İşçi sınıfı ölmedi sadece uykuda ve bekliyor…

!f İstanbul’daki Keşif bölümümde yarışan Brezilya’dan “Arap” ve Portekiz’den “Hiçlik Fabrikası” ekonomik krizi, emek sömürüsünü ve eski gücünde olmayan ama henüz ölmemiş işçi sınıfını konu alıyor…

!f İstanbul Bağımsız Filmler Festivali Keşif Bölümü’nde yarışan Arap (Arabia), Brezilyalı yönetmenler João Dumans, Affonso Uchoa’ya ait. Brezilya’nın güneyindeki Minas Gerais eyaletinde geçen filmde Cristiano adlı bir işçinin hikâyesini izliyoruz. Cristiano’nun hikâyesi onun kaza geçirmesiyle başlıyor. Bir gencin kaza sonrası Cristiano’nun günlüğünü bulmasından sonra ise film onun anlatımıyla ilerliyor.

Öncesinde kısa da olsa Minas Gerais’tada Cristiano’nun günlüğünü bulan gencin hikâyesine değinen film; yeşil bir orman içerisinde, dev bir canavara benzeyen demir fabrikasını ve o işçi kasabasına kısa bir bakış atıyor. Muhtemelen fabrika dumanından hasta olmuş bir çocuk, işçinin günlüğünü bulan ağabeyi ve oradan Cristiano’nun hikâyesine uzanan bir giriş.

MİNAS GERAIS’TADAN NEO- LİBERALİZME

Aslında tüm bu giriş küçük bir kasabadan neo- liberalizme ve oradan sömürü düzenine uzanan yolun da başı oluyor. Sıradan bir hayatı olan Cristiano’nun yazdıklarında oradan oraya giden ve gittiği her yerde kendine iş bulan bir işçi var; bazen paketleme, bazen inşaat, bazen tekstil bazense taşımacılık yapan bir işçi… Cristiano’nun yazdıkları bir yol güncesi olmasının yanı sıra Brezilya’daki işçi sınıfının durumu: Ucuz iş gücü, yoksulluk ve emek sömürüsünün kısa bir rotası…

Brezilya’nın ve dahası dünyadaki işçi sınıfının durumuna da gönderme yapan yönetmenler João Dumans ve Affonso Uchoa ülkelerindeki durumu anlatırken pek de iç açıcı bir hikâyeden bahsetmiyor. Ama tamamen ümitsizliğe de kapılmamak gerektiğini imliyorlar. Filmin adı ise anlatılan bir fıkradan geliyor. Zengin bir Arap’ın ucuz iş gücü olarak gördüğü Brezilyalı işçileri ülkesine götürürken, onların kendi arasında geçen konuşmadan. İşçiler, Sahra Çölü’nü geçerken göz alabildiğince uzanan kumları görünce kokuyla birbirlerine bakıp “Bir de bu kadar çimento olsa ne yaparız!” diyerek nasıl bir sömürü çarkı içinde olduklarını hatırlatıyor.

SINIFSAL UYANIŞ VE UYKUDAKİ İŞÇİ SINIFI…

Filmin konusuna gelecek olursak, Cristiano gittiği her yerde bir şekilde iş buluyor. Biz hep onun çalıştığını ve yol boyunca yaşadıklarını yarı anlatım, yarı da film akışında izliyoruz. Buraya kadar bir sömürü düzeninden çok da bahsetmiyor yönetmenler daha çok bir adamın yolculuğu gibi görünüyor. Sınıfsal noktanın altını çizdikleri ve Cristiano’nun da bir nevi keşfedişini sağlayan şey ise mandalina toplayıcılığı yaptığı yerde bir adamla tanışmasıyla oluyor. Cristiano ve bu adamın sadece kısa bir tanışma anını izliyoruz. Gerisini Cristiano başkalarından öğreniyor; o adamın aslında bölgedeki işçiler için büyük grevler düzenlediğini ve kazanımlar elde ettiğini. Bu Cristiano’yu derinden etkiliyor. Tek başına bir kazanım elde edemeyeceği fikri kafasında dönüp duruyor. Sonrasında Cristiano’yu sınıfsal bir eylem içinde gömüyoruz ama tanık olduğu çalışan sınıf, onların ilişkileri ve durmadan çalışması ile bir kazanımı olmadığını görmek yetiyor. Yalın bir anlatımla ilerleyen film, konuyu dağıtmadan sakince meramını işliyor. Başlarda Cristiano’nun hikâyesine daha girmeden mini bölümle ilişkisini daha sonra koparsa da daha sonraki akışı oturtuyor.

Filmin başında aniden komaya giren Cristiano’nun hissettikleri ise sadece Brezilya’daki değil, dünyadaki tüm işçi sınıfına dair bir tespiti kapsıyor: İşçi sınıfı ölmedi, sadece uykuda ve bekliyor…

PORTEKİZ’İN GÜNEŞLİ PAZARTESİLERİ

Yönetmen Pedro Pinho’nun 3 saatlik “Hiçlik Fabrikası” filmi ise tıpkı İspanya ve Yunanistan gibi Avrupa’daki ekonomik kriz içinde en dara düşmüş ülke Portekiz’de geçiyor. Bir asansör fabrikasındaki işçilerin gece yarısı fabrikada hırsızlık olduğunu öğrenmesiyle bunu patronların yaptığını anlaması bir oluyor. Fabrikayı kapatmak isteyen patronların planı, işçilerin makinelerin gitmesine izin vermemesi ile bozuluyor.

Ertesi gün fabrikaya gelen işçiler, şirketin yolladığı insan kaynaklarından iki kişinin tazminatla işten atma teklifiyle karşılaşıyor. Kendi aralarında da çetin tartışmalar yaşayan işçilerin bir kısmı teklifi kabul ederek ayrılırken geriye kalanlar ise işlerini kaybetmemek için ne yapacaklarına karar vermeye çalışıyor: Fabrika greve mi gidecektir yoksa işgal mi edilecek?

Yönetmen Pedro Pinho, fabrikada bunlar yaşanırken işçilerden birinin gündelik hayatını, ekonomik kriz ile Marksist tartışmaları yürüten akademisyenleri ve öte yandan yavaş yavaş yok olan Portekiz’in sanayisini paralele bir şekilde işliyor. 3 saatlik film, işçilerin tartışmalarından yani pratik hayatın akışı ve daha sonra bu işin teorisinin tartışıldığı bir masaya uzanabiliyor ya da birden her şey bir müzikale dönüşebiliyor. Pinho anlatımda çeşitli yöntemler deniyor. Hikâye düz bir akış içinde ilerlerken birden dış sesle kapitalizm tahlilleri duyuluyor. Öte yandan özellikle teorinin tartışıldığı masada yoğun bir anlatıya kapı aralıyor. Burada seyircinin ilgisinin dağılabileceğini göze alarak yapıyor bunu. Amacı da teorik tartışmanın gündelik hayattaki yansımasının aksamasını göstermek ya da daha sonra filmde geçtiği gibi Avrupa solunun başaramadığı şeyi işaret etmek.

Öte yandan yapısal bir benzerlikten ziyade “Hiçlik Fabrikası” komşusu İspanya’nın “Güneşli Pazartesiler” filminin Portekiz versiyonu gibi ama sinemasal değil, ekonomik krizi ortak paydasında…

UYUYAN DEV…

Filmin tartışması ise daha çok patron da kaçtıktan sonra işçilerin fabrikayı özyönetim mekanizmasıyla işletebilmesi üzerinden dönüyor. Bazı işçiler buna karşı çıkarken bazılarıysa özyönetim işini yapabileceklerini söylüyor. Çoğunun korkusu ise Portekiz’de bunun tek örneğinin 1976’da yapılmış olması. Özellikle Arjantin’de buna benzer deneyimler olsa da Pinho’nun gündelik yaşantısını işlediği işçinin tüm grevi izleyen akademisyene sitemi akıllarda kalıyor: Avrupa’yı ayaklandıracak hareket biz değiliz.

 “Arap” ve “Hiçlik Fabrikası”ndaki umut ve umutsuzluk yine aynı kapıya çıkıyor: Uyuyan dev henüz ölmedi…