yıllarında yaşanan ablukalar sonrası zorla göç ettirilmiş kadınların anlattığı kişisel hikâyeleri derledi. ‘Kadınların Göç Hikâyeleri’, böyle bir çabanın sonucu olarak bir tarihsel kesiti kayıt altına alıyor. Göç- İz, ablukalardan sonra yaşananları neden kadınların gözünden anlattığını ise şöyle ifade ediyor: “Özellikle sosyal medyada, kadınların işkence edilmiş bedenlerinin resimlerinin paylaşılması, kadınların özel eşyalarının teşhir edilmesi ve duvarlara yazılan cinsiyetçi küfürler, yürütülen psikolojik savaşın eril boyutunun somut yansımasıdır. Son süreçteki çatışmalı ortamın özellikle kadınlar üzerinde, zorla yerinden edilmeyle birlikte son derece derin etkiler yaratması; kadınların savaşa ve savaşın etkilerine karşı geliştirdikleri mücadele mekanizmaları ve dayanışma örnekleri, kadınların tüm bu hikâyelerini kendi ifadeleriyle görünür kılmak amacı, bu çalışmanın gerekliliğini bizim açımızdan adeta zorunlu hale getirmiştir.”

Dahası sadece savaşın diline dikkat çekmiyor çalışma. Savaşın yarattığı uyku bozukluğu, strese bağlı olarak düzensiz kanama (menstrual dönem), gebeliğin son bulması, erken menopoz gibi psikolojik ve sosyolojik travmaların yanı sıra kadın bedeni üzerinde oluşan tahribatın da anlatımlarda altı çiziliyor.

Kadınlar açısından ortaya çıkan ekonomik, toplumsal tahribat ise kadınların yaşadığı birebir anlatımlarda ipuçları veriyor. Yerinden edilmiş kadınlar, sosyal hayata katılım bakımından sorunlar yaşarken; aslında olanların bir mekânın yerle bir edilmesinin yanı sıra kadın iradesine de vurulmuş bir darbe olduğu hatırlatılıyor.

 BU KEZ TÜRKİYE METROPOLLERİNE DEĞİL

Kitap, bu göç ettirilmenin 90’lardan farklı olduğunu da belirtiyor, çünkü bu defa göç, metropollere ya da daha uzağa değil aksine çevre il ve ilçelere doğru bir hareketlilik gösteriyor. Bunun da sebebi her an geri dönebilme umudu: “Zorla yerinden edilen kadınlarla yapılan görüşmelerin birçoğunda, kadınların metropollere göç etmediği aksine her an geri dönebilme umuduyla, çatışmasız çevre mahallelere, ilçe ve illere taşındıkları gözlemlenmiştir.”

2015-2016 yıllarında neler yaşandığına da özetle bakan Kadınların Göç Hikâyeleri, bir yıl gibi kısa bir süre içerisinde 500 bin insan zorla yerinden edilirken, bu olaylardan etkilenen kişi sayısının 1 milyon 671 bin kişiye ulaştığını belirtiyor. TİHV Dokümantasyon Merkezi verilerinden de yararlanılan çalışmadaki bilgilere göre “16 Ağustos 2015 ile 16 Ağustos 2016 tarihleri arasında, sadece resmi sokağa çıkma yasağı ilan edilmiş zaman dilimleri içerisinde, en az 321 sivilin yaşamını yitirdiği tespit edilmiştir. Bu kişilerden; 79’u çocuk, 71’i kadındır.”

Kadınların Göç Hikâyeleri için çatışmaların ve göçün yaşandığı Nusaybin, Cizre, Şırnak, Gever, Sur ve Van’da 47 kadın ile görüşülmüş fakat yaşanan güvenlik kaygıları, daha birçok etken yüzünden kitapta sadece 18 kadının hikâyesine yer verilebilmiş. Dahası birçok isim ve yer bilgisi de yine bu güvenlik kaygısı yüzünden değiştirilmiş.

KORKU KADAR DAYANIŞMA DA VARDI

İlk olarak Evîn anlatıyor. Mahallelere arabaların girmediğini, erzakları çok zor temin ettiklerini, suyun sondaj olduğu için elektrik kesildiğinde onun da gittiğini, bodrumda amcası ve onların ailesinin yaşadıklarını. Dahası çatışmalardan çocuklar kadar kendilerinin de korktuğunu... Evîn sadece korkuyu ve yokluğu ifade etmiyor: “Biz kadınlar bu süreçte birbirimizle dayanışma içerisindeydik. Herhangi bir şeye ihtiyaç duyduğumuzda, mesela kadın pedi, bende varsa başkasına veriyordum, başkasında varsa o da bana veriyordu. Kendi içimizde bir komün kurmuştuk. Kimin neyi varsa bir diğeriyle paylaşırdı. Savaş başladığında, herkes bize geliyordu. Evimiz mahallenin içindeydi, bize “Eviniz daha sağlamdır” diyorlardı. O yüzden hepimiz bodruma iniyorduk, herkes orda kalıyordu, erzaklarımızı da yanımızda götürüyorduk. Hem korku vardı hem de dayanışmanın güzelliği! Komşuluğumuz tam anlamıyla pekişmişti. Birbirimizi iyi tanıyorduk. Gün oluyordu aynı yatakta beraber uyuyorduk. Sohbet ediyorduk, bu savaş ne zaman son bulacak diye konuşuyorduk. Anneler, Allah’ım hiç kimsenin çocuğuna bir şey olmasın, diye dua ediyordu.”

BENİM NAMUSUM TOPRAĞIMDIR

Evîn, o dönem yaşadıklarını kadın iradesiyle de birleştiriyor. Özellikle devlet güçlerinin kadınlara yönelik bakış açısına, teşhirine ve savaşın kadın üzerinden yürütülmesine şu şekilde karşı çıkıyor: “Bu kirli bir savaştır! Kadın üzerinden bir savaş yürütüyorlar. Kadınlar ‘Biz kimsenin namusu değiliz’ diyorlar. Kadını, namusu olarak görenler anlasınlar, benim namusum kendime, başkasının namusu kendinedir. Yani buraya gelen güvenlik güçleri ‘Kadın eziktir, kadın Kürtlerin namusudur’ diyorlar ya ben namus değilim, benim namusum toprağımdır. Başka bir şey değildir!”

HEPİMİZİN PSİKOLOJİSİ BOZULDU

Pelşîn anlatıyor, savaş sonrası yıkımın bir şekilde onları nasıl esir aldığını ve oğlunun yaşadığı travma sonrası geldiği hali: “Sur, Hatip Paşa Mahallesi’nde oturuyorduk, yakın zamana kadar. Yasak ilanıyla birlikte hayatımız altüst oldu. Hepimizin psikolojisi bozuldu. Olanlardan çocuklarımızın, herkesin hayatı olumsuz etkilendi. Oğlum sağlıklı bir çocuktu aslında ama Sur olaylarından sonra uyuşturucu bağımlısı oldu.”

Pelşîn, savaşın bir başka yanına da dikkat çekiyor, polisin de askerin de evden çıkın demesine rağmen çıkmadıklarını. Bir süre sonra savaşın, onların gündelik yaşamının bir parçası haline geldiğini: “Önceden korkuyordum, seslerden ilk 2-3 gün uyuyamıyordum. Sonra zamanla alıştım. Sanki ben de onlarla beraber çatışıyordum. Gece gündüz çatışmalar durmuyordu.”

SADECE SAVAŞ VARDI

Savaş gündelik yaşam haline gelse, kanıksansa da geriye bıraktıkları koca bir enkaz oluyor. Pelşîn’in dile getirdikleri sadece geçmişe özlemi değil, bu enkazı da tarif ediyor: “Güzel bir hayatımız vardı. Geliyorlardı (komşularım) benim kapımın önüne, çay yapıyorduk, yemek yapıyorduk, piknik yapıyorduk. Yasakla bir anda hayatlarımız değişti. Her şey birbirine girdi. Çatışmalar başladı, çocukların her biri bir yere dağıldı, paramparça olduk. Her şey bitmişti, sadece savaş vardı. Bazıları bilmez, korkup kaçtılar İstanbul’a, ben resmen çatışmanın içindeydim. Hiç çıkmadım.”

HER ŞEYİMLE ARKALARINDAYIM

Ronahî, kızının cenazesini uzun süre alamamış bir anne. Cenazeyi alma sürecini şöyle anlatıyor: “Kızımın cenazesini almak için de Nisan’ın 15’inde kan verdik, Mayıs’ın 15’inde de kan verdik. Daha öncesinde bizden kan almadılar, 10 kere gittik TEM’e almadılar, kızımın cenazesini vermediler. İlk kızımın ölüm haberi geldi ama kızımın cenazesi, en son verdikleri cenazeydi. Bu cenazeler, polislerin elindeydi. Cenazeleri gömmemişlerdi, hepsi yeryüzünde kalmıştı. Cenazelerimizi aldığımızda köpekler cenazeleri yemiş, paramparça etmişlerdi. Babası herkese gösterdi ama bana göstermedi.”

Hâlâ teslim edilmemiş cenazeler, kimliği belirlenemeyen insanlar ve dahası… Ablukalar ardından büyük yıkıntılar bıraktı. Hikâyeleri kayda geçenler, ya evlerinden ye da yakınlarından oldu. Sonuç olarak geriye yılgınlık değil, kararlılık kaldı. Tıpkı Ronahî’nin cenazeler için verdiği mücadelede anlattıkları gibi: “Bir anne olarak şunu düşünüyorum: Tüm anneler bir olsak, yani hep birlikte mücadele etsek yine, kızımın cenazesini aldığımız gibi diğer cenazeleri de alabiliriz. Ben her şeyimle arkalarındayım.”