Padel: Öcalan’ın yazıları bütün dünya için önemli

Kürt halkının sadece kendileri için değil, bütün dünya için alternatif bir demokrasi modeli sunduğunu söyleyen Uluslararası Barış Heyeti Üyesi Felix Padel, “Öcalan’ın yazıları bütün dünya için önemli” dedi.

Uluslararası Barış Heyeti üyesi antropolog ve sosyolog Felix Padel, demokrasiye doğru evrimleşmenin kalkınmayla değil doğa ile barışık bir biçimde yaşamakla mümkün olacağını vurguladı. Aynı zamanda Charles Darwin’in küçük torunu olan Padel, Abdullah Öcalan’ın ekolojinin önemini içselleştirdiğin belirterek, pek çok Ortodoks Marksist sanayileşmeye inandığını ve ekoloji meselesini anlamadığını söyledi.

Uluslararası Barış Heyeti üyesi antropolog ve sosyolog Felix Padel, Londra’da doğdu. Önce Oxford Üniversitesi’nde antik tarih okudu, sonra Yeni Delhi Üniversitesi’nde sosyoloji. Antropoloji doktorasını da Oxford’da yaptı. Padel, ANF’nin sorularını yanıtladı.

Yerli halklara merakınız nasıl başladı?

Orijinal kültürlere ve yerli halklara karşı bir ilgim vardı. Doktoramı yaparken antropoloji meselesini tersine çevirmeye karar verdim. Antropolojide yerli halkları araştırıp incelemek yerine tam tersine İngiliz sömürgeciliğinin yerli halklara empoze ettiği iktidar sistemini incelemeye başladım. Halkları akademik ve antropolojik olarak incelemek, onların üzerinde kurulan politik egemenlikle ilgili bir şeydir ve ben İngiliz sömürgesi altında uzun yıllar yaşayan Hindistan’daki yerli halkların durumunu inceleyerek işe koyuldum.

İngiliz sömürgeciliğinin Hindistan halklarında yarattığı etkiler nelerdi?

Genellikle İngiliz politikasının özü; böl ve yönettir. Özellikle kabilelerin yaşadığı bölgelerde İngilizler ‘barış’ getirmek için yönetimler kurduklarını öne sürseler de tam tersini yapıyordu. Özellikle iktidar ve iktidar yapıları üzerine çalışan bir antropolog ve sosyoloğum. Yazdığım tezde bu iktidar yapısını; yönetim-polis-kilise misyonerleri ve de antropologlar olarak tarif ettim. Misyonerler, eğitim getirip hastaneler kurdu. Hindistan’da şimdi bile kabile bölgelerinde eğitim meselesi çok problematik bir meseledir. Polis, yerli halkların çocuklarını denetim altında tutmak ve asimile etmek hedefiyle zorla yatılı okullara gönderiyor. Çocukların kendi dillerini konuşmalarına, kültürlerini yaşamalarına izin verilmediği gibi isimlerini değiştirmek zorunda bırakıyorlar. Eskiden de Hristiyan misyonerler gittikleri her yerde bunu yapıyorlardı, ancak Hindistan’da hedef, kabileler içinde eğitim görmüş bir elit zümre yaratmaktı ama artık Hindistan’da amaç Avustralya ve Kanada’da olduğu gibi yerli halkı asimile etmek. Buna da biz kültürel soykırım diyoruz.

Hindistan ile Türkiye’deki iktidarların benzerliği var mı?

Hindistan’a çok benziyor. Hindistan’da şu anda Hindu milliyetçiliği var. Türkiye’de de seküler Kemalizm ve İslamcı damar karışımı var. Bu da azınlıkların bastırılmasına neden oluyor. Polisin rolü çok benzer. Hindistan’ın tersine burada teknolojik olanaklar daha yüksek. O açıdan polislerin kocaman araçları ve çeşitli malzemeleri yok, kocaman sopaları ve tüfekleri var. İki noktada çok benzeşiyorlar;

* İşkence

* Çatışma süsü verip öldürme.

Hindistan devleti yerli halklara karşı tıpkı sömürgeciler gibi mi davranıyor?

Bir bakıma benzer, bir bakıma daha kötü.

Farklı kültürleri olduğu için mi?

Kısmen kabile halkları, Hindistan’ın orijinal halkı biziz dedikleri için. Tıpkı Kürtlerin de Türkiye’nin kadim ve orijinal halklarından olması gibi. Önemli bir sebep de kabile halklarının daha uzak bölgelerde yaşıyor olması ve bu bölgelerin maden konusunda çok zengin olması. Bu nedenle maden şirketleri bu kabilelere karşı yürütülen operasyonlarda baş rolü oynuyor şu anda…

Siz aynı zamanda Uluslararası Barış Heyeti üyesisiniz ve İmralı tecridine karşı çok sayıda çağrınız oldu. Kürt meselesine nasıl ilgi duydunuz?

Kürtlerin durumu ile farklı ülkelerdeki yerli halkların durumu birbirine çok benziyor. Galler’de yaşıyordum ve üye olduğum Galler Partisi, HDP ile ilişkisi olan ve Kürt meselesine çok yakın bir parti. Özellikle de dil konusunda yakınlık var, çünkü Galce dilini orada da konuşamıyoruz. Galce de şimdi yeniden canlanan bastırılmış bir dildi. Kürt halkının sadece kendileri için değil, bütün dünya için alternatif bir demokrasi modeli sunduklarını düşünüyorum. Bu güçlerini ve enerjilerini de binlerce yıldır asimilasyona karşı verdikleri mücadeleden aldıklarını düşünüyorum. Abdullah Öcalan’ın kitapları ile ilgili üç makale yazdım. Medeniyetin kökenleri ile ilgili ilk kitabı gerçekten ilgimi çekti. Bence Öcalan’ın yazıları bütün dünya için önemli. Ekolojinin önemini içselleştirmiş vaziyette. Pek çok Ortodoks Marksist sanayileşmeye inanıyor, anlamıyorlar ekoloji meselesini. Dolayısıyla kabile hareketlerini ciddi bir biçimde desteklemiyorlar. Öcalan, ‘Kendimizi geliştirebilir miyiz? Biz evrimleşebilir miyiz? Bulunduğumuz yerden daha demokratik bir uygarlığa geçebilecek miyiz?’ diye soruyor. Darwin’in torunlarından biri olarak benim için evrimleşme meselesi çok önemli. Bence ekonomistler -ki bunların içinde Karl Marx da var- tarihi topluma uygularken bunu çok monolitik bir biçimde yapmaya kalktılar. Marksistler de kalkınmamış, gelişmemiş kavramını kullandılar. Ben aynı fikirde değilim. Marx ve Engels’i çok severim fakat bence bir hata var; ilkel komünizm, kölecilik, feodalizm, kapitalizm, sonra yukarıda da umarız bir sosyalizm var ama daha ona gelinememiş. Yani böyle kategorize edilmiş kalıplar halinde görme meselesine katılmıyorum. Mesela birçok Marksist, sanayileşmenin ve kapitalizmin gerekli bir aşama olduğunu inanıyor, ben ise buna inanmıyorum. Örneğin kabile toplumları kendi kendine yetme ve doğayı yok etmeme konusunda çok verimli ve çok demokratik yaşamlar kurabiliyor. Onlar bir baraj veya maden yüzünden yerlerinden edildiği zaman kendi gelişme yolları bıçak gibi kesiliyor. Kendi ileri, demokratik ve kendi kendine yeten yaşama kültürleri de yok ediliyor ama onlar kalkınmış sayılıyorlar, çünkü kentlere taşınmış oluyorlar.

Bugün Kürt meselesinde büyük bir sıkışmışlık söz konusu. Hindistan’ı örnek gösterdiğinde benzer baskı süreçlerine işaret ediyorsunuz. Tecrübelerinize ve bilginize dayanarak çözümü nerede görüyorsunuz?

Dünyada birçok konuda sanki çözüm yokmuş gibi görünür, ancak hep vardır. Benim için çözümün ilk adımı diyalogdur; insanların birbirini görmesi, kalplerini ve akıllarını birbirine açmasıdır. Ben bir akademisyen olarak eğitim verdiğim insanların akıllarını açmaya, yeni açılardan bakmalarını sağlamaya çalışırım. Günümüzde medya öyle bir manipülasyon aracı ki hem olayları değiştiriyor hem manipüle ediyor hem de bir yandan marjinalize ediyor. Mesela Hindistan’daki çocuklar ülkelerindeki o dev gibi kömür madenlerini hiç görmemişler. Onların ülkesine nasıl bir etkisi olduğunun farkında bile değiller. Şehirde yaşıyorlar ve haberleri yok. Barajlar konusunda mesela…

Hindistan’da tıpkı Türkiye’deki Hasankeyf ve Atatürk barajları gibi 5 bin büyük hidroelektrik santral var. Orada çocuklara ders verirken bana barajın kalkınma olduğunu söylüyorlar. Ben de onlara çevreye verdiği zararı ve mahvettiği insan toplulukları gösteriyorum. O zaman da ‘Neden barajları inşa ediyorlar?’ diye soruyorlar. Yani burada farkındalık çok önemli…

Burada, tıpkı Hasankeyf’te olduğu gibi barajlar bir yanıyla insansızlaştırma projesi olarak kullanılıyor diyebilir miyiz?

Türkiye’deki barajların kesinlikle insansızlaştırma hedefi var. Hindistan’da barajlar yüzünden 30 milyondan fazla insan yerinden oldu. O nedenle de en büyük hareketler barajlara karşı gelişiyor orada. Barajlar yapıldığı noktalarda ekolojiyi yok edip halkların toprakla olan ilişkisini kesiyor. Mesela Hindistan’da sanayileşmeye tapma Hindu milliyetçiliğiyle el ele gidiyor. Şimdi Hindistan’da yerli halkın çocuklarının beynini yıkamak için maden şirketleri dünyanın en büyük yatılı okullarını finanse ediyor. Dolayısıyla kültürel soykırım hem yerinden etme hem de eğitim yoluyla yapılıyor. İnsan ve toplum, demokratik bir uygarlık yaratmak ve geliştirmek için evrimleşmiyor. Ben doğaya inanıyorum ve ona dönmemiz gerektiğini düşünüyorum. En demokratik toplumlar da doğaya hükmeden değil, doğa ile barışık bir biçimde yaşayan toplumlardır.