Serxet'ten Binxet'e sınırları yıkan hayal: Kobanê, Çepera Rûmetê

Kobanê'de elinde silahıyla direnen ve şimdi de kalemiyle o büyük savaşı yeni nesillere aktarma görevi üstlenen Kobanê savaşı komutanlarından Meryem Kobanê, "Direnenler meçhul asker olarak kalmamalıydı" diyor.

Tarihi Kobanê savaşı ve zaferinin komutanlarından Meryem Kobanê'nin o günleri anlattığı kitabının birinci cildi "Kobanê: Çepera Rûmetê" Şilêr Yayınları'ndan çıktı.

Meryem Kobanê, 2014 yılında DAİŞ'in bir bir kentleri düşürdüğü, devletleri dize getirdiği bir dönemin ve Kobanê'deki büyük direnişin tanıklarından biri.

"Kobanê: Çepera Rûmetê" kitabıyla bir avuç devrimcinin "Kobanê düşmeyecek" iradesini, bu sefer bir anlatıcı olarak okurla buluşturuyor, Meryem Kobanê.

Kobanê savaşı ve zaferini o günlerin şahidi, direnişçisi ve komutanlarından biri olarak, sade bir Kürtçe'yle okurla buluşturan Meryem Kobanê'nin kitabı aynı zamanda çok değerli bir yakın tarih belgesi niteliğinde.

Serxet'ın (Kuzey Kürdistan) bir sınır köyünden binxet'e (Rojava Kürdistanı) bir çocuk gözüyle Kürdistan'ı parçalayan sınırlara bakan Meryem Kobanê, kitabında çocukluk hayallerinin peşine düşüyor.

Meryem Kobanê'nin çocukken sınırları aşma hayali, yıllar sonra bir halkın topyekün el ele tutuşup sınırları yerle yeksan ettiği Kobanê'de gerçek oluyor.

Kobanê savaşında elinde silahla mevzi mevzi dolaşan ve şimdi de elinde kalemiyle savaşı, direnişi, iradeyi ve kahramanlıkları yeni nesillere aktarma görevi üstlenen ve kendi değimiyle tarihe kayıt geçen Meryem Kobanê, ANF'nin sorularını yanıtladı.

BİR HALK GEÇMİŞİNİ BİLMEZSE GELECEĞİNİ KURAMAZ

Öncelikle kitabınız hayırlı olsun diyelim. Tarihi Kobanê zaferinin bir direnişçisi olmanın yanı sıra anlatıcısı da oldunuz bu kitapla. Bu kitapla, neyi amaçladınız? Direnişi yeni nesillere aktarma mi, devrimci bir görev mi, yaşanılanların unutulmaması için mi...

Şüphesiz ki tanıklık ettiğiniz ve aynı zamanda sorumluluğunu da üstlendiğiniz bir savaş hakikatinin beklentisi de fazla oluyor. Kürtlerin tarihinde çok büyük direnişler var. Ama bunların çoğu sadece sözlü olarak kalmış. Bu durumun çok farklı sebep ve gerekçeleri sayılabilir. Ama sonuç sözlü olarak kaldıkları için o direnişlerin büyük kısmı tarihe mal olmadı.

Ondan dolayıdır ki, Kobanê gibi büyük bir savaşın tanıklığını yapmış, birçok anına şahitlik etmiş, orada kararlar almış bir insanın onu tarihe bırakma gibi bir sorumluluğu da var. Hem o hakikatin kaybolmaması hem de onun yeni nesillere ve tarihe nakledilmesi için böyle bir sorumluluk vardı. Hakikatin bilinmesini istedik. Evet, bu aynı zamanda özgürlük mücadelesinin bir militanının göreviydi. Bu kitapla yaşanan o büyük savaş hakikatinin bütün Kürdistan ve diğer halkların direniş tarihinin mirası olmasını istedim. Her Kürd'ün bu hakikati bilmesi gerekiyor. Çünkü bir halk geçmişini bilmezse, geleceğini de inşa edemez.

SINIR DEMEK DÜŞMANLIK DEMEKTİR

Kitabınız sınır ile başlıyor. Bir çocuğun gözünden sınırı tanımlıyorsunuz. Sınır, bir yerde Kürtlerin en büyük travmalarından biri... Peki ya siz, sınırı hangi nedenle seçtiniz?

Sınırlar her zaman sancı olmuştur, insan yaşamında. Sınır denilince akla ilk gelen sözcük ve duygular; ayrı düşmek, parçalanmak, gurbet, acı ve hüzün oluyor. Sadece insan yaşamında değil, tüm canlıların yaşamında da sınır demek engel demektir. Akışın durması demektir. Akış olmayınca da özlem, hasret ve gurbetlik birikir...

Bizim ülkemizin de sınırlarla parçalanması ve aramıza bentlerin konulması dünyanın en büyük utancıdır. Sınırlarla biz Kürtleri terbiye etmeye çalıştılar. Evet, fiziki olarak bunu yaptılar ama düşünsel ve duygusal olarak hiçbir zaman o sınırları koruyamadılar. Çünkü düşünce ve duyguya sınır biçmek imkansızdır.

Ondan dolayıdır ki, sınırlara yakın yaşamış her çocuğun gözünde sınır metaforu vardır. O sınır denilince ilk duyumsayacağı şey dikenli tellerdir. O sınırlar hiçbir zaman unutulmaz. Ama o sınırları inşa edenlerin hesaba katmadığı ya da inkar ederek ömrünü uzatmak istediği başka bir şey de var: o da sınırların her zaman kin ve öfkeyi bilediği gerçeğidir. Bu durum biz Kürtler için de geçerlidir. Kürtler hiçbir zaman Kürdistan'ın arasına çizilen sınırları kabul etmedi. Her Kürt, o sınırları inkar ve imhası olarak gördü. İllet bir hastalık olarak gördü...

Sınırın beri yakasındaki (Kuzey) o kız çocuğu, yıllar sonra sınırın diğer yakasında (Rojava) bir devrimci olarak görüyoruz. Devrim topraklarındaki o ilk duyguyu biraz anlatabilir misiniz?

Kitapta da dile getirmeye çalıştım: daha çocukluk yıllarımda bile en fazla anlamlandırmakta zorlandığım ve sonraki yıllarda da benim için kapanmaz bir yara halini alan şey sınırlardı. Neden sınır, neden bu insanlar birbirini göremiyor, neden sürekli bir engel var aramızda, neden biz o taraftaki akranlarımızla oyun oynayamıyoruz da onları sadece uzaktan görebiliyoruz gibi onlarca soru sürekli kafamı kurcalıyordu. Bu sorulardan kurtuluş yoktu. Daha çocukluğumda bu soruların cevabını aramaya koyuldum. Bir şeyler öğrendikçe de Kürtlük bilincim sağlamlaşmaya ve aramıza o sınırları çizenlere karşı nefret ve kinim de büyüdü.

ÇOCUKLUK HAYALİNİN PEŞİNDE...

İyi hatırlıyorum, çocukluğumda her zaman kanatlarımın olmasını hayal ederdim. Kanatlanıp sınırı geçtiğimi, diğer taraftaki akrabalarımızı gördüğümü, akranlarımla oyunlar oynadığımı hayal ederdim. Çocukluk oyunlarımızda bile sınırları aşmak vardı. O sınır çelişkisi oyunlarımıza bile yansımıştı. Diyebilirim ki, neden sınır ve o sınırı nasıl aşabilirim sorusunun cevabı hiç peşimi bırakmadı. Hayallerimin peşine düştüm. Hayallerimi olmazsa olmaz gördüm. Kâh ben onları takip ettim, kâh onlar beni...

Yıllar sonra sınırın diğer tarafından bu kez doğduğum ve sınırları nasıl ortadan kaldıracağımın hayallerini kurduğum topraklara baktığımda yine hayallerim benimleydi. Ama artık o sınırların kanatlanarak aşılmayacağını anlamış olarak... Sınırların kalkması için bir şey yapman gerekiyordu.

SERXET'TEKİ HİKAYENİN DEVAMI BINXET'TE BİTİYORDU

Dolayısıyla o sınırlar zorun ürünüydü...

Evet, o sınırlar kardeşler arasına, halklar arasına soykırım, düşmanlık ve çelişki ekme amaçlıydı. Mesela annem Süryanilerden söz ederdi ve onlar bana hiç yabancı değildi. Binxet'e (Rojava) geçtiğimde de orada da Süryanileri görüyordum. Demek ki, bu sınırlar sadece Kürtleri değil, diğer halk ve inançları da parçalamıştı. Çocukken, annem sadece Kürtlerin çîroklarını (hikaye) değil, Süryani ve Ermeni çîroklarını anlatırdı. O hikayelerin devamını binxette gördüğümde sınırların düşmanlık eken asıl anlamını daha bir kavramaya başlamıştım. Tıpkı Süryani kızı Febrûniye'nin hikayesinin Nusaybin'deki kilisede başlayıp Qamişlo'daki kilisede onun ölümüyle son bulması gibi...

O KAHRAMANLARI ANLATMAK İSTEDİM

Kitabınızda anlattığınız birçok olayın aynı zamanda tanığı, karar vericisi ve yaşayanısınız. Bunları yazıya dökmek mi zordu yoksa yaşamak mi gibi bir soru sorsak cevabınız ne olurdu?

Gerçekten bu zor bir konu. Şüphesiz ki savaşın içindeyken birçok duyguyu aynı anda yaşarsınız. Bir duygu selidir, desek yeridir. Ama en baskın duygu, 'ben bu savaşı nasıl kazanırım' duygusu oluyor. Bu duygu selinin içinde olmak şüphesiz ki zordur, ama gerçekten yazmak çok daha zor. Çünkü daha önce şahitlik ettiğin birçok olayı yeniden yaşıyorsun. Yaşanan kahramanlıkların hakkını verememe kaygısını da yaşıyorsun. Biri diğerinden daha cesur ya da iddialı olabilir, fakat nihayetinde bütün yüreklerin zafer için çarptığı hakikati de var. Kimsenin meçhul kalmaması için çok çaba sarf ettim. Belki hepsinin isimleri yoktur ama o zaferde hepsinin hüneri var. Gözlerimle görüp zihnime kaydettiğim o görüntüleri yazıya dökmeye çalıştım. Kitap yazmaya ilk karar verdiğimde tek amacım o kahramanların dili olmaktı. Herkesin o kahramanları tanımasını istedim. Adil olmak istedim. Hakkın teslimine çalıştım. Ne kadar başardım, bilemiyorum ama gayem bu oldu. Kimsenin unutulmaması için çabaladım.

Yazarken en çok zorlandığınız olayı sorsak...

Hani büyük bir filozof diyor ya, aynı nehirde iki defa yıkanamazsın. Yaşadığın bir anı da ikinci kez yaşamak çok zor. Evet, zihin kaydetme yeridir aynı zamanda. Fakat zamanın tahripkarlığını da unutmamak gerek. En büyük kaygım verilen direnişin ve yaşanan kahramanlıkların hakkını layıkıyla verememekti. En zorlandığım şey, işte bu kaygıydı.

YAŞANANLARIN DİRENİŞ TARİHİNE MİRAS KALMASI GEREKİYORDU

Tarihi bir savaşın, tarihi bir dönemin hem direnişçisi, hem de anlatıcısı olmak nasıl bir duygu? Çünkü kitapta anlattığınız kişiler, "kurgu kahramanlar" değil, 21. yüzyılın en büyük kahramanları ve siz hepsini birebir tanıyorsunuz...

Bizler kendimizi hakikat arayışçısı, hakikat savaşçısı olarak görüyoruz. Bizler adaletsizliğe karşı adalet savaşı veriyoruz. Haksızlığa karşı hak mücadelesi veriyoruz. Egemen sistem olarak kapitalizm de günlük, hatta anlık olarak insan ve toplum hafızasına karşı bir savaş yürütüyor. Hakikat arayışçıları ya da savaşçıları da insan ve toplumun ortak hafızasını hedef alan bu sisteme karşı mücadele yürütüyor. Bu büyük savaşın anlatıcısı olmak apayrı, tarif edilemez bir duygu tabi ki... Savaştayken bazen aramızda sohbet ettiğimizde, birbirimize verdiğimiz bir söz vardı: kim yaşarsa bu yaşanılanları yazacak ve ölümsüzleştirecekti. Gerçekten de en yüce insanları, en destansı kahramanlıkları o savaşta gördüm. Bunların direniş tarihine miras bırakılmaması olmazdı.

VERİLMİŞ BİR SÖZ VARDI...

Bütün ezilenler için umut olan o tarihi günleri yazmaya karar verdiğimde, omuzlarımda büyük bir yük olduğunu hissederek yazdım. Verilen bir söz vardı. Bu yaşanılanlar unutulmayacaktı, yazılacaktı, tarihe bırakılacaktı, yeni nesillere aktarılacaktı... Çünkü yazmak, şehitlerin bir emriydi.

Kitapta sözünü ettiğimi hiç kimse kurgusal bir roman ya da sinema karakteri değil. Onlar gerçek kahramanlar. Bu halkın çocukları. Çoğu anne, babalarının süsleyip cepheye gönderdiği kahramanlar. Onların her biri Kürdistan'ın her köyünün, sokağının, şehrinin yaşayan kahramanlarıydı. Onlar onurlu bir yaşam için onurlu bir ölüme gözünü kırpmadan yürüyen kahramanlardı. Annelerinin tabutlarını kına tepsisiyle karşıladığı kahramanlardı... Benim kahramanlarım, silahının namlusundan çıkan barutu gördüğüm, aç karnının gurultusunu duyduğum kahramanlardı. Hakeza o kahramanlar da benim acımın sancısı çeken kahramanlardı. İşte onlardı benim kahramanlarım...

DİRENENLER MEÇHUL KALMAMALIYDI

Kobanê'de savaşırken bir gün bu yaşadıklarınızı anlatabileceğinize inanıyor muydunuz?

Bu kitabın bir yazılma hikayesi var. Bir gün bizler Kobanê'ye giden ilk gruptaki arkadaşlar oturmuş sohbet ediyorduk. Kobanê, dört bir taraftan çevrilmişti zaten. Devrimin ilk yıllarında yaşananların çoğunu kaydetmemiştik. İşte o sohbetimizde kim hayatta kalırsa, yaşananları yazacak demiştik. Ondan önce Meçhul Asker kitabını okumuştum. Daha o zaman Kürdistan'da hiçbir savaşçının, direnişçinin meçhul kalmaması gerektiğine karar vermiştim. Zaten ülkemiz meçhul kılınmak istenmişti. Şimdi de o ülke için direnen, mücadele eden, savaşanlar meçhul kılınmak isteniyordu. Nitekim tarihimizde meçhul bırakılan birçok direnişçi oldu.

Heval Cûdî, Dilgeş, Roza, Masîro ve Baharîn'le sohbet ederken, son kalan kişi kimse, o Kobanê direniş kitabını yazacaktı. 300 Spartalı hikayesinde olduğu gibi birinin kurtulması gerekir diyorduk. O kurtulan kişi peşinde onbinleri getirecekti. Buna inanıyorduk. Heval Cûdî her zaman bana, 'arkadaşları, yaşananları, direnişi yaz' diyordu. 'Sen bütün cepheleri dolaşıyorsun, bütün arkadaşları iyi tanıyorsun' diyordu. O zaman günlük tutuyordum. Çünkü verilmiş bir sözümüz vardı. Onu yerine getirmek devrimci görevdi. 300 Spartalı hikayesinde olduğu gibi kurtulan kişinin verilen direnişi ve sergilenen kahramanlığı anlatması gerekiyordu...

'KOBANÊ STALİNGRAD OLACAK' SÖZÜNÜN HİKAYESİ

Savaşın en yoğun olduğu Kobanê savaşı günlerinde verdiğiniz bir röportajda "Kobanê, Stalingrad olacak" sözünü söylediniz. Gerçekten de Kobanê birilerinin beklediği gibi düşmedi ve hem Kürtlerin hem de halkların 21. yüzyıl Stalingrad'ı oldu. Bugün geriye dönüp baktığınızda ne söylersiniz? O sözün hikayesi neydi?

Bu sorunun cevabı, kitabın ikinci cildinde var. Eylül ayında saldırıların başladığı ilk gündü. Kobanê'nin doğusundaki Serzûrî köyünde, öğlen saat 13.00-14.00 gibiydi. Çatışmalar çok yoğundu. Hani derler ya yağmur gibi kurşun yağıyordu, öyle bir çatışmaydı. O sırada sen beni telefonla aradın ve çatışmaların durumunu sordun. Sen aradığın sırada çetelerin üç tankı Serzûrî okulunun bahçe duvarını yıkıp bahçeye giriyordu. Okuldaki ölümü yenen o kahramanların tîlîlîleri hala kulağımda... Heval Viyan, Peyman ve Gulistan'ın tîlîlîleri... Heval Rodî ile Cîwan'ın sloganları... "Burası size cehennem olacak, buradan çıkamayacaksınız" diye bağırıyorlardı. O anda Stalîngrad filmindeki o sahne geldi gözümün önüne. Sen, "Durum nedir?" diye sordun. Gözlerimin önündeki o görüntüyle, "Burası Ortadoğu'nun Stalingrad'ı olacak. Nasıl ki Stalingirad, faşizme geçit vermediyse, Kobanê de DAİŞ'e geçit vermeyecek" dedim. Çünkü Serzûrî okulunun üst katındaki o 13 arkadaşın hiçbirinin sesinde tereddüt ya da korku yoktu. Bir gün ve gece tereddütsüz direndiler. Onların o moral ve büyük cengi zafere olan inancı bir kez daha yeniliyordu. İşte o ruh haliyle Stalingrad benzetmesini yaptım.

O SINIRLAR BİR DEFA KALKTI, ARTIK DİKİŞ TUTMAZ

Kobanê'de verdiğiniz direnişle, Kürt tarihinde ilk kez, o travma olan sınırlar darbe yedi. Türk devleti ilk başta etrafına duvarlar örerek o sınırları korumaya çalıştı. Bu olmayınca işgal harekatlarına başladı. Sizce o devrilen sınırların tekrar dikiş tutması mümkün mü?

Evet, sınırlarla başladık, sınırlarla bitirelim. O tel örgülerin yerine, şimdi birbirimizi görmeyelim diye beton duvarlar ördüler. Ama bunlar nafile... Artık bunun görülmesi gerekir: Kürtler eski Kürtler değil. İşgalciler hala Kürt tarihine yabancı. Ağrı'da "hayali Kürdistan burada metfundur", üzerine beton döktük diyorlardı. Ama Kürtler çınar ağacı gibi o betonu paramparça etti. Ne yaparlarsa yapsınlar artık o sınırlar dikiş tutmaz. Çünkü Kürtler beyin ve zihinlerindeki sınırları kaldırdı. Çocukluk yıkmayı hayal ettiğimiz o bir kere kalktı. Ve o hikayelerde anlatılan kahramanları herkes gözleriyle gördü. Onların asıl korkusu burada yatıyor. Artık her evin, her sokağın, her köyün etrafına da bir sınır çekse, başarılı olma şansları yok. Nasıl ki genç kadınlar, yaşlılar, çocuklar onların o tel örgülerini kaldırdıysa duvarlarını da tuzla buz edecekler. Apocu felsefe, beyinlerdeki, yüreklerdeki sınırları bir defa kaldırdı, çünkü... Hangi güç artık Kürtlerin kahramanlık hikayelerine halel getirebilir ki...

Son sözü size bırakalım...

Duruma bir de şöyle bakmak gerekir: mesela bu kitabı ben yazmadım. Bu kitabı o sınırları yerle yeksan eden fedailer yazdı. Bu kitap, Kürdistan'ın dört parçasından, Avrupa'dan, Ortadoğu'dan ve dünyanın farklı yerlerinden gelip direnişe katılan, yüreği direnenlerle atan her yaştan, kavim ve inançtan insanların eseridir. Hepsine sonsuz saygı ve sevgilerimi sunuyorum. Bir kez daha şehit arkadaşları saygı ve minnetle anıyorum.