Türkçülük rotası hiç değişmedi
Nevzat Onaran, 'Ermeniler, Rumlar ve Kürtler - Türk Nüfus Mühendisliği' kitabında, İttihatçıların temelini attığı Türkçü rotanın hiç değişmediğini anlatıyor.
Nevzat Onaran, 'Ermeniler, Rumlar ve Kürtler - Türk Nüfus Mühendisliği' kitabında, İttihatçıların temelini attığı Türkçü rotanın hiç değişmediğini anlatıyor.
Kapaktaki kırmızılı çocuk, Paris’te Hitler faşizmine direnişi örgütleyen ve 22 yoldaşıyla birlikte kurşuna dizilen partizanlardan Ermeni yetimi Adıyamanlı Misak Manuşyan’dır.
Araştırmacı yazar Nevzat Onaran, Kor Kitap’tan çıkan “Ermeniler, Rumlar ve Kürtler- Türk Nüfus Mühendisliği” kitabında 1914’ten 1940’lara kadar uzanan; Müslüman olmayan ve daha sonra da Türk olmayan Müslüman halklara uyguladığı “Mülksüzleştirme ve Türkleştirme” politikalarını ele alıyor. Onaran ağırlıklı olarak devlet arşivlerinin paylaşılan kısmından yaptığı bu çalışmayla nüfus politikalarının Osmanlı’dan İttihat ve Terraki’ye, Kemalistlerden AKP’ye kadar değişmediğini gözler önüne seriyor.
“Türk Nüfus Mühendisliği öylesine kapsamlı ki, isim almaktan çalışma hayatına, hatta Hatun Tuğluk’un defni sırasında yaşandığı gibi toprağa gömülmeye kadar her alanda icra edilen bir projedir” diyen Nevzat Onaran ile bu kapsamlı araştırmayı ve Türk devletinin asimilasyoncu fikrinin temellerini konuştuk.
Türkleştirmeyi sadece bir toplumsal dizayn ya da etnik temizlik değil de 'Türk Nüfus Mühendisliği' olarak ele alıyorsunuz. Neden özellikle bu kavramı kullanıyorsunuz?
Her millî devletin kuruluş süreci sancılı olup mutlaka boğazlaşmalar yaşanmıştır. Bunun pratiğini Balkanlarda, Ortadoğu’da ve Kafkaslarda görebiliriz, hepsi de sorunlu. İmparatorluk mirasçısı ve Osmanlı gibi devlet hafızası olan Türkiye de en sorunlusudur. Türk millî devleti millettaş ve dindaş iki faktöre göre 'öteki’ne yaşam hakkı tanımamıştır. Bu, dönemsel olmayıp sürekli ve yapısaldır.
1910’lardan bugüne Türk milliyetçiliğinin ekonomi politiğiyle hedeflenen, millettaş ve dindaş yani milleten Türk ile dinen Sünni İslâm olmayanın demografik ve ekonomik yapıdan tasfiyesidir. Bu, can ve mal güvenliğinin yok edildiği icraattır. Süreklilik arz eden politik-ideolojik bir yapılanmadır. Dönemsel olarak şu yıllarda şöylesine yaşandı geçti ve sonrasında tekrar yaşanmadı diye bir şey yok. 1915’lerde Ermenilere yapılanla bir asır sonrasında Sur ve Cizre’dekiler arasında esasta bir farklılık bulunmuyor.
Türk devletinin asırlık pratiğinde, Türk Nüfus Mühendisliğinin kapsamını şöyle belirledim:
* Hristiyan (ve Musevi) milletleri canı ve malıyla tasfiye etmek.
* İslâm milletler ile Alevi-Kızılbaşları imha ve asimilasyonla Türkleştirmek ve Sünnileştirmek.
* Tarihi ve coğrafi varlığı Türkleştirmek.
Aslında bu, Türk millî devletinin kuruluş sözleşmesi veya temel anayasası olup, bugünkü demokrasi sorunlarının kaynağını oluşturmaktadır. Bu anlamda asker-sivil analizi, esasa yönelik olmayıp temel anayasanın icracısıyla ilgili tartışma olduğu için meseleyi anlaşılmaz kılıyor. Türk Nüfus Mühendisliği öylesine kapsamlı ki, isim almaktan çalışma hayatına, hatta Hatun Tuğluk’un defni sırasında yaşandığı gibi toprağa gömülmeye kadar her alanda icra edilen bir projedir.
Böylesi mühendislik faaliyeti sonucunda Hristiyan ve Musevi nüfus binlerce yıllık ata yurdunda yaşayamaz duruma getirildi. Osmanlı’nın 1914’teki resmi nüfus sayımına göre bugünkü T.C. sınırları içinde Hristiyan ve çok az Musevi nüfus oranı yüzde 20 civarındayken, bugün en iyimser tahminle binde 1’dir. 1914-1923 döneminde yaklaşık 3 milyon Ermeni ve Rum nüfusun tasfiye edilmesiyle Anadolu fiilen İslâmlaştırıldı ve Türkleştirildi. 'Öteki’ni tasfiye, Hristiyan ve Museviye yapılanla sınırlı kalmadı, İslâm dininden olup Türk olmayanlar da bu politikanın kurbanıdır. Bugün en yakıcı hali Kürtler özelinde yaşanmaktadır.
Osmanlı çok kültürlü ve milletli bir imparatorluk olarak anıldı, Türklük politikasının daha çok 20. yüz yılın başlarında geliştiği ifade edildi. Siz özellikle iskân politikalarından bahsederek bunun biraz daha farklı olduğunu ele alıyorsunuz. Osmanlı’nın uyguladığı iskân politikasını Türkleştirmenin bir ayağı olarak görmek mümkün mü?
Bugünkü dille ‘böl-parçala-yönet’ Osmanlı’nın bildik temel politikasıydı. Osmanlı’nın hâkim diliyle fethettiği veya fethedilenin diliyle işgal ettiği bölgenin nüfus yoğunluğu süreç içinde hep Saray'ın hedeflediği yönde değiştirildi. Osmanlı’da gerek iskân gerek İslâmın Hristiyana göre daha az vergi vermesi gibi teşvik politikalarla hedeflenen dindaşlık yani İslâmlaştırmaydı; hiç şüphesiz Sünni İslâmlaştırmaydı. Balkanlarda ve Anadolu’da İslâmlaştırmayla 19. yüz yılın ortasına kadar gelindi ama bundan sonra dindaşlığın yanına millettaşlık yani Türklük de eklendi. Artık Saray'ın dininden olmak yetmiyordu, onun milletinden de olmak gerekiyordu, olmayana ise tasfiye fermanı icra edildi. Dini ve millî kimlik bütünlüğü esas alındı, hatta 19. yüz yılda millî kimlik daha ağır bastı. Osmanlı’nın 1850’ler sonrası hem siyasi hem de ekonomik krizli yılları olup, sorunların ağırlaşmasına bağlı olarak Saray oligarşisi merkezileşmesini güçlendirdiği oranda devletin çok milletli kimliğini tasfiyeye yöneldi. Böylesine bir tercihledir ki, 1890’larda Hamidiye Alayları'yla on binlerce Ermeni imha edildi.
Genel olarak İttihat ve Terraki ile birlikte 'milli mesele' Osmanlı’dan farklı olarak nasıl ele alındı?
Osmanlı’nın son yarım yüz yılı, krizin derinleştiği, Saray'ın günü gün etmek için Paris ve Londra bankerlerinden borç dilendiği yıllardı. Abdülhamit’in 33 yıllık sultanlık döneminde 17 hükümet kurulması, siyaset tezgâhının nasıl döndüğünü ortaya koymakta. Krizin aşılmasında 1908 Devrimi bir fırsattı ama heba edildi. Devrimin çözüme kavuşturacağı iki temel sorun vardı;
* Çok milletli Osmanlı’da millî meseleyi çözümlemekti. Bunun için Osmanlı Meclisi Mebusan’da özellikle Ermeni mebusların girişimleri İttihatçılar tarafından görmezden gelindi ve Ermeniler yurdundan kovalandı.
* Osmanlı halklarının kamburu Saray oligarşisine son vermekti.
Baştan beri çoklu millet yapısına yönelik söylemi olsa da Türk millî kimliğine sahip İttihat ve Terakki Fırkası, 1908 Devrimi’nin öncü gücü olarak sıraladığım bu iki temel sorunu çözümlemek, bu oranda devrimi derinleştirmek yerine merkeziyetçi ve Türkçü politikada yoğunlaştı. İttihat ve Terakki’nin bu tercihiyle 1908 Devrimi boğuldu.
Siz de zaten Türk Nüfus Mühendisliği projesinin aslında resmî olarak başlangıcını İttihat ve Terraki ile ele alıyorsunuz. Buradan bakarsak ilk adım ya da sizin deyiminizle mülksüzleştirme ne zaman başladı ve nasıl devam etti?
Türk Nüfus Mühendisliği kapsamında, dindaşlığa ve millettaşlığa göre öteki bilinen Hristiyanların tasfiyesinin temellendirildiği yıllar 1910’lardı. Bir anlamda Makedonya sorununun Balkan Harbi ile çözülmesinin ardından İttihat ve Terakki Fırkası ile hükümeti, Türkçü programda yoğunlaştı. Programın icrasında Birinci Paylaşım Savaşı fırsat olarak değerlendirildi ve o yıllarda İttihatçı hükümet, harici ve dâhili harbi birleştirdi. Dâhildeki harp, bildik iki cephesi olan bir harp değildi, devletin vatandaşına karşı harbiydi. 1938 Dersim Kırımı da böyle bir harpti. İttihatçıların 1910’larda temellendirdiği Türkçü rota, 1920’lerde Kemalistler tarafından daha da yapısallaştırıldı ve bugüne gelindi.
Balkan muhacirlerin iskânı gerekçesiyle 1913 sonu-1914 başında Marmara ve Ege Rumlarının Yunanistan’a kovalanması kitlesel mülksüzleştirmeydi. Bu birincisiydi, bunu 1915 soykırımında Ermenilerin, 1920-1923 döneminde Rumların, 1934’te Trakya Yahudilerin ve 1964’te İstanbul-İmroz Rumların mülksüzleştirilmesi izledi. Bu istisnai olmayıp nüfus yoğunluğuna yönelik kitlesel mülksüzleştirmeydi; bir Ermeni, Rum veya Yahudi canını kurtarsa bile bir daha malını alamadı. Türk devletinin imhacı ve asimilasyoncu politikasıyla Kürtlerin mülksüzleştirilmesini ayrıca tartışmak gerekiyor; iç transfer boyutu da vardır.
Bu politikaların Rumlar, Ermeniler ve Yahudiler ile Kürtler, Alevilere uygulanışının farklı olduğundan bahsediyorsunuz. Tam olarak neydi bu farklar ve iç transfer dediğiniz mevzu?
Daha önce değindiğim gibi Hristiyan Ermeni ve Rum milletleri 1914-1923 döneminde Anadolu’dan tasfiye edilmesine bağlı olarak Anadolu fiilen İslâmlaştırıldı ve Türkleştirildi. Rum milleti özelinde bir farka dikkat çekmek isterim. Nüfus Umum Müdürlüğü’nün 1933’teki raporuna göre, Ocak 1923’te imzalanan Mübadele Antlaşmasıyla gönderilen Rum nüfusun 112 bin olması, aslında Rumların 1923 öncesinde tasfiye edildiğinin de resmi itirafıdır. Ermeni ve Rum milletinden bir birey, istisnalar dışında esas olarak mülküne sahip olamadı. 1920’lerde oluşturulan mevzuat gereği, sürülmeyen bir Ermeni, Anadolu’nun bir kasabasından İstanbul’a gitmiş olsa dahi mülküne el konuldu. Mülkün gaspıyla zoraki Türkleştirme yaşandı, devamında makro olarak ekonominin ve istihdamın Türkleştirilmesi hedeflendi. 1920’lerden itibaren Hristiyanların tasfiyesinde ittifak güç Kürtlere yönelik imha ve asimilasyon politikalarına öncelik verildi. Başvekil İsmet İnönü’nün raporu dâhil Kürdistan ve Dersim özeliyle ilgili 15 rapor analiz edildiğinde Dersim’in Alevi-Kızılbaş kimliğinin de hedeflendiğine dikkat çekmek isterim. Böylesi bir imha ve asimilasyon politikasının icrasında sürgün ve yerinden göçertmeyle Kürtler özelinde mülkün bir başka Kürt’e transferi anlamında bir el değişimi yaşandı. Hatta sürülenlere, geride kalan mülkü karşılığında mülk verildi. Böylesi bir farklılığı dikkate almalıyız. Fakat uzun vadede Kürtlerle ilgili transfer işlemi de mülkiyetin Türkleştirilmesi icrasıdır.
1915 soykırımından 100 yıl sonra Sur, Cizre, Nusaybin ve Şırnak’ta devlet özellikle evleri yıktı ve kentleri kuşatıp harabeye çevirdi. 100 yılda aynı yöntemi mi geliştirdi yeniden, yoksa farklı bir amaç mı vardı?
Türk Nüfus Mühendisliği kapsamında Hristiyan milletler canıyla ve malıyla tasfiye edilirken, İslâm milletleri özelinde Kürtlerin asimilasyonu yani Türkleştirilmesi esas alındı. Asırlık icraatta böylesine bir farklılık varsa da zaman zaman çakışmaların yaşandığını belirtmeliyim. 2015’te ve sonrasında Sur, Cizre ve Nusaybin özelinde yaşanılanın, 1915’ten esasta bir farkının olmadığını düşünüyorum; insanların can ve mal güvenliği imha edilmiş olup, mülke zoraki el koymanın pratiği yaşanmaktadır. 1915’te Diyarbakır yolunda öldürülen Ermeni mebus Avukat Krikor Zohrab, 1913’te yazdığı kitabında der ki, devletin her büyük katliamı arızi bir felâket olmayıp esasında bir iktisadi vakadır. Nokta!
Tüm bunların toplamına baktığımızda İttihat ve Terraki’den Cumhuriyet’e, oradan AKP’ye kadar ne değişti?
Zaman zaman Türkiye’nin Osmanlı’nın devamı olup-olmadığı tartışması yapılır; boş bir tartışmadır. 1922’nin Kasım ayı başında Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin aldığı iki önemli kararı var. Biri Saltanat’ın kaldırılması, diğeri de Türkiye’nin Osmanlı’nın devamı olduğuyla ilgili. Osmanlı’nın devamı Türkiye’de, temellendirilen Türk milliyetçiliğinin ekonomi politiğinin uygulanmasına aynen devam edildi. İttihatçıların 1910’larda temellendirdiği Türkçü rota, 1920’lerde Kemalistler tarafından daha da yapısallaştırıldı ve bugüne gelindi. Bu anlamda Türk Nüfus Mühendisliğinin icrasında İttihat ve Terakki Fırkası'ndan 1930’ların CHP’sine, 1950’lerin Demokrat Partisi’ne, 1980’lerin Anavatan Partisi’ne ve 2000’lerin AKP’sine süreklilik var. İlk yıllarındaki demokrasi havası biten ve müzakere masasını deviren AKP’nin maskesi düştü ve asıl İttihatçı kimliği ortaya çıktı; aksi söylem saray soytarılığıdır!