İkinci filmi 'Yuva' ile doğa ve insan ilişkisine odaklanan Yönetmen Emre Yeksan, yaşam alanı mücadelesi veren bir bireyin hikâyesini beyazperdeye taşıyor.
'Yuva', şehirdeki yaşamını bırakıp ormana yerleşip tek başına yaşayan Veysel’in hikâyesini anlatıyor. Filmin ilk yarısında Veysel’in doğa ile kurduğu o yabanıl ilişkiyi izlerken; diğer yarısında kim oldukları bilinmeyen kişilerin ağaçları işaretleyip Veysel’i oradan atmaya çalıştıklarını görüyoruz. Sadede güvenlik kuvvetleri olarak gördüğümüz bu kişileri ise Cerattepe’den Alakır Vadisi’ne Türkiye’deki ve dünyadaki birçok doğa ve yaşam alanı direnişinden tanıyoruz.
İlk filmi Körfez’de orta sınıf bir bireyin kent yaşamının yok oluşuna tanıklık ettiğini izlediğimiz Emre Yeksan’ın ikinci uzun metraj filmi Yuva, tanıklığından ötesinde bir bireyin yaşam direnişini beyazperdeye taşıyor.
Dünya prömiyerini geçtiğimiz yıl Venedik Film Festivali’nde yapan, İstanbul Film Festivali’nden En İyi Erkek Oyuncu (Kutay Sandıkçı) dâhil üç ödülle dönen en son Ankara Film Festivali’nden En İyi Özgün Müzik (Mustafa Avcı) ödülünü kazanan Yuva’yı Emre Yeksan ile konuştuk.
Yuva, izleyen birçok kişinin aklına öncelikle Gezi Parkı direnişini getiriyor. Film her ne kadar şehirde değil, doğada ve ormanın içinde geçse de bir yaşam alanı mücadelesi var. Siz de buradan mı yola çıktınız?
Aslında şu an filme ulaşma imkânı olan kitleye baktığımızda, bunlar daha çok İstanbul ile Türkiye’nin batısındaki izleyiciler. Dolayısıyla buradaki insanların en yakın ve keskin yaşam alanı mücadelesi deneyimi Gezi’ydi. O yüzden izleyicinin onunla bağlantı kurmasına şaşırmıyorum. Ama benim kendi referansım daha çok Cerattepe, Alakır Vadisi, Almanya’da Hambach Ormanı ve hatta Amerika’daki yerlilerin direnişleriydi. Ben esinimi daha çok buralardan aldım. Doğanın yok edilmesine karşı mücadeleler, bazen bireysel bazen de toplu bir direniş. Bu yüzden kentsel mücadelelerle örtüşen yanları var elbette. Geçenlerde Twitter’da bir paylaşım görmüştüm: “İki evimiz var, biri bedenimiz, diğeri gezegenimiz” diye. Gerçekten en mikro yuvamız bedenimiz, en büyüğü de gezegenimiz. Haliyle bu ikisi arasındaki bağlantıyı katmanlaştıracak bir sürü alanımız var. Evimiz, mahallemiz için verdiğimiz mahalle direnişleri, kent direnişleri… Aslında hepsi birbirine temas eden deneyimler. Misal Türkiye dışındaki izleyici direkt Gezi ile bağlantı kurmuyor. Tabii hikâyenin ortaya çıkışı Gezi’den önceydi fakat şekillenme sürecinde elbette ki etkili olmuştur. Ama ben yine de doğa-insan ilişkisi üzerinden hareket ettiğim için ormanı mekân alan bir temel yaklaşımdan baktım meseleye.
Önceki filminiz Körfez’de kentle insan arasındaki ilişkiyi konu alıyordu. Orta sınıf bir bireyin ve kentin bataklığa sürüklenişini izledik; şimdi de ormanda daralan bir alandaki yaşanan mücadeleyi görüyoruz Yuva’da. Az önce verdiğiniz “İki evimiz var; biri bedenimiz, diğeri gezegenimiz” örneğini de düşünürsek mekân ve birey arasında filmlerinizde nasıl bir bağlantı kuruyorsunuz?
Bu benim için temel bir mesele. İnsanın mekânla, bu gezegen ya da doğa da olabilir ya da oda, kurduğu ilişkiye ve bu sürece bakmak önemli benim için. İnsanın yaşadığı alanla kurduğu bağ beni hep cezbetmiştir. Bu anlamda iki film de birbirine denk düşüyor bir bakıma. Yuva’da Veysel şehirdeki yaşamını bırakarak ormana yerleşiyor. Modern hayatı arkasında bırakıp gelmiş, yani geride bırakılan bir yuva ile burada kurduğu yeni bir yuva var. Diğer yanda doğanın kurduğu kendi mistik yuvası da var. Toplam üç yuva üzerinden şekilleniyor. Aslında böyle bir fikirden hareketle yazmadım ama bittikten sonra hikâyede 3 tane yuva ve bireyin bunlarla kurduğu ilişkiler olduğunu fark ettim.
Körfez’de de yine İstanbul’dan İzmir’e giden bir bireyi izledik. Orada da yine geride bırakılan bir yaşam, mekân ya da yuva var…
Evet, hatta daha sonra kentin yaşanmaz hale gelişi ve dönüşümüyle ortaya çıkan başka bir yaşam alanı daha var. Onu da sayarsak yine Körfez’de de benzer bir süreç yaşanıyor. Bireyin mekânla kurduğu ilişkiye bakarken şunu diyebiliyorum; yaşadığımız yeri seçmek bizi hem ruhsal hem de fikri olarak şekillendiriyor.
Tabii Yuva’nın mekân-birey ilişkisine bir de yerinden ettirilme yönüyle ele alışı var. Veysel’in yuva olarak gördüğü ormanın tam anlamıyla görmediğimiz kişiler tarafından işgal edilmeye çalışılması gibi. Kent ya da doğa, bugün binlerce insan yerinden, yaşadığı topraklardan koparılıyor. Filmi yaparken bu olgudan da etkilendiniz mi?
Elbette, kendisine geride bıraktığı yaşamdan, yani şehirden bambaşka bir yuva kurmaya çalışan biri Veysel. Ama mekânla ilişki kurmaya çalışmasına izin verilmiyor. İnsanların mekânla kurduğu bir ilişki devlet, sermaye, silahlı kuvvetler ya da çeşitli otoriteler tarafından engelleniyor. İnsanın yuva hakkı elinden alınıyor. Bu batıda yaşayanlar için başka, Kürt coğrafyasında yaşayanlar için başka, Suriye’de yaşayanlar için başka türlü yuvasızlaştırma olarak ortaya çıkıyor. Yuvasızlaştırılmış milyonlarca insan var bugün. Bu sadece insanı yuvasından, toprağından etme de değil, mekân ile ilişki kurma pratikleri ve de aidiyetleri elinden alınıyor insanların. O yüzden göçmenlik dediğimiz şey hiç bitmiyor. Tüm bunları yan yana koyduğumuzda ortaya benzer sonuçlar ve sebepler çıkıyor. Ama yine de filmde direkt bir olayın alegorisi olarak kurduğum bir hikâye yok. Bana göre bir bireyin de toplumun da yaşam alanı için direnmesi benzer bir durumdur. Bunlar farklı şeylermiş gibi gösterilmeye çalışılıyor ki bence bu bilinçli bir siyasetin parçası. Çünkü Batı ile Kürt coğrafyasında ya da Suriye’de yaşanan deneyimler benzer. Coğrafyası ya da insan sayısı bu anlamda önemli değil. Ortaya çıkan sonuç belli: İnsanların aidiyetlerinden koparılması… Bu yüzden filmde bunu anlatırken ucunu daha açık ve geniş bırakarak bir politik anlatı kurdum.
Türkiye sinemasında politik filmler genellikle gerçeklik algısının en net şekliyle gördüğümüz türler. Körfez de Yuva da politik filmler fakat farklı bir anlatım tarzınız var. Gerçekliğin farklı formlara girebildiği bir sinema dili oluşturdunuz. Belki edebiyatta ‘büyülü gerçekçiliğe’ yakın bir tür denilebilir. Kurduğunuz bu sinema diliniz ile ilgili ne diyeceksiniz?
Çok eskiden beri olan bir eğilimdi bu bende. Ama bu eğilim daima gerçeğin sınırında bir yerde hep. Hiçbir zaman tam anlamıyla gerçeği bırakmıyorum. Belki büyülü gerçekçilik ifade olarak yakın duruyor ama sürrealizm ya da soyut noktaya gitse de anlatının gerçekliğin sınırına yakın bir yerde durmasını seviyorum. Rahatsız edici bir alan olarak durması da mühim bence. Çünkü seyircide ‘film acaba alegorik ya da sürreal bir alana kaydı mı kaymadı mı’ sorusunun oluşmasını önemsiyorum. '90’lardan bu yana sinemada, özellikle politik filmlerde, gerçekçiliğin ya da doğalcılığın çok baskın olması gibi bir durum var. Ama bu bana sinemanın üretebileceği anlam alanını daraltıyormuş gibi geliyor. Elbette gerçekçi anlamda çok sevdiğim filmler var ama iş üretmeye gelince sinemanın o büyülü alanına daha çok kayıyorum.