Anderson’dan masalsı, politik bir animasyon: Köpek Adası

Bu yıl 37’incisi düzenlenen İstanbul Film Festivali’nde en öne çıkan filmlerden biri Wes Anderson’ın bir hayli politik olan animasyon filmi Köpek Adası.

Wes Anderson’ın mizah anlayışına aşina olanlar az çok basit bir ironi ile karşı karşıya olmadıklarını bilir. Anderson kendine has renkleri, masalsı hikâyeleri ve elbette mizah anlayışı filmlerinin en ayırt edici özelliği olarak kabul edilebilir. Berlin Film Festivali’nin açılış filmi olan ve aynı zamanda Anderson’a En İyi Yönetmen Ödülü’nü kazandıran son filmi “Köpek Adası/ Isle Of Dogs” 37’inci İstanbul Film Festivali’nin de gözdelerinden biri.

Köpek Adası’nın Wes Anderson en politik filmi olduğunu baştan söylemek gerekli. Anderson kendi çocuksu ve masalsı dünyasından son derece siyasi bir hikâye anlatıyor. Hele ki Türkiye gibi bir ülkede dikta rejiminin hemen hemen her gün palazlandığını düşünürsek Anderson’ın anlattığı hikâye Uzak Doğu’da ama bize oldukça yakın.

SÜRGÜN EDİLEN KÖPEKLER…

Bir animasyon olan Köpek Adası, Japonya’da geçiyor. Anderson filme girer girmez seyircinin nasıl bir mizahla karşılaşacağını daha en başından veriyor. Küçük notlarla Köpek Adası’nda sık sık simultane çeviriler olacağını ve köpeklerin havlamalarının ise tercüme edildiğine dair yol gösteriyor. Yönetmen Japonya’da geçen hikâyeyi kendi dilinde anlatıp araya yine animasyon bir çevirmen koyuyor. Anderson’ı bilenlere hiç de tuhaf gelmeyecek ama gülümseten birçok küçük detayla iki dilli filmi son derece başarılı bir şekilde anlatıyor.

Japonya’nın Megasaki kentinde yaşayan köpekler bir çeşit hastalığa kapılır. Yeni seçimlere hazırlanmakta olan vali adayı ise ki o evcil hayvan tercihini kedilerden yana yapmıştır, tüm köpekleri kentin çöp olarak kullandığı adaya sürer. Tüm evcil ve sokak köpekleri bu adada çöplerin içinde, aç, sefil ve hastalık içinde yaşamaya başlar. Bir gün Valinin uzaktan akrabası olan Atari’nin eski köpeğini aramak için bu adaya gelmesiyle macera başlar. Atari oradaki bir grup köpekten yardım alır aralarından sadece bir tanesi sokak köpeği olduğu için başta bu çocuğa yanaşmasa da hikâye içeresinde bir şekilde dengeler değişir. Bu arada filmi başında Anderson’ın köpeklerin özgür yaşamına değindiğini ve daha sonradan evcilleştirilip ‘itaat’ düzenine geçtiğini atlamadığını söylemeli.

BU BİR DİKTA HİKÂYESİ

Anderson, köpeklerle bir maceraya atılan bir çocuğun öyküsünü anlatırken öbür taraftan da hikâyenin politik kısmını baskıcı bir vali üzerinden kuruyor. Köpekleri iyileştirecek formülü bulmuş diğer vali adayı profesörü ortadan kaldırmak için bin bir hile yapan baskıcı vali ve ekibi diğer yandan kitleler üzerinde ‘düşmanlaştırma’ politikası uyguluyor. Yılladır insanların ‘en yakın dostu’ olarak bilinen köpeklerin nasıl oluyor da birer düşmana dönüştüklerini anlatan Anderson tüm baskıcı rejimlerin ortak dilini kullanıyor: “Güvende değiliz, tehlike, düşman!”

Öte yandan belki de Türkçeye çevrilirken özellikle kullanılan “Dış Mihraklar”, “Kanun Hükmünde Kararnameler’  Wes Anderson’ın diktatoryal çerçeveyi mizahi ama sahici bir şekilde nasıl çizdiğini gösteriyor. Öte yandan filmin hemen hemen her karesinde farklı bir dünya yaratan Köpek Adası’nın son derece dikkatli izlenirse çok daha fazlasını vaat ettiğini belirtmek gerek.

CEP TELEFONU KAMERASINDAN ABD SAĞLIK SİSTEMİ

Steven Soderbergh’in son filmi “Saplantı/ Unsane” da ABD sağlık sistemine yönelik eleştirileriyle dikkat çekiyor. Yine dünya prömiyerini Berlin’de yapan Saplantı’nın en önemli özelliklerinden biri de tamamen Iphone 8 kamerasıyla çekilmiş olması. Öte yandan kadınların dünyanın hemen hemen her yerinde ‘güvende olmadıklarını’ hatırlatan film; kendisine musallat olan bir adam yüzünden yaşadığı şehri terk etmiş, tüm hayatını değiştirmiş ve her an kendini tehlikede hisseden bir kadının hikâyesini anlatıyor.

Şehir değiştirmesine rağmen bir sapığın kendisini izlemesi ve rahatsız etmesi duygusundan kurtulamayan kadın, sürekli ataklar geçirmeye ve tedirgin olmaya devam edince terapi almaya karar veriyor. Bir merkezde psikologla konuşan kadına ‘intihara eğilimli olup olmadığı’ sorusu sorulduktan sonra prosedür olarak bir form doldurması isteniyor. Daha sonra kadın dikkatli olarak okumadığı bu form yüzünden o geceyi orada geçirmek zorunda olduğu gerçeği ile karşılaşıyor. Diğer hastalarla aynı koğuşa konulan kadın sinirlenip olay çıkarınca “Kendi rızası dışında 7 gün” o klinikte kalmak zorunda kalıyor.

KADIN HER YERDE SIKIŞMIŞ BİR DURUMDA

Ailesinden ve işinden kimseye haber veremediği gibi kendisine karşı saplantılı olan adamın sahte bir kimlikle klinikte işe başlaması her şeyi daha da kötü bir hale sokuyor. Kadın hem yasaların hem sağlık sisteminin kendini koruyamadığı bir cenderede sıkışıp kalıyor.

Soderbergh’in telefon ile çektiği Saplantı, gerilim ve sigorta parası alabilmek için insanları zorla kliniklere yatıran sisteme karşı eleştirisini kendi tarzında vermeyi başarıyor. Yönetmen filmin ağırlıklı olarak ABD’deki sağlık sistemini eleştirdiğini söylese de senaristler Jonathan Bernstein ve James Greer’in cinsiyet temelli bir sıkışmışlığı da anlattığı aşikâr. Öte yandan Saplantı’nın cep telefonu kamerasıyla çekilmesi gözetlenme ruhunu başarılı bir şekilde yansıtıyor. Çoğu görüntünün karanlık ya da oval bir perspektifte oluşu bir şekilde gerilimi destekleyen unsurlar. Ama özellikle senaryodaki büyük boşluklar filmdeki bazı inandırıcılık zaafları yaratıyor. Soderbergh’in ise bu boşlukları fark etmemesinin mümkün olmadığı bir gerçek öbür gerçek ise bu boşlukları umursamaması. Yönetmen adeta “ben size bir sistem gerilimi anlatıyorum polisiye değil” diyor.