Berîtan filminin her günü bir tarihti

“Beritan filminin her günü bir tarih gibiydi. Berîtan’ın karakteri ve filmin dağıtım aşamasındaki yaşananlar da birbiriyle örtüşüyor. Film ulaşması gereken her eve ulaştı. Aslında bu filmle, tarihi değerimizi topluma devretmiş olduk.” 

Yönetmen Dersim Zêrevan ile söyleşimize kaldığımız yerden devam ediyoruz, Berîtan filmiyle… Dersim’in aşağıda okuyacağınız sözleriyle “belki büyük şirketler aracılığıyla dünyanın her yerine gidemeyen, festivallerde gösterilemeyen ama her Kürdün evine konuk olan. Elden ele yayılan, evden eve, gençten gence…” 

İşte bu bölümde, Berîtan filmi çekilirken kamera arkasında yaşanan ve pek bilinmeyen detayları bulacaksınız. Berîtan (Gülnaz Karataş), bilindiği üzere 92 Güney Savaşı’nda teslim olmamak için kendini uçurumdan atarak şehadete ulaşmıştı. Naaşının bulunması için araştırmalar uzun zaman önce başlasa da, O’nun ve iki yoldaşının cenazelerine tam da Berîtan filminin çekimleri esnasında ulaşıldı. Halil Dağ bunun bir tesadüf olmadığına inanıyordu. “Uğruna şehit düştüklerin şu an baş ucunda. Biliyorum sen kendini bu ekibe göstermek istedin” diyen Halil ve tüm set ekibi üç gün boyunca bir arkeolog gibi titizlikle, silah şişleriyle toprağı kazarak ulaştılar onlardan geriye kalanlara… 

Keşke diyorum bu röportajı görüntülü yapsaymışız… Ama o kadar ani oldu ki, bunu hiç düşünemedim. O kadar gömülmüştüm ki anlatıma, foto bile röportaj bittiğinde geldi aklıma. Onu da anı olsun diye çektik sadece. Neden görüntülü çekmek istediğime yeniden dönersek; yaşadıklarını bu kadar sade ve sade olduğu kadar içten hissederek anlatabilen, Kürtçe’nin Kurmancî lehçesini bu kadar güzel ve naif konuşan yönetmenimizi kendi sesinden dinleseydiniz… Halil’in O’na Zap’taki yoldaşlıklarını anlattığı gibi konuştukça o an’lara, o mekanlara götüren bakışlarına, mimiklerine tanık olabilseydiniz… 

Halil’den yaptığı alıntıların tümünü yeni bir şeyi keşfetmiş gibi, gözlerinde büyük bir parıltıyla onun söylediği şekilde ve kibarlıkla Türkçe dile getirdi. Öyle ki Halil konuştu hissi yaratıyordu. Ama biliyorum ki o kameranın önünü değil, arkasını seviyor. ‘O zaman bu kadar rahat anlatamayabilirdi’ diyerek kendimi avutuyorum. 

Evet, dağ sinemasının en büyük başarısı ve Kürt halkının büyük kazanımı olan Berîtan’la Halil çıtayı yükseltmişti. Bundan sonra işler daha zor olacaktı… Şimdi Dersim’den Berîtan’a dair tüm detaylar, Halil’in Kuzey’e yürüyüşü, son sözler-sözleşmeler ve sonraki projeleri dinliyoruz:

SİLAH ŞİŞİ İLE ‘BURASI’ DEDİ VE…

Berîtan filminin çekim aşamasından paylaşmak istediğin anekdotlar var mı?

Berîtan filminin her günü bir tarih gibiydi. Çalıştığımız ekibin tutku ve bağlılığı çok yüksekti. Mesela Berîtan’ın cenazesinin filmin çekim aşamasında bulunması büyük bir olaydı. Ama kesinlikle tesadüf değildi. 

Nasıl oldu?

Aslında uzun yıllardır arkadaşları arıyordu zaten. Mevki biliniyordu fakat tam lokasyonu bir türlü netleştirilemiyordu. Dediğim gibi tesadüf olduğuna inanmıyorum. Biz filmi yarılamıştık, onu defneden ve şimdi savaş gazisi olan arkadaşlarından biri tam yeri gösterebileceğini söyledi. Çekimler devam ederken Halil, bir taraftan da mezar yerini araştırıyordu. Bir gerilla birliğindeyken karşılaşıyor bu gerillayla. Ertesi gün tüm işlerimizi bir kenara bırakarak ekip olarak o gerillanın gösterdiği yere gittik. Silah şişi ile “burası” dedi ve gerçekten de orasıydı. Üzerinden 13 yıl geçmiş, coğrafya değişmişti ama bir milim şaşmadan yerini gösterebilmişti. 

Neden tesadüf değil dedim; Halil’in cenazeyi bulduğumuzda bir sözü vardı: “Uğruna şehit düştüklerin şu an baş ucunda. Biliyorum sen kendini bu ekibe göstermek istedin.” Gerçekten tarihi olarak ihtiyaç duyulan bir anda kendini göstermişti. 

Çok ağır bir projeydi. 11 aylık bir zamanda tamamladık. Berîtan filmi aslında Halil’in gerçek tarihidir. Çıtayı çok yükseltti ve ölçüleri belirledi. Berîtan filmiyle adeta “bu halk için film yapacaksanız, ölçü belli” dedi. 

‘NE GÜZEL BİR YÜZ’

Berîtan’ın mezarının kazılma görüntüleri o an’a ait değil mi? İkinci kez, yani çekim için kazma olmadı. Nasıl bir an’dı biraz bahseder misin?

“Buldum, buldum!” çığlıkları atarak geliyordu Halil. Sanırsın uzun yıllardır kaybettiği birini canlı olarak bulmuş. O hissiyatla bağırıyordu. O an’ı unutmam imkansız. 

Sonra, tüm ekip üç gün silah şişleriyle birer heykeltraş, arkeolog gibi incelik ve hassasiyetle çalıştık. Ta ki cenazeler biçimiyle birlikte toprağın yüzeyine çıkana kadar. Üç cenaze vardı. Bir erkek iki kadın. İlginç olan, yüzlerini açmadan hepimiz hangisi Berîtan biliyorduk. En soldaydı ve ağzı açıktı. Bağıran bir insan düşünün öyle. O sırt üstü, yüzü yukarı dönüktü, diğer iki arkadaşının yüzleri ise ona dönüktü. 

Yüzlerinin üzerine bez geçirmişlerdi. Bezin altından bile güzelliğini görebilmiştik. Zaten Halil de “Ne güzel bir yüz” diye bir yazı yazmıştı. 

Hissetmiştik dedim ya. Açtığımızda anladık zaten. Boyun, kol ve bacağı kırılmıştı. Diğer iki gerilla mermi yarasıyla şehit düşmüşlerdi. Elbiselerinden anladığımız kadarıyla Berîtan sadece kolundan mermi almıştı. 

Üzerinden çıkan eşyalardan ve gördüğünüz bedensel deformasyondan anladınız Berîtan olduğunu...

Sadece eşyalar değil. Berîtan’ın iki omzu da bağlanmıştı. Sanırım çok fazla kırık olduğu için. Peşmergeler gerillalara üç gerilla naaşı veriyor. Onun için “kendini uçurumdan atan gerilla budur” demişler. Biz zaten Ş. Nuda ile telsizden konuştuk “Siyah bir şutîk (bel bağı), bir atkısı var. Ben vermiştim” demişti. Daha sonra kendisi de geldi baktı. Siyah şutîk ile omuzları bağlanmıştı. Ayna ve çakmağı kırılmıştı. Muhtemelen üzerine düşmüştü. 

Şunu söylemek isterim; biz 18 kişi üç gün boyunca o sıcağın altında büyük bir sükût içinde çalıştık. Hepimiz adeta bir kişi olmuştuk. İçimize dönmüştük. Vicdanen rahattık. O sessizliğin içinde “Ne güzel bir yüz” diyen Halil’in sesi tekrar tekrar duyuluyordu. O yüzden unutamıyorum. 

BERİTAN HER KÜRDÜN EVİNİN FİLMİ OLDU

Berîtan başarıyla tamamlandı. Ya sonrası?

Berîtan şahsında tüm bu mücadelede hem kadın olarak özgürlüğünü hem de bir halkın özgürlüğünü savunan ve şehit düşenlerin gerçekliğinin artık tarihe bir not olarak bırakılacağını bilmenin vicdani rahatlığı oluşmuştu bizde. En çok emek veren Halil’di tabii. 

Belki Berîtan büyük şirketler aracılığıyla dünyanın her yerine gidemedi, festivallerde gösterilemedi ama Berîtan her Kürdün evinin filmi oldu. Elden ele yayıldı, evden eve, gençten gence… Ve inanıyorum dünyadaki hiçbir dağıtımcı şirketin yapamayacağını Kürtler Berîtan için yaptı. Ortadoğu, Kürdistan, Avrupa’da özelde Kürdistanlılar ve dostlarının evine tek tek girdi Berîtan.  

Kürt özgürlük hareketine büyük katkısı oldu. Demokratik, özgür yaşam arayışındaki tüm insanları özgürlük hareketi çemberinde topladı. 

Filmin korsanvari yayıldığı Halil’e söylendiğinde “Berîtan’a da bu yakışır” diyordu. Bence de doğru olandı. Devrimci sınır tanımazlığın bir örneğidir. Kürt halkının özgürlük hareketine her yerde yasaklar getiren bir zihniyete karşı “yasaklar ve sınırlarınız ulaşmamız gereken yere ulaşmamızda bize engel değil. Yasaklarınızı da sınırlarınızı da tanımıyoruz” mesajıydı. 

Berîtan’ın karakteri ve filmin dağıtım aşamasındaki yaşananlar aslında birbiriyle örtüşüyor. Sıradışı, asi, direnişçi bir kadının hayatı, büyük bir dağıtım ağı oluşturdu. Ve ulaşması gereken her eve ulaştı. 

Aslında bu filmle, tarihi değerimizi toplumumuza devretmiş olduk. 

DERVİŞ GİBİYDİ HALİL…

Şöyle bir anısı da var: Bir arkadaşı “Heval Halil film o kadar yayıldı, ne kadar geliri oldu?” diye soruyor. Halil de “Bilmiyorum, sormadım da. Bizim için önemli olan o değil. Mühim olan her yere ulaşmasıydı” şeklinde cevap veriyor. Arkadaşı ekliyor; “Bari sana bir takım gerilla elbisesi yaptırsalardı!” 

Çünkü Halil yeni elbise giymeyi sevmezdi. Paçaları, kolları yırtılana kadar giyerdi. Bazı yırtık elbiselerini zorla çıkartırdık. Ama bize vermezdi götürür yüksek bir yerde kimsenin ulaşamayacağı bir yere gizlerdi. Veda merasimi yapardı. Onlara yolculuklarına eşlik ettiği, terini çektiği, emeği boyunca yanında olduğu, sıcaktan ve soğuktan onu koruduğu için teşekkür ederdi. Derviş gibi bir insandı. Yeleği dökülüyordu mesela “Ama ben bununla şu başarıları elde ettim. Çıkarırsam uğurum bozulur. Yollarım kapanır” şeklinde düşünüyordu. Böyle inanışları vardı Halil’in.  

 Neyse ki gerilla terzihanesi, filmden sonra bir takım elbise gönderdi Halil’e. Yani filmin maddi tek geliri bir takım gerilla elbisesi oldu.

HALİL’LE SÖZLEŞME…

Berîtan’dan sonra Halil, başka bir projesi için Kuzey’e gitti ve projesini hayata geçiremeden şehit düştü. Kuzey’e geçmeden önce onunla bir yere kadar yolculuk yaptım. Uğurlamak için. Bana “Eğer dönersem filmlerinizi izlemek isterim” dedi. Aslında dönemeyeceğine dair hisleri vardı. Mesela bir senaryosu vardı elinde “size vereyim yapın” diyordu. “Söz ver, dönünce filmlerini izleyeceğiz” sözü üzerine sözleşme yaptık. 

Aslında Halil gittikten sonra yaptığım bütün çalışmalar bir bakıma bana öğrettikleri, öğrendiklerim, bıraktığı mirasın vicdani sorumluluğuydu. Diğer yanı ise gerillanın anlatıcısı O’ydu. Halil’in olmadığı bir gerilla mekanında insanların gözü arkada kalıyordu. O’nun olduğu bir yerde yaşananların kalıcılaşacağına dair de büyük bir güven… Gerillayı dile getirecek biri vardı ve bu gerilla için büyük manevi bir değerdi. O’nun şehadetiyle gerillalarda “kimse artık bizi yazmayacak, fotoğraflarımızı, görüntümüzü çekmeyecek” duygusu oluşmuştu.

Benim için; hem bir anlamda onun vasiyeti hem de bu devrimcilerin, gerillaların, özgürlük tutkusuyla dolu bu insanların yaşamının her anına sahip çıkmak, canlı tutmak bunun için çabalamak yeni yol haritamdı.

Yani sinemaya Halil’siz ama aynı zamanda hep O’nunla devam etmek bir vasiyet, bir sözleşmeydi. Tabi yönetmenlik de biraz mecburiyet oldu. İstemiyordum, kamera aşkım her şeyin önündeydi. Fakat bir anlamda onun öğrencisi olarak bir geleneği sürdürmek, mirasa bu yönüyle de sahip çıkmak için yüzümü yönetmenliğe döndüm. 

KAMERAYA VEDA

Sonraki projelerden bahsedelim o zaman…

Uzun yıllar dağlardaki çalışmanın ardından özelde de Rojava devrimiyle doğup büyüdüğüm yerlere geldim. Ancak şöyle bir durum vardı; yönetmen olunca kamerayı elime alamıyordum. Çünkü ilk kadrajıma giren gerillaydı, onsuz olmuyor gibiydi. Muhafazakarlık diyebilirsiniz. Ama yapamadım. Nedeni sadece gerillanın yüzünü çekememek değildi. Kamera salt gözümün güçlenmesi gerillanın yüzü, saçı boyu vd. değildi. Onların içindeki yansıtmamızı istedikleri gizli cevheri görebilmekle alakalıydı. Yani gerillalarda bu derinliğe inebiliyordum. Ve kamera da bunu görüp yansıtıyordu. Kamera bir araç gibi görünebilir, fakat değil. Saklı olanı açığa çıkarıyorduk birlikte. 

Halil’in elleri ve yüreğiyle öğrendiğim kamerada bir öğrencisi olarak güvenim tamdı artık kendime. Yönetmenlik aslında biraz da şartların zorunluluğu oldu. Halil’in şahadeti ve onun vasiyetleri vardı. Hala da kendime dönüp baktığımda en güçlü olduğum alanın kamera olduğunu söyleyebiliyorum. 

Halil’in boşluğu doldurulabildi mi ya da doldurulabilir mi?

Halil varken hepimizin sırtı sağlamdı. Sorunlar bir şekilde hallolurdu. Çaresizlik asla olmazdı. Ve O’nun bir gün olmayacağını hiçbirimiz düşünmemiştik bile. Çok hazırlıksızdık. Uzun bir süre bu yükün altında ezildik. Psikolojisi ağırdı. Tekrardan sinema yapıp yapamayacağımızı sorguluyorduk. Eğer yapamazsak vicdan azabıyla nasıl yaşayacaktık? Bize bıraktıkları, öğrettikleri! Yapacaksak da nereden başlayacaktık? Tüm bu ruh halleri bizi uzun bir süre yıprattı. 

Bize bıraktıkları ismi gibi dağlar kadardı. Mesela kurye gerillaların filminin yapılması onun vasiyeti ve isteği üzerineydi. Gerillaları bir yerden bilmedikleri başka yerlere getirip-götüren o kahramanlar da anlatılmalıydı. Onun projesiydi. Biz sadece kurguladık. Çokça materyal bırakmıştı; yazılar, konular, anılar… Tabii aslında önümüzü görmemizi sağlayan da O’ydu. Cesareti de oradan aldık zaten. 

REWİYÊN ŞAD

2010’da Rewiyên Şad (Mutlu yolcular) filmine başladık. Çok zordu. Şahadetin üzerimizdeki etkisi fazlaydı. Arada kalmışlık duygusunu yoğun yaşadık. Onsuz bir işe başlamak zordu… Buna rağmen başarıyla tamamladık. Farklı sebeplerden ötürü pek yansıtamadık o filmi maalesef. 

İlk yönetmenlik?

Sakine Cansız’ın mücadele dolu hayatını anlatan Sara “Hep Kavgaydı Yaşamım” belgeseli ilk yönetmenlik deneyimimdi. Örgütlenmesi yapılmıştı. Ortadoğu, Kürdistan ve Avrupa çapında. Ekibimiz amaçta ortaklaşmıştı. Tüm ekip çalışanları, yönetmen, yapımcı, kameraman diğer emekçiler hepsinin görevi eşit düzeydeydi. Çalışmanın özü kadınlardan oluşan ekibin ortak çalışmasıydı. 

Aslında film de onun yaşamı gibi zorlu bir başlangıçla oldu. Ağır bir ortamdı. Kürt halkı için başlı başına bir tarih olan bu kadın devrimcinin mücadelesinin hakkını verebilme çabasıydı. 

İlk yönetmenlik deneyiminde belgesel çekmek zor olmadı mı? Çünkü bambaşka bir dal.

Kurgu film aslında benim düşünce yapıma ve hayalimdekine yakın. Sara’nın belgesel olması kararı vardı. O yüzden zorlandık tabi. Çünkü sinemada başka bir dal belgeselcilik. Aslında yarı belgeseldir Sara filmi. Öyle yorumlanabilir. Hem sinema hem de belgesel tadında. Farkında olmadan böylesi bir örgüye büründü. 

Konu itibariyle çok ağırdı. Böylesi büyük bir devrimciyi anlatırken başarısız olma lüksünüz yok. Psikolojik baskısı yoğundu. Tüm bunlarla birlikte ekip olarak tüm gücümüzü seferber ederek O’na layık bir çalışma yürütme çabasında olduk. 

Neden zordu? Herkesin kafasında kendi Sara’sı vardı. Herkesin farklı anıları vardı ve onu kendi cephelerinden okumuşlardı. Fakat bizim ele aldığımız Sara var olan herkesin Sara’sından farklı olabilirdi. Çok geniş, her yere dokunmuş bir hayat vardı karşımızda. Tarihi bir kadın devrimci! Tabii ki bir filme sığmayacak şeylerdi. Elimizden geleni ortaya koyduk diyebilirim. 

‘SARA BENİ YENİ BAŞTAN YARATTI’

Bugün dönüp baktığınızda, keşkeleriniz oldu mu?

Şimdiki aklımla yapsaydım daha farklı olurdu. Aslında filmlerimizi ele aldığımızda şuna inanıyorum; kendimi herkesten daha sıkı eleştiriyor, yorumlayabiliyor ve eksikliklerimi görebiliyorum. Tabii ki gelen eleştirilerle birlikte. Bunu Sara belgeselinde de yaşadım. 

Sara çok başkaydı bunu tekrar tekrar söylemek istiyorum. Onun yaşanmışlıkları beni yeni baştan yarattı. İnadı, mücadelesi, asiliği… Her filmde kahramanının birçok özelliğinden nasibini alıyor insan. Olumsuz yanlarını görebilme fırsatı sunuyor. Kişilikleri etrafında toplanan gerçek ister istemez sana da etkide bulunuyor. Karakter paylaşımı oluyor. Yani Sara filminden ziyade büyük kazanım olarak gördüğüm onun yaşamından aldığım örnekler. ‘Bu hayatta neye kilitlenmeli ve nasıl başarmalıyım?’ bunu öğrendim. Yine, zorluklar karşısında nasıl boyun eğmem, pes etmem? Her zorluktan yeni yaratımlarla çıkmayı, yeni filizlenmeler doğurabilmeyi öğreniyorsun. Filmin başlangıç aşamalarında duygu olarak zorluklar yaşıyordum ve bana çok yardımı oldu. Her aşamada yeni bir sorgulama başlıyor ‘ben olsaydım ne yapardım?’ şeklinde yoğun sorgulamalarım oldu. Çoğu zaman Sara’nın çıkardığı sonuçlarla örtüşmediğinde doğruya hangi yoldan gideceğimin yöntemini öğrenmiş oluyordum. Sara Belgeseli bugün baktığımda yarı yarıya başarılı bir çalışmadır. 

RÛPELÊN SOR

Seni tanıdığımız kadarıyla bir filmi çekerken bir sonraki için projen ya yazılı ya da düşünsel olarak hazır oluyor. Sara üç yılını aldı, bu arada var mıydı aklında bir proje?

Evet. Kafamdaki senaryo, taslağıyla duruyordu. Rûpelên Sor (Kızıl Sayfalar) adlı filmi düşünüyordum. Çünkü Rojava Devrimi başlamıştı ve tüm dünyanın gözü Rojava’daydı. Film bir şairin Rojava Devrimi’ne katılışını anlatıyor. 2016’da başladık. 

Gerçek bir hikaye mi?

Evet. Medya adlı kadın şairin hikayesi. Devrim yeniydi, savaş tüm şiddetiyle sürüyordu. Hem Kuzey’de hem de Rojava’da yoğun bir savaş vardı. Ve bu iki savaşın ortasında çektik filmi. Nusaybin’den çatışma sesleri geliyordu. Öyle oluyordu ki; Türk savaş uçaklarının bombardıman sesinin kesilmesi için saatlerce bekliyorduk! 

Neden Rûpelên Sor?

Çünkü, şair bir savaşçının hayatı ve yazdığı şiirlerde ise Kürdistan’a varlıklarını adayan savaşçıların hikayeleri vardı. O şiir defterinde söz konusu kahramanların fedai gerçeği vardı. Ve onların yazdığı bu tarih kendi kanlarını akıttıkları bir toprağın tarihi. Öyle yazılmıştı ve biz de bunu esas alarak Kızıl Sayfalar- Rûpelên Sor dedik filmimizin adına. 

OYUNCULAR, GERÇEK SAVAŞÇILAR

Nerede çektiniz tam olarak?

Rojava’nın Cizirê bölgesinde. Qamişlo, Derik, Til Berak, Serêkaniyê bölgelerinde. Savaşın yoğun yaşandığı bölgelerin hepsinde çekim yaptık. Ve oyuncularımız aslında o alanlarda savaşan savaşçılardı. Gerçek savaşçılar yani. Olağanüstü durum olduğunda işimizi durduruyorduk, savaşçılar mevzilerine gidiyordu. Şu risk hep vardı; oyuncun olan savaşçıya her an bir şey olabilirdi. Sıcak savaşın ortasındaydık çünkü. Bir keresinde Qamişlo’dayken rejim ve YPG arasında çatışma yaşanmıştı ve bizim oyuncumuz olan savaşçılar gidip döndükten sonra çekimlerimize kaldığımız yerden devam edebildik. 

Sanat; zorlukların yaşandığı yerde, mücadele ruhunun yoğun olduğu, tarihin canlı yaşandığı yerde yapılınca çok daha anlam kazanıyor. Bir yandan hala sıcak bir savaşın içinde olan bir toplumun sanatını ertelemeden, ikisini paralel yürütebilmesi çok önemli. Çünkü özgürlüğü beklemek, ortalığın durulmasını beklemek sonra bunun sanatını yapmak bizim gibi toplumlar için pek de olmaması ve ısrarla kaçınmamız gereken şeyler. Direnenlerin görevini yaptığı sırada, sanatını yapacaklar da görevleri kucaklamalı. 

Dağdan, şehirlere geçiş bir anlamda. Dağ bir bakıma doğal bir plato. Şehir işi karmaşıklaştırmadı mı? 

Dağda film çekerken aslında bir sisteme kavuşturmuştuk kendimizi. Nasıl çalışacağımıza iş koordinasyonunu nasıl yöneteceğimize dair bir rotamız oluşmuştu. Fakat şehre geliş ve burada film yapmaya başlama bizi aslında alt üst etti. Şehirde film çekmenin yabancısıydık. Ekonomik boyutundan tut örgütlendirilmesine kadar. 

Dağda herkesin hayatı, bulunduğu ortamın gerçekliği ekseninde tezahür ediyordu ve biz de buna dahildik. 6-7 kişilik ekiple şehirde bir filmin örgütlemesini yapabilmek bayağı efor gerektiriyor. 

Mesela film gereği bir caddeyi nasıl kapatırız, bir anneyi çocuğundan nasıl ayırırız, çocukları nasıl getirebiliriz? Bunların hiçbiri dağda yaşamadığımız ve hayatımıza yeni dahil olan gerçekliklerdi. Bir de halk ilk defa karşılaşıyor set ortamıyla ve nerede çekim olsa büyük bir kalabalık toplanıyor. Her biri ayrı bir sıkıntıydı. Ne yapacağımızı bilmiyorduk. Zamanla destek çoğaldı, yol yöntem gösterenler oldu. Şehir sinemacılığının bürokrasisinden hiç haberimiz yoktu. Teknik ekibin hazır olmasıyla iş bitmiyordu. Örneğin set’in sadece yemeğini ayarlamak başlı başına bir meseleydi. 

Dağda, gerillanın kostümü belliydi. Kostüm, sinemada başlı başına bir dal ve önemli bir dal. Aksesuardan tut dile kadar. Gerillada ortaklaştırılmış bir dil vardı. Bir de toplumun dili var, yöresel. Buna hakimiyet gerekiyor. Nereden bakarsak bakalım, çok zordu ve zorun içinde bir şeyler başarmak gerekiyordu. 

Gerçek silahlar, gerçek patlayıcılar kullanmak sıkıntılı, tehlikeli olmadı mı? 

Devrimci halk savaşı yürüyordu. Ve toplum kendi kendini koruyordu. Onları gerçek oyuncular olarak filme dahil etmek, gerçek silahların kullanılması tehlikesi büyük bir iş. Riskliydi. Ve biz bu riski göze aldık. Korktuğumuz şeyler başımıza geldi de. Şehadetler yaşanmadı ama yaralanma oldu. Savaşçı oyuncularımızdan biri yaralandı bu yüzden. Şimdi çok iyi, zaten sonradan yeniden çalışmaya dahil oldu. 

Peki bu durumlar geri adım attırmadı mı sana, yani korkmadın mı?

Genel anlamda hayır. Çünkü hep savaş filmi çektik. Devam edilmeliydi. Ama kişi olarak o savaşçının yaralandığı birkaç saat benim ömrümün yarısını götürdü. İyi olduğunu öğrenene kadar hayatım durmuş gibiydi. Bir filmin bir insanın canına mal olması kadar ürkütücü bir şey olamaz. Savaş esnasında kazalar olabilir. O işin doğasında olan bir şey fakat sinema çekerken bir insanı kaybetmek korkunçtur. Affedilemez, her şeyden önce sen kendini affedemezsin! Çok ağırdı. Yani o savaşçıya bir şey olsaydı o film de biterdi. Muhtemelen ben de asla film çekemezdim. 

YARIN: Rûpelên Sor’da baş rol oynayan Nujiyan Erhan’la anılar, Şengal filminin detayları ile Kürt ve dünya sineması üzerine fikir ve eleştiriler…