Sonbahar filmleri: Filmekimi

İlk olarak İstanbul’da başlayan ve Edirne, Eskişehir, Ankara, Diyarbakır, İzmir ve bu yıl ilk kez Bodrum’da da sinemaseverlerle buluşacak olan Filmekimi; Cannes, Berlin, Venedik film festivallerinden güzel bir seçkiyi sinemaseverlere sunuyor...

İstanbul Kültür Sanat Vakfı (İKSV) tarafından 16’ncısı düzenlenen Filmekimi 29 Eylül’de İstanbul’da başladı. Seçkisi her yıl Cannes, Berlin, Venedik, Toronto gibi dünyanın önde gelen film festivallerinden oluşan Filmekimi; İstanbul’un ardından Edirne, Eskişehir, Ankara, Diyarbakır, İzmir ve bu yıl ilk kez Bodrum’da da sinemaseverlerle buluşacak.

Filmekimi programında bu yıl, Cannes’da Altın Palmiye kazanan 'The Square’den, Jüri Büyük Ödülü dahil toplam dört ödül alan '120 BPM’ye birçok film yer alıyor. 'The Lobster'ın yönetmeni Yorgos Lanthimos’un Cannes En İyi Senaryo ödüllü yeni filmi 'The Killing of A Sacred Deer’, Michael Haneke’nin Cannes Film Festivali’nde yer alan 'Happy End'i ve Robert Pattinson’ın performansıyla kendisinden söz ettiren, Safdie kardeşlerin son filmi 'Good Time'; Joquin Phoenix’e Cannes’da En İyi Erkek Oyuncu Ödülü’nü getiren ‘You Were Never Really Here’, yine Cannes’da En İyi Yönetmen Ödülü alan Sofia Coppola’nın ‘The Belguiled’i, Venedik’te Altın Aslan için yarışan Darren Aronofsky’nin tartışma yaratan ‘Mother’ı, Cannes’da En İyi Kadın Oyuncu Ödülü’ne layık görülen Fatih Akın’ın son filmi ‘In The Fade’ merakla beklenen ve İstanbul’da biletleri tükenenlerden sadece bazıları...

MODERN SANAT, MİZAH VE DİLENCİLER...

Adından özellikle ‘Turist’ (Force Majeure) filmiyle söz ettiren İsveçli yönetmen Ruben Östlund’un ‘Kare’ (The Square) filmi de bir o kadar konuşulacak bir yapım. Kare, modern sanat ve yer yer bir sınıf taşlaması. Östlund'un kendine has bir mizah anlayışı var; buna tam olarak kara mizah demek eksik bir tanım olur. Zira Östlund kendi mizah tarzını sinemada şimdiden oluşturmuş durumda. Hem Turist’teki taşlayan ve alaya alan hem de Kare’deki yer yer sistem yergisine dönüşen bu mizah ‘soğuk’ ama kesinlikle kara değil. Ama kara mizah dediğimiz türle de bağı olan bir düzlemde ilerliyor. Öyle ki sadece güldürmüyor ki koca bir salonu kahkahaya boğsa da son derece rahatsız edici yanlarıyla bu gülüşü havada bırakmasını da biliyor. Altın Palmiye’li Kare, Stockholm’deki bir sanat merkezinde baş küratör Christian’ın etrafında şekilleniyor. Modern sanatın icrası, takip edenleri ve tüm bunların etrafında oluşan tartışmalarla birlikte İsveşte her adım başı karşılaşılan ‘dilencilerle’ bu ‘sanatsal duruş’ arasında çapraz bir bağ kuruyor Östlund. İnceden inceye sınıfsal uçurumla sanatsal kaygıları çarpıştıran Östlund, taşın en büyüğünü elbette ‘modern sanatın’ burjuva izlerine atıyor. Kare, sıradışı tarzı ve mizahıyla Ruben Östlund’ın sineması açısından bir sıçrayış tahtası adeta.

ESKİLERDEN AMA EKSİK BİR BÜTÜN

The Return, Leviathan filmleriyle tanıdığımız Rus yönetmen Andrey Zvyagintsev'in Sevgisiz (Loveless) filmi de seçki de dikkat çekenlerden. Özellikle Leviathan’dan sonra bir hayli beklenti oluşturan Zvyagintsev’in bunu karşıladığını söylemek güç. Sevgisiz’in yönetmenin eski filmlerinden bir geçit gibi olduğunu söylemek olası. Sevgisiz’de ilk dikkat çeken ise fazlaca didaktik oluşu. Bir ailenin parçalanışını anlatan Zvyagintsev, bir önceki filmlerine göre daha konuşkan bir yapımla çıkıyor sinemaseverlerin karşısına. Derdini sinema anlatımından çok sözcüklere döken yönetmenin tarafsız bir duruşu yok. Daha ders verme, ‘parçalanan aile’ yapılarını gösterme amacı var bu filmde. Filmin özellikle ilk yarısı bunu anlatma telaşında. Fakat sonrasında akış daha yerli yerine oturuyor. Sevgisiz, planları, çekimleri ve sinema dili açısından Andrey Zvyagintsev'in çizgisini bozmayan bir şekilde ilerliyor. Ama senaryo fazla anlatıma boğuluyor. Geriye dönüp bakıldığında mutsuz aile kavramını çok da konuşmadan The Return’de, yer yer Sevgisiz’de de işlediği bürokrasiyi de Leviathan’da çok daha iyi işlediğini görebiliyoruz.

AKIN YİNE BİLDİĞİ SULARDA

Ve Fatih Akın'ın In The Fade adlı son filmi. Akın’ın önceki filmlerine göre toparlanmış olduğunu  söylersek haksızlık etmiş olmayız. Ermeni Soykırımını anlattığı Kesik, her ne kadar güzel bir çaba olsa da sinema dili açısından düz, epik bir anlatıma sahipti. Hatta kendi filmografisi açısından ayrıksı bir görüntüdeydi. Yine de çabası açısından takdir edilecek bir yerde duruyordu. Daha sonra çektiği Elveda Berlin de Akın’ın farklı türlerdeki filmlerinden biri. Yazar Wolgang Herrndorff’un kitabından uyarladığı film bir yol hikayesi olması açısından belki biraz Temmuz’da filmini anımsatan bir yapıya sahip. In The Fade ise Akın’ın bildiği sulara, daha iyi kürek çeken bir şekilde dönüşü olmuş... Katja adlı bir kadının Türkiyeli bir Kürt olan kocasını ve oğlunu bir Nazi saldırısından kaybedişini konu alan film; özellikle mahkeme sahneleri ve Diane Kruger’a Cannes’da En İyi Kadın Oyuncu Ödülü kazandıran performansıyla akılda kalıcı. Fatih Akın, In The Fade ile yeniden o tekinsiz, varış noktası pek de belli olmayan, insanın nelerle karşılaşacağı bilemediği; ama bu hissi sürekli yaşatmamaya özen gösteren eskisine özlem duyanlara yeniden bir girişi sunuyor...