Zılgıtlarıyla DAİŞ çetelerini püskürten kadın…

Gülistan Aksoy ya da mücadele ismiyle Hêvî Gabar, Kürdistan’ın dört parçasında halkının özgürlüğü için savaştı. Rojava’nın savunmasında zılgıtlarıyla DAİŞ çetelerini püskürten kadın olarak hafızalara kazıldı…

Kürt özgürlük mücadelesinin saflarına katıldığında Hêvî (Umut) ismini tesadüfen mi almıştı, bilmiyoruz ama adında muştalanan bir devrimin öyküsünü yüreğinde taşıyordu. Ne de olsa, 18 yılda öyküsünü Kürdistan’ın sıra sıra dağlarına, uçsuz-bucaksız bozkırlarına, dipsiz vadilerine bırakacaktı. Anne-babasının verdiği Gülistan’ın ismi gibi de yüreğinde gizlediği güller bahçesinden gülleri, teker teker Kürdistan’ın rüzgarına savuracaktı.

Genç bir muhabirken, durmadan çalan bir ajansın telefonunu kaldırdığında, karşıdaki ses “Ben Hezex (İdil)’den arıyorum, önemli bir haber vereceğim” dediğinde “Hezex de neresi, bilmiyorum” diye yanıt verince, “Hezex’in neresi olduğunu bilmiyorsan, o büroda ne işin var?” sözüyle önce kırılmış, ardından da Kürdistan’ın bütün ilçe, kasaba ve beldelerini öğrenme sözü vermişti.

Hevî geçen yıllarda sözünü yerine getirmekle kalmayacak, yolu Amed’den Zagroslara, Efrîn’den Şengal’e, Qamişlo’dan Urmiye’ye, Behdinan’dan Kirmanşah’a uzanan güzergahta yolu birçok kent ve kasaba düşecek, gittiği her yerde izler bırakacak, ismi ve anıları yoldaşları ile kapısını çaldığı evlerin hafızasına yazılacaktı. Halbuki Kürdistan’dan yüzlerce kilometre uzakta, Anadolu’nun bir köyünde gözlerini dünyaya açmıştı.

Ailesi 1980’li yılların ortasında Mardin’in Stewrê (Savur) ilçesine bağlı Baqistan (Bağyaka) köyünden Edirne’nin Keşan ilçesine göç ettiğinde adeta bavullarına koca bir ülke; Kürdistan’ı da sığdırmışlardı. Sanki Anadolu’da değil de, Kürdistan’ın herhangi bir kentinde Kürtçeyi öğrenmişçesine ana diliyle yetişmiş, ruhunu ve benliğini Kürt bilinciyle örmüş genç bir kadın olup vermişti. Yıllar sonra cenk meydanlarında kızının işine yarayacağı aklının ucundan bile geçirmeyen annesi, ona Mardin’in meşhur düğünlerinde susmayan zılgıtlar da öğretmişti.

Yüreği artık Kürdistan’ın aşkıyla yanıp, kavruluyordu. Tarih 2002 yılını gösterdiğinde, bir sabah aniden doğduğu evi, ailesini, kardeşlerini arkasında bırakıp yönünü Kürdistan’a çevirdi. Özgürlük mücadelesinin saflarında genç bir gerilla oldu. Gördüğü eğitimlerin ardından Kürt özgürlük hareketinin en zorlu yıllarına tekabül eden bu dönemde, hiç tereddüt etmeden mücadelenin en sıcak alanlarına gitmeyi tercih etti. Doğu Kürdistan’a gönderildi, fakat ne acıdır ki bir süre sonra İran rejimi tarafından yakalandı. “Ser verip, sır vermeyen” bir gelenekten geldiğini bilmeyen sorgucular, onun gerçek kimliğini açık etmesini umut edecektir, lakin çabaları beyhudedir.

GAZETECİLİK YILLARI…

Bir süre İran devletinin cezaevlerinde tutuklu kalan Gülistan Aksoy Türk devletine verildi. Bir yıla yakın cezaevinde tutulduktan sonra gerçek mücadele kimliği tespit edilmeyince de serbest bırakıldı. İşte bu ara süreç; mücadelesindeki en önemli eşiktir, çünkü terk ettiği evine dönmesi için bütün kapılar açıktır. Fakat o söz verdiği gibi özgürlük mücadelesinde kalmayı tercih edecektir, çalışma sahası Kürdistan’ın kuzeyidir, artık kalemi ve fotoğraf makinesiyle mücadele edecektir.

Bu arada Türk devletinin “KCK davaları” olarak adlandırdığı operasyonlarda aranan bir isim olacak, kıl payı kurtularak soluğu yeniden Kürdistan’ın özgür dağlarında alacak, Rojava Kürdistan’ında devrim patlak verip, çetelerin saldırısına maruz kalınca da, kendisini ülkesinin bu parçasını savunmasında yer almak için yazdıran ilk isimlerden olacaktır. Kalemi bırakıp silaha sarılmanın zamanı gelip çatmıştır.

Hevî Rojava’ya ulaştığında, barbar DAİŞ çetelerine karşı Til Koçer’den Girê Spî ve Serêkaniyê’ye uzanan hatta amansız bir savaşın içinde bulur kendisini. Cizîr Kantonu'nun batı kırsalı ve köylerini kurtarmak amacıyla 2015 yılının Mayıs ve Haziran aylarında başlatılan “Komutan Rubar Qamişlo Hamlesi”nin de gözü pek savaşçısı olacaktır. Kısa boyu, cılız bedeniyle ilk başlarda dikkat çekmemiştir ama hamle bittiğinde kahramanlığıyla destan yazmıştır.

DAİŞ’E PUSULAR…

O hiç kımıldamadan, nefesini bile içine çekerek, soluksuz, fark edilmeksizin, bazen 8, bazen de 10 saat bekledikten sonra silah arkadaşlarıyla DAİŞ çetelerine pusular atar. Tabii önce annesinin Kürdistan’ın kadim kentinden Anadolu’nun yaban ellerine taşıdığı zılgıtlar duyulur, sonra da boyunu bulan silahından patlayan kurşunun sesi. Kürdistan’ı istila etmek isteyen çeteler Hêvî’nin zılgıtlarını duyunca deyim yerindeyse ödleri kopar, zira kızıl saçlı kadınların taşıdığı namlular her an enselerinde patlayacaktır.

Ön saflarda çarpıştığı hamlenin Mebruka ayağı tamamlanınca 26 Mayıs 2015’te kayıtta olan kameraya o güzel Kürtçesiyle şunları diyecektir:

“Bu zaferden dolayı bütün Kürdistan halkı, özellikle de Rojava halkına kutlu olsun diyoruz. Artık hiç kimse Kürdistan halkının özgürlüğü önünde duramaz. DAİŞ’in nasıl yenildiğini hep birlikte gördük, umarım bütün dünya bu mesajı alır.”

Bu sözlerinden birkaç hafta sonra Serêkaniyê cephesine giden Hêvî, çetelerin gömdüğü bir mayına bastı. Ölüm kınını parçalayarak ona pusu kurmuştur. Kafasından alır ağır yarısını, o güzel yüzünün yarısını da kaybeder. Buna rağmen hayatta tutulur, arkadaşlarının kollarında can vermeyi, cenk meydanını terk etmeyi kendine yedirmez. Önce Güney Kürdistan’da, ardından da Rusya’da tedavi altına alınır, ameliyatlar başarılıdır, fakat küçük küçük parçalar kalır kafatasında. Üstelik çene kemiği de yerinden çıkmıştır, bu yüzden doğru dürüst yediği yemeği çiğneyemez hale gelir. Hêvî zamanla kilo kaybeder, bedenindeki değerler düşer, bağışlık sistemi zayıflar.

ALMANYA GÜNLERİ…

Geri kalan tedavisini tamamlama umuduyla Hêvî, 2017 yılının ortalarında yönünü Almanya’ya çevirdi. Kürdistan’ı terk etmek ona ağır gelmiştir, ama belki de eski çenesi ile dişlerine kavuşacaktır. Alnına yerleştirilen protezden sonra “Eski fotoğraflarını getirebilir misin, belki eski yüzünü yapabiliriz” denildiğinde bir nebze de olsa yüreğine su serpilmiştir. İyileşecek, eski yüzüne yeniden kavuşacak ve Kürdistan’ın yolunu tutacaktır.

Bu arada kendisini asık suratla karşılayan, “sıradan” bir mülteci muamelesi yapan Alman memurlar/doktorlar hikâyesinin kırıntılarını dinlemeleri yeterdir, odalarından çıktığında onu ayağa kalkarak uğurlarlar. Ama o kendisine gösterilen bu saygıya rağmen “Avrupalıların her şeyi çok iyi de ruhları yok, yaşayan ölü gibiler, onlara biraz ruh vermek lazım” sözleriyle sürekli sitem ediyordu. Zira kalplerin buz tuttuğu dünyanın bu soğuk ve karanlık coğrafyasına bir türlü alışamamıştı. Kürdistan’a gidiş için de gizli gizli para bile biriktiriyordu, “Hareketimizin işi belli olmaz, tedavimden sonra belki burada kal diyebilirler, ben o zaman uçak biletimi keser, kendim giderim” diyordu.

Hepimizin Hêvî adıyla tanıdığı Gülistan Aksoy’ın bu hayali yarım kaldı. O, 26 Temmuz 2020 gecesi, kimi kabuk sarmış kimi hala ilk günkü gibi taze olan yaralarıyla, ruhuna sinmiş ölümün/ kurşunların sesi ve devrimin aşkıyla, arkasında dev bir mücadelenin, soluksuz bir mücadelenin ağır mirasını arkasında bırakarak yatağında tek başına can verdi. Nasıl ki Schopenhauer “Herkes kendinde eksik olanı sever” diyorsa, belki biz de bizde eksik olan Hêvî’deki umudu, mücadele ve özgürlük tutkusunu sevdik. Düşünde düş görüp uyanmıştır belki son nefesini vermeden önce ve zılgıtlarıyla uğurlamıştır kendi ruhunu sonsuzluğuna…