Kültür ve doğasına özlü bir bakış
Öncelikle belirtmekte fayda var, kültürün standart bir tanımını yapmak zordur. Çünkü kültür kimliktir. Bir halkın veya ulusun kendini var etme tarzı, dilidir.
Öncelikle belirtmekte fayda var, kültürün standart bir tanımını yapmak zordur. Çünkü kültür kimliktir. Bir halkın veya ulusun kendini var etme tarzı, dilidir.
Öncelikle belirtmekte fayda var, kültürün standart bir tanımını yapmak zordur. Çünkü kültür kimliktir. Bir halkın veya ulusun kendini var etme tarzı, dilidir. Sadece bu tanımdan yola çıksak kültürün kendi doğasına içkin çoğulcu temasını buluruz. Bundan olsa gerek bugün kültür kavramına dair 200’e yakın tanım olduğu söylenmektedir. Bu anlamda bu dosyada daha spesifik olarak tanımı, özgünlükleri, doğası, ahlak ve devrim ile ilişkisine odaklanacağız. Bu sayede zihinsel dünyamızın toplumsal kodlarını ideolojik çerçevede anlamlandırmaya çalışacağız. Haliyle ilk olarak kültür kavramının özüne biraz bakmak gerekiyor…
ETİMOLOJİK AÇIDAN KÜLTÜRÜN TANIMI
Kültür, Latince “colore” fiiline dayanıyor. İngilizce ’de de “tarım” demek. Temelde çevirmek, döndürmek, tarlayı sürmek, işleyip bakımını yapmak gibi anlamları var. Yine Grekçe’de bu kavramı karşılayan kelime “pedia” sözü, “çocuk yetiştirmek, terbiye etmek, eğitmek” anlamına geliyor.
Roma kültüründeki bakış ise daha ilginçtir. “Anlama”(intellectus) ve “açıklama”(dissere), “tartışma”(disputandum) gibi bilinçle ilgili sözcüklere dayanıyor. Bugün sözlüklerde yer alan “muhakeme, eleştirme, yeteneklerinin yaşantılar yoluyla geliştirilmesi, bireyin bilgi kazanması” tanımları da bu köklerle ilintilidir. Kürt Halk önderi Sayın Öcalan’ın tanımına geçmeden önce, yukarıdan bahsedilen tanımları özetle toparlamak açısından antropolog Bronislaw Malinowski’nin kültür tanımına bakalım:
“İnsan, yaşamak için doğal çevresini sürekli olarak değiştirir. Dış çevre ile olan ilişkileri sonucunda kendine suni bir çevre daha yaratır. Korunmak ve beslenmek için çeşitli ev ve barınaklar, silah ve aletler yapar, türlü şekillerde yemek hazırlar ve pişirir. Taşımak için araç ve yol yapar. İnsanı çevreleyen bir maddi çevre, kültürün en belirli, elle tutulur ve gözle görülür yönüdür ki, bu maddi kültürü teşkil eder. Ancak kültürün bu maddi yönü, insanın sosyal hayatının devamı için tek başına yeterli değildir. Çünkü söz konusu maddi kültür ürünlerini yaratmak, kullanmak ve idare etmek için bilgiye, fikri ve ahlaki disipline ihtiyaç vardır. Bu halde maddi kültürün doğuşu ile birlikte, kültürün ondan daha karmaşık ve gözle görülmeyen başka bir yönü vardır; bu da kültürün manevi-toplumsal yönüdür” diyor Malinowski.
ÖCALAN İÇİN EN TEMEL KAVRAM: KÜLTÜR
Kültüre bütünlüklü yaklaşan bu tanımı daha anlamlı kılmak için Sayın Öcalan’ın kültür tanımına bakalım. Savunmalarının son cildine(5.kitap) kavramsal çerçeve ile başlar ve ilk ele aldığı kavram “kültür”dür. Kültüre farklı bir perspektiften yaklaşarak özgün bir tanım getiriyor. Kültürü “insan toplumunun tarihsel süreç içinde oluşturduğu tüm yapısallıklar ve anlamlılıklar bütünü” olarak görüyor. Bu tanımı genel bir tanım olarak görürken, dar anlamda bir tanım daha yapıyor. Dar anlamda kültür “toplumun anlam dünyası, ahlak yasası, zihniyeti, sanat ve bilimidir.” Bu dar anlama politik, ekonomik, sosyal kurumlar eklediğimizde genel tanıma varırız.
YAPISALLIK VE ANLAMSALLIK NEDİR, NASIL ANLAŞILMALIDIR?
Sayın Öcalan’ın geliştirdiği tanımda geçen “yapısallık” ve “anlamlılık” ne demektir?
Yapısallıktan kasıt, dönüşüme açık kurumların bütünü iken; anlamlılık, dönüşen kurumların zenginleşen ve çeşitlenen eşgüdümlü anlamlılık düzeyi veya içeriğidir. Yani yapısallık yapının maddi, somut çerçevesi; anlam ise, bu maddi somut çerçevenin içeriği, hareket ettiren, duygulu ve düşünceli kılan yasası olarak belirlemek mümkündür.
KÜLTÜR VE OLUŞ!
Tanımda bahsedilen anlam-yapı bütünlüğü oluşun doğal dilidir. Bu dil ikilidir ve ilişki karşılıklıdır. Bu ikili yapının birlikteliği olmazsa olmazdır. Birinin diğerini bastırması anormallik doğurur. Hiyerarşi, özne-nesne ayırımı, devletçi zihniyeti doğurur. Nasıl ki oluş için enerji-madde veya ruh-beden ikilisi gerekliyse ve bunlardan biri olmadan diğeri anlamsız veya olmazsa, kültürel oluş için de anlam-yapı birliği şarttır. Kültürü sadece bir zihniyet dünyası olarak tanımlamak yetersiz olur. Zira her anlam, ruh, enerji, eş deyişle soyutluk, görünmezlik, kendini görünür kılmak ister. Görünmezlik için görünür olmak, bir gerçekleştirme ve kendini oluşturmadır. Anlamın anlamına kavuşması için bu gereklidir. Bu, potansiyel olarak her şey olabilecek denli yetkin olan anlam güçleri için bile öyledir. Her şeylik bir şeye dönüşmez ve kendini görünür kılmazsa o halde oluşmamış ve hiçbir şey olarak kalmış demektir. Anlam-yapının birlikte olmayışı Öcalan’ın dikkat çektiği üzere; çürümeye, vahşice parçalanmaya ve yenmeye terk edilmiş leşe benzer. Dolayısıyla bir toplumun kültürel olarak tanımlamak için onu mutlaka kurumsal ve anlamsal bütünlük içinde değerlendirmek şarttır…
Bu bağlama sadık kalarak şimdi kültürün doğasına, özelliğe eğilip; insanlaşma, toplumsallaşma ile beraber neden insan ile direkt ilişkili olduğuna, neden insanın yarattığı her şey olarak tanımlamak gerektiğine değinebiliriz.
KÜLTÜR, “DOĞAYA RAĞMEN” İNSANIN YARATTIĞI HER ŞEYDİR!
Kültür, doğaya rağmen insanın yarattığı her şeydir. “Doğaya rağmen” olumsuzluk, karşıt anlamında değildir. Doğa içinde anlaşılmalıdır. İnsanın canlı bir varlık olarak yeryüzünde yaşam mücadelesinde ihtiyaç duyduğu bir takım ürünleri sağlayıp kendi varlığını güvenceye almasıdır. Bir varlık olarak insanın yeryüzünde yaşaması için karşılaması gereken temel ihtiyaçlar nelerdir?
İnsanın temel güdüleri olarak açlık, korunma ve cinsellik güdüleri vardır. Bu güdülere cevap verilmesi uğraşı, en basit yaşam davranışıdır. Güdülere dayalı yaşam en basit yaşamdır. Hayvanlar böyle yaşar. Ama insan böyle olmaz. Böyle olmadığı için de kültür yaratması lazımdır. Özellikle açlık ve korunma güdüsü ki bunlar insanın en zayıf tarafıdır, bunların neden olduğu biyolojik ihtiyaçlar giderilmeden insan yaşayamaz. İnsan kültür yaratan bir varlık olmasının temelinde bu güdülere cevap verme uğraşı yer almaktadır. İnsan güdülerinin gücü de bu zayıflığın giderilmesinde devreye girmiştir. Güdüler öğretmiştir, yol göstermiştir. Tabi bu kültürel bir varlık olmamız için yeterli değil. Çok önemli bir şey daha gereklidir, o da toplumsallaşmadır.
TOPLUMSALLAŞMA OLMADAN KÜLTÜR OLMAZ
Toplumsallaşma olmadan kültür olmaz. İnsan doğanın en zayıf varlıklarından biridir. İnsanın kendi ayakları üzerinde durabilmesi için hiç olmazsa on yaşının üzerine çıkması gerek. İnsan, zayıflığını gidermenin yolunu toplumsallaşmada bulur. Toplumsallık olmadan insan tür olarak var olamaz. Bu anlamda toplumsallık insan türünün varoluş koşuludur. En güçlü birey bile bir toplum olmadan ayakta duramaz. Toplumsal yaşama, doğada bir tarzında işleyen ‘biraradalığın’ insan türünde cevabını bulmuş gerçeği olarak bakmak en doğru yaklaşımdır. Toplumsallık tam bir paylaşım ve dayanışma organizasyonudur. Toplumsallığı var eden işler paylaşım-dayanışmayı esas alan işlerdir. Bu işlerin sonuçları paylaşımı zorunlu kılar. İş eylemi emeği doğurur. Emek süreci ve karşılanan ihtiyaç önemli rol oynuyor. Ağaç vardır ama ağaçtan gemi yoktur. Taş vardır ama taştan ev yoktur. Koyun vardır ama yoğurt yoktur. İşte tüm bunları insan yapar. Kültür bu yaratım süreçlerinin tümündeki sonuçlardır. Bu sonuçlara yol açan insanın eylemleridir. İnsandan başka hiçbir canlı ağaçları, çeşitli aşamalardan geçirip keresteden ev yapmaz aynı şekilde gemi yapmaz. Böyle bir şey doğada oluşmamıştır. Bunun için insanın yaptığına kültür diyoruz.
KÜLTÜR, TARİH BOYUNCA YARATTIKLARIMIZDIR!
İnsan kendisini, yaptıkları temelinde tanımlamaktadır. O zaman biz kültür derken insandan bahsederken de aslında insanın emeği ile yarattıklarından bahsediyoruz. Bu noktadan hareketle, bu nasıl bir insandır, grup veya toplumdur, halktır denildiğinde öyle çok soyut tanımlar geliştirmek yanlış olur. Kültür yaşam tarzıdır, tarih boyunca yarattığımız şeylerdir. O zaman bir insan, grup veya halkı ele alırken “bunlar kimdir” sorusuna cevap, yarattıklarına bakarak verilmek durumundadır.
Eğer herhangi bir toplumu insanın günceldeki durumu ile tanımlamaya kalkışırsak ne olur? Basit bir dille, bu aşırı bir bencillik olur. Benmerkezcilik olur. Zaten böyle olsaydı her birimiz her şeyi sıfırdan başlatmak zorunda kalacaktık. Hiç görmediğimiz, bilmediğimiz, sandığımız birçok şeyi yaşıyor olmamızdan da anlaşıldığı gibi; bireyi ve toplumu tarihsel olarak yaşananlardan kopuk tanımlamak mümkün değildir. O zaman kültürel tanımlamada da en basitten en karmaşığa kadar her düşünce kalıbının söz ver davranışın uzun bir geçmişinin olduğunu bilerek yapılan tanımlamadır. Bazı davranış hatta sözlerimizin en az on beş bin yıllık geçmişlerinin olduğunu bilmek durumundayız. Buna paralel olarak insan nasıl yaşamış ve hangi tarihsel süreçlerden geçmişse, kültürel değerler de o tarihsel süreçler içerisinde yeni ihtiyaçlar temelinde ortaya çıkmışlar, o ihtiyaçlar nasıl giderilmişse onları izleyerek bir değişim ve dönüşümü yaşamışlardır. İnsanın kültürel değişimini bu biçimde izlemek anlamlı ve doğru olandır. Bundan ötürü geçilen tarihsel süreçler, söz ve davranışlarımız üzerinde etki bırakır…
KÜLTÜR, KALICILIKTIR ve KOMÜNALİTE ÜZERİNDEN İNŞA OLMUŞTUR.
Kültür, aynı zamanda kalıcılığı da ifade eder. Kalıcı kültür toplumsal yönü güçlü olan kültürdür. Yani doğa ile insan ilişkisinde insana yaşama olanağı sağlayan ve toplumun kendi içerisindeki zorluklarına rağmen insanı toplumun bir üyesi yapan değerler bütününden bahsediyoruz. İnsana yaşama olanağı sağlayan ve kalıcılaşan şey nesiller arası sürekli aktarılır. Ve ihtiyaçları gidermede her zaman rol oynar. İnsanın ihtiyaçları temelinde doğan boşlukları, gereksinimleri giderme çabası kültürel değişimin temellerini oluşturur. Tabi bunları nasıl değiştireceği konusunda yine insanın yarattığı kültür ürünleri, kimliğini ifade eden maddi ve manevi değerler önemli oranda belirleyici rol oynar.
İnsanlık temelde iki değer sistemi yaratmıştır. Bunlardan birincisi insanlaşmayı var eden insanın bir varlık olarak dünyamız üzerinde yaşamasını sağlayan komünal değerler sistemidir. Diğer yaratım biçimi ise devletçi ve iktidarcı egemenlikli toplum dediğimiz şekilleniştir. Burada ayırt edici durum, bunların toplumsal sistem içinde nasıl tanımlandığı insanların hizmetine ne biçimde koşturulduklarıdır. Bu iki sistem birbirine kökten karşıttır. Bir örnekle sadeleştirelim. Örneğin saban veya traktör tarım için icat edilmiş kültürel araçlardır. Toplumun açlık sorunlarının giderilmesine katkı yaparlar. Buraya kadar sorun yoktur. Ama bu araçların nerede, nasıl kullanıldıkları sorusunun cevabı, bu kullanmanın komünal kültürü mü yoksa devletçi kültürü mü iade ettiğini ortaya çıkarır. Bir neolitik köyünde saban tarlada kullanılıyorsa, kullanma biçimine ve onu kullanan insanlarla bu saban ilişkisine bakarak, ortaya çıkan ürün tüm köyün ise saban komünal demokratik kültür temelinde kullanılıyor deriz. Tersine ağanın tarlasını veya kapitalist birinin çiftliğini sürüyorsa, o zaman bu araç devletçi ve egemenlikçi kültür için kullanılıyor deriz.
KÜLTÜR- SANAT İLİŞKİSİ: SANAT, KÜLTÜREL BİR YANITTIR!
Komünal demokratik temelinde kullanılan, topluma fayda sağlayan her eylem için toplumsallık vurgusu yapmıştık. Toplumsal olan güzeldir. Güzel olan da sanatsaldır. Kültür ve sanat bağı önemlidir. Sanat, kültür ürünlerinin kendisini en rafine haliyle dışa vurduğu bir alandır. Sanat sayesinde insan kendi duygu ve düşüncelerini biçimlendirir. Sanat, kültürel bir yanıttır. Mesela bazı temel gereksinimlerinden metabolizma, güvenlik, hareket, büyüme, sağlığa verdiğimiz kültürel yanıtlar sırasıyla besin sağlanması, koruma, etkinlikler, yetiştirme ve hijyendir. İnsanın her eyleminde sanatsal bir yan vardır. Çünkü güzeli bulma, yaşama amacı vardır. Kültür değerlerini doğadaki diğer tüm değişimlerden ayıran temel özellik sanatsallık yönüdür. Sanatın bir özelliği de yaşama dair olan her şeyi kendi konusu olarak görmesi ve değerlendirmesidir. Çoğu zaman kültür ve sanat diyerek, ikisini beraber kullanmamız bundandır. Kültür değerlerinin kimlikleşmesinde bu anlamda sanata çok rol düşüyor. İnsanın kendinden doğaya kattıklarının, insani olanların hepsinde sanatsallık vardır. Kültür ve sanat ilişkisinden bahsederken, kültürün kendisini en geniş biçimde ifade edebildiği dil, düşünce ve hafıza konusuna da değinmek gerekir.
KÜLTÜR, DİL, DÜŞÜNCE ve HAFIZA İLİŞKİSİ
Bir insanın düşüncesinde ve dilinde yaşamın diğer alanlarına ait kültürel değerler bulunabilir. Bu anlamda dil ve düşünce alanı kültürel zenginliğin en rahat bulunabileceği alandır. İnsan bütün yaratımlarını düşünerek yapıyor. Yaptığı bütün ürünler düşüncesinde bir yansımaya kavuşuyor. Kültür açısından diğer önemli bir şey, toplumsal yaşamın insanlığın belleği, hafızası olmasıdır. Toplum sadece insanların bir araya gelmesi değildir. Toplum aynı zamanda insan yaratımlarının içinde kalıcılaştığı, bir yaşam alanıdır. Bu yaşam insan açısından bellek oluşturmadır. Yani geçmiş yaratımların hafızaya dönüşmesi de toplumsal yapının bir sonucudur.
KÜLTÜREL FARKLILIĞI NASIL OKUMAK GEREK!
Çeşitli başlıklarda kültürün ne olduğuna, ondan neyin anlaşılması gerektiğine bakıldı. Şimdi kültüre dair daha özgün bazı noktalara bakalım. Bunlardan ilki kültürel farklılık konusudur.
Kültürel farklılık neyden kaynaklanmakta? Bu kültür açısından özgün bir durumdur. İnsanlar neden kültürel bir farklılık yaratma gereği duymuşlardır? Madem hepimiz düşünüyoruz, düşünce de aklın ürünü diyoruz, her zaman her insanın duygu ve düşünceleri var diyoruz, o zaman neden tüm insanlar birbirlerine benzer düşünmüyorlar? Neden tek bir biçimde köy yok? Neden tüm insanlar aynı dilde konuşmuyor? Benzer bir biçimde tarım yapmıyor?
Bir kültür nerede, hangi koşullarda hangi temeller üzerinde şekillenmişse onun üzerinden bir gelişimi yaşar. Burada dikkat etmemiz, göz önünde bulundurmamız gereken nokta, insanın coğrafya ile olan ilişkisidir. İnsan elde ettiği ürünlerin tümünü doğadan devşiriyor. O zaman insanların üzerinde yaşadığı coğrafya parçasında kendileri ile doğa arasında kurdukları ilişkiler çok önemli oluyor. Coğrafyanın insana sunduğu imkânlar ve o coğrafyanın biçimi çok somut bir şekilde düşünce ve dil üzerinde etkide bulunuyor. Bu da insanların farklılaşmasında köklü bir rol oynuyor.
KÜLTÜR ve COĞRAFYA İLİŞKİSİ, COĞRAFYANIN ÖNEMİ!
Bunu somutlaştıralım, mesela Kürdistan’daki bir köy ve onun ev biçimleri, kullanılan malzemeler ile Hindistan’daki veya Nil vadisindeki bir köyden farklıdır. Coğrafi farklılık, iklimsel koşullara bağlı olarak insanlara imkân sunuyor veya zorluk çıkartıyor. Örneğin Hindistan’da bir köy çamurdan kerpiçle yapılmaz, çünkü iklimi tropikaldır ve sürekli yağmur yağar. Hava yağışlıdır, o halde yağmurdan etkilenmeyecek bir madde bulması gerek. Kürdistan iklimi hem sıcak hem de soğuktur. Burada da yapılacak bir yapı ikisinden de korumalıdır. İki mekânda da ihtiyaç duyulan ürünün yapılmasına imkân sunan maddeyi tanımaları gerekir. Her iki yerdeki insan, aynı ihtiyaca, yani barınmaya, cevap arıyor. Ama doğanın dayattığı sorun farklıdır. Bir yerde yağmur, bir yerde de sıcak ve soğuk vardır. Onun için Kürdistan’da insanların bulduğu yöntem çamurdan ev yapmak olmuştur. Kerpiç icat edilmiştir. Hindistan’dakiler de kamıştan ve yapraktan ev yapmışlardır. Hindistan’ın coğrafi koşullarında yerleşik yaşamın gelişmesi için insanların kesinlikle ağaçlardan, yapraklardan ve kamışlardan ev yapmaları gerekiyor. Çünkü çamurdan barınak yağmura dayanmaz. İşte bu durum, doğa ile insan arasında kurulmuş harika bir ilişkidir. Kültürel farklılıkların oluşması, insanın kurduğu ilişki biçiminden doğar. Yani farklı toplumlar, bu toplumların farklı kültürel değerlere sahip olması, birilerinin canı istediği için değil, doğa ona emrettiği için öyle olmuştur. Tam da bu noktada egemenlerin toplumsal farklılıklara yaklaşımlarını, ele alış biçimlerini ve arkasına sığındıkları yalanı görmek gerek. “Tanrı böyle istedi”, “böyle olması gerekir”, “ulusu ve ulus değerleri biz geliştirdik” vs. diyor Kapitalist modernite.
Demin verdiğimiz iki farklı yerdeki ev örneğine geri dönelim. Çamurdan olsun, ağaç veya kamıştan olsun ev yapmak için bir sürü aşama gerekiyor. Bunları oluştururken kullandığımı aletler farklıdır. Biri küreğe diğeri testereye ihtiyaç duymaz. Burası çok önemlidir. Barınma sadece küçük bir örnektir. Hayatın tüm alanları için aynı şey geçerli. Bu işleri yaparken birbirimiz ile kurduğumuz ilişki, emek süreci, farklı araç yapımı da göz önünde bulundurulmalı. Pratik, insanları düşündürür. Düşünce pratiğe neden olur. İnsan gelişimi açısından bir kere bu diyalektik işlemeye başladıktan sonra bunun önü alınamaz. Bu derinleştikçe coğrafya ile olan ilişki, köklü bağlanma ve insan arasındaki diyalektik birliktelik her coğrafyanın kendi koşulları içinde farklı bir kültürel yapılanmanın ortaya çıkmasına neden olur. Duyguda bunun yansıması yurtseverliktir. Yurtseverlik, toplumların yaşadıkları topraklarda doğanın kendilerine sundukları imkânlara minnet borçlarıdır. Ve oldukça insani olan bir kültürdür.
O halde rahatlıkla kültürel yaşamın çeşitliliği zenginliktir. Bu zenginlik dile yansır. Türkü, masal, hikâye, halk dansları, atasözleri ile de açığa çıkar. İnsan doğanın düşünen aklıdır. Doğa-insan arasındaki ilişki, yaşamak için ihtiyaç duyulan araçlar ve yöntemleri ortaya çıkarmış, bu da insanın doğada farklılaşmasına neden olmuşsa, aynı zamanda toplumun kendi içerisinde yarattığı maddi ve manevi sorunları aşmak da insanları farklılaştırmıştır. Bu noktada da zihniyet da zihniyet kalıpları ile ilişkili yaşam duruşu ortaya çıkmaktadır.