Soykırım açıktan uygulanıyor

Duran Kalkan:Kürdistan’ın büyük bölümü üzerinde egemenlik sürdüren güçler kaskatı bir inkar ve imhayı, buna dayalı soykırımı Kürdistan’da yürütmek istiyorlar.  Karşıdaki güç artık soykırımı açıktan uygulayacak topyekûn faşist saldırganlık durumuna geldi.

PKK Yürütme Komitesi Üyesi Duran Kalkan, Türk devletinin Kürtlere karşı soykırımı açıktan uygulamaya başladığını belirtti. Topyekûn faşist saldırganlığa karşı topyekûn bir direniş geliştirilmesi gerektiğini ifade eden Kalkan, Yeni Özgür Politika gazetesinin sorularını yanıtladı.

Türkiye’deki iktidar son dönemde, ısrarla “Beka sorunumuz var” biçiminde değerlendirmeler yapıyor. Bu değerlendirmeleri nasıl anlamak gerekiyor? Toplumda neden böyle bir sorun algısı yaratılmak isteniyor? Türkiye’nin gerçekten  bir ‘’beka sorunu’’ var mı?

Siyasi-askeri gelişmeler baş döndürücü hızla ilerliyor. Üçüncü Dünya Savaşı denen süreç zirvede seyrediyor. Diplomatik hareketlilik çok fazladır. Askeri hareketlilik de öyledir. Dolayısıyla sürekli gelişmeleri izlemek, anı anına olup bitenleri değerlendirmek gerekiyor. Bunu biraz yaşamak isteyen herkesin yapması gereklidir. Hele hele politik süreçlerle ilgi ve ilişkili olan siyasi mücadele yürüttüğünü söyleyen, o iddiada olan, çabada olan güçler açısından bu çok daha fazla gereklidir. Çünkü bir siyasi değerlendirme yapıp bir süreci onunla götürmek mümkün değildir. Her olay süreç üzerinde etkide bulunuyor, önemli yenilikler, değişiklikler ortaya çıkartıyor. Olaylar da hızla ilerliyor. Sabah ve akşam birbirini tutmuyor, bazen günde bir kez de değil, iki ya da üç kez gelişen olaylar kapsamında siyasi ilişkileri, gidişatı değerlendirmek gerekiyor. Kuşkusuz her değerlendirme de yeni politik karar almayı, politika belirlemeyi, taktik değiştirmeyi gerektiriyor. Ortaya çıkan olaylar kapsamında gündemleşen yeni görevleri görmek, onları kararlaştırıp uygulamayı koymayı istiyor. Bu bakımdan da siyasi süreç çok dinamik, çok hareketlidir. Gerçekten de askeri şiddet boyutu, 20. yüzyıldaki dünya savaşlarına benzemese de ideolojik-siyasi boyutu Birinci ve İkinci Dünya Savaşı’ndan da çok daha fazla yoğun olan, hareketli olan bir süreç yaşanıyor. Bu tartışma götürmeyen bir gerçektir.

Biz de hareket ve halk olarak bu dünya gerçeğine ulaşmaya, ayak uydurmaya çalışıyoruz. Böyle bir dünya da var olmaya ve özgür yaşamaya çalışıyoruz. Aslında herkes ayakta kalmaya çalışıyor. Karşıtlarımız da bunu alenen söylüyorlar. Evet, Türkiye’de siyaset yapan herkes her gün “beka” meselesinden söz ediyor. Beka demek, gelecek, var olabilmek demektir. Türkiye’de devlette, devletin oluşturduğu toplum da sürekli kendisini, geleceğini mücadeleyle yaratma ihtiyacı içerisinde tutuyor. Neden? Çünkü temelleri zayıftır. Haksız, adaletsiz yaklaşımları var. Somut ve gerçekçi olmayan amaçlar doğrultusunda hareket ediyorlar. Daha doğrusu başkalarının emeği üzerinde, başkalarının varlığı üzerinde, başkalarının gücü üzerinde sömürü ve soykırım yaparak, yağma-talan ederek kendini var etmek ve güçlendirmek istiyor. Başkaları da buna izin vermediği zaman kendisini tehlikede görüyor. Başkalarının her an buna itiraz eder yaklaşımı, kaygısı onları sürekli tedirgin kılıyor. Bu kadar geleceğini riskli tehlikeli görmesi, TC devlet yönetiminin olay ve olguları değerlendirmesi hep beka meselesi olarak görmesi buradan ileri geliyor.

Günümüz dünyası bir savaş dünyası, dolayısıyla savaşın gereklerine göre olmadıkça ayakta kalmak zordur. “Kurtlar sofrası” deniliyor, böyle bir dünya gerçekliği yaşanıyor. Ortada hak, hukuk, adalet, ahlak, ilke, insanlık diye bir şey kalmadı. Kaskatı çıkarlar var. Buz gibi herkes kendi çıkarını esas alıyor ve o temelde hareket ediyor. Çıkarı neyi gerektiriyorsa öyle davranıyor. Doğrusunu ona göre tanımlıyor. Hakkı, hukuku ona göre tanımlıyor. Öyle bir dünya ki, hak, hukuk, adalet kendi çıkarı olmuş; ortaklaşmayı hiç göze almayan, gündemleştirmeyen bir dünya gerçeği yaşanıyor. Ortaklaşmaya dayalı yaşam olan toplumsallığın yok edilmesi, bireycilik olan kapitalizmin işte bu kadar kendini egemen kılmış bulunması bu biçimde yaşanıyor. Gerçekten de toplumlar artık silkelenemezlerse yok olacaklar, son demlerini yaşıyorlar.

Toplumun yok edilmesi demek olan kapitalizm, bireycilik zirve yaptı. Azami kâr, bireysel sömürü noktasında hiçbir ölçü tanımayan bir dünya ve insan gerçekliği var. Her şey mubah görülüyor, ne kadar sömürürsen, ne kadar çalarsan, ne kadar talan edersen mubah görülüyor. Öyle ahlakla, hukukla, adaletle sınırlandırılmış bir durum kesinlikle söz konusu değildir. Hepsinin adeta adının söylendiği, ama yaşamda bir anlamının, geçerliliğin olmadığı bir durum söz konusudur. Şimdi yaşam gerçekliği böyledir.

Böyle bir dünyada var olabilmek, anı anına mücadele etmeyi gerektiriyor. Biraz gevşek davranan yok olabilir. Birçok güç biraz da bu nedenle ayakta kalma sorunu yaşıyor. Öyle bir savaş içerisindeyiz ki, zaten dünya savaşı olması da buradan ileri geliyor. Böyle bir savaş içerisinde kimler ayakta kalacak, var olacak; kimler yok olup tarihten silinecek belli bile değildir. Daha şimdiden bir sürü güç tarihten silindi. Neredeyse onlarca denebilecek diktatörlük yıkıldı, tarihin çöp sepetine atıldı. Daha kimler yıkılacak, ne kadar yıkılacak o da belli değildir. Savaştan nasıl çıkılacak, ufukta bu konuda da çok fazla bir şey gözükmüyor. Çünkü sistemin krizi, kaosu aşma dolayısıyla savaştan çıkma gücü iradesi yoktur. Savaşı yaratan taraflar savaşı var ediyorlar, ama sonlandırma gücüne sahip bulunmuyorlar. Ancak alternatif olanlar savaştan çıkış sağlayabilirler. Mevcut savaşa; kapitalist modernite sistemi, iktidarcı-devletçi sistem yol açıyor. Dolayısıyla ancak toplumcu hareketler savaştan çıkışı sağlayabilirler.

Böylesi kaoslu ve krizli ortamdan,  yakın gelecekte çıkışın koşulları nedir? 

Bu durum gelişmelere göre hızla değişebilir de, bu keskin mücadele süreci bilinç ve örgüt zayıflıklarını hızlı bir biçimde aştırtabilir. Bizim beklentimiz, isteğimiz, temennimiz budur. Öyle olma koşulları var. Kuşkusuz böyle gitmez buradan bir çıkış olur diyoruz. Ama yaşam üzerine kafa yoranlar, “kıyametten” de söz ediyorlar. Büyük yıkımların yaşanmasını da ihtimal dahilinde görüyorlar. Dolayısıyla öyle ezbere “mutlaka çıkış olacak” demek doğru bir yaklaşım değildir. Önder Apo böylesi bir mantığı eleştirdi. Tarihsel gerçekliğin o mantığı doğrulamadığını, tam tersine yalanladığını ifade etti. Bazı bakış açılarıyla dümdüz ilerleyen dünya tanımlamasının tarihsel yaşam gerçekliğini doğru ve tam bir biçimde çözümlemediğini; tam tersine değiştirdiğini, tersyüz ettiğini ortaya koydu. Bu nedenle de, evet umutlu olmak gerek, çıkış görmek lazım, bunun verileri var. Değerlendirilirse sonuç elde edilebilir. Buna inanmak lazım, ama bunun bir mücadele gerektirdiğini de bilmek lazım. Bilinçle, örgütle, mücadeleyle olur. Kendiliğinden düz bir çizgide olacak bir şey olarak da görmemek gereklidir.

Bu bakımdan bilinçli yaşamayı, örgütlü yaşamayı, mücadeleci yaşamayı önemsemek lazım. Özellikle toplumlar açısından böyle bir duruma yeniden güçlü bir biçimde gelmeye ihtiyaç var. Toplumsal çalışma bu açıdan önemlidir. Önder Apo, “toplumun eğitimi ve örgütlenmesine” dikkat çekiyor. Toplum çalışmasının önemine dikkat çekiyor. “Herkes seferber olmalı” diyor. Gücü toplumdan almak gerektiğini belirtiyor. Başka yerden bir güç ve çözüm beklememenin doğru olduğuna dikkat çekiyor. Bu bakımdan çalışılırsa, mücadele edilirse elbette umut var, çıkış olabilir. Ama bu doğru yapılmazsa öyle çıkış kendiliğinden olmaz. Bu süreçler uzayabilir de, ağır tahribatlar da yaşanabilir. Yaşanmaz, olmaz dememek gereklidir.

Peki bu süreç Kürtler açısından neyi ifade ediyor.

Böyle bir dünya gerçeği içerisinde Kürtler açısından durum daha çok farklıdır. Sadece var olanı korumak, ayakta tutmak değil; onlar için var olabilme sorunu var. Çünkü son yüzyılda yok edilmek istendiler. Dünyada hiçbir toplumun karşılaşmadığı bir saldırıyla karşı karşıya geldiler. İnkar edilmek, imha edilmek gibi bir süreci yaşadılar. Küresel hegemonik güç haline gelen, iktidarcı-devletçi sistem böyle bir toplumu yok saydı ve yok etmek istedi. Aslında Kürt toplumuna saldırı tarihsel olarak toplum gerçeğine saldırıydı. Öyle anlaşılıyor ki, evet zayıflıkları olsa bile Kürtler bir yönüyle de toplumsallığı en çok yaşayan, temsil eden olgu durumundaydılar. Onların şahsında tarihsel toplum gerçeğini yok etmeyi öngördüler. Buna göre de bir ittifak, birlik oluşturdular. Anlaşmalar yaptılar. Kimileriyle rol paylaşımında bulundular. Kimileri bu kararları aldı, kimileri destek verdi. Kimileri de tetikçi oldu. Yüz yıla yayılmış tarihte eşi görülmeyen bir soykırımı Kürt toplumu üzerinde, Kürdistan’ı bölüp parçalayarak bütün örgütsel yapıları katliamlarla ezilerek hayata geçirmeye çalıştılar. Hala bu iddiayı yaşayan, sürdüren bir dünya gerçekliği de var. Bazı parçalarda bu zihniyet ve siyaset geriletilmiş olsa da, bunun gerçekleşeceğine dair bazılarının umutları kırılmış olsa da, ama hala Kürdistan’ın büyük bölümü üzerinde egemenlik sürdüren güçler kaskatı bir inkar ve imhayı, buna dayalı soykırımı Kürdistan’da yürütmek istiyorlar.

Devletçi-iktidarcı sistem küresel hegemonik güç haline geldiği için bunu açıktan söylüyor. Bütün dünyadan destek isteyebiliyorlar. Aykırı görüşler oldu mu hemen “teröre destek veriyorsunuz” diye rahatlıkla suçlayabiliyorlar. Her türlü katliamı, hakareti, işkenceyi, baskıyı yapabiliyorlar. Dikkat edilirse bütün bu yapılanlara karşı mevcut dünyada en küçük bir ses bile çıkmıyor. Birleşmiş Milletler’in genel prensibi olan “Ulusların Demokratik” haklarına aykırıdır diyemiyorlar. Kimseden böyle bir ses çıkmıyor. Neden? Çünkü Kürtleri bir ulus ve halk saymıyorlar. Kürt halkı diye bir halkın bu dünyada varlığını kabul etmiyorlar.

20. yüzyılın ilk çeyreğinde kapitalist ulus-devletçi sistem, küresel hegemonik güç haline gelirken böyle şekillenmiş. Bunu var saymış, çıkarları bunu gerektirmiş, azami kâr zihniyet ve siyasetinin çıkarları böyle istemiş, ona göre karar almışlar. Ulus-devlet sistemi olarak varlıklarını bunun üzerine kurmuşlar ve bunu hayata geçirmeye çalışıyorlar. Tarihsel varlığa ters düşen böyle bir iddiayı sürdürüyorlar.

Böyle olunca Kürtler açısından durum daha da değişik. Var olanı korumak değil, yok olmaktan kurtulma sorunu var. Bir halk olarak özgür yaşam varlığını koruyabilmek için önce özgürce var olabilmeyi kazanabilmek gerekiyor. Bunun için gerçekten de 7’den 70’e seferber olan, tarihin görmediği bir fedailikle mücadele eden bir durumda kalıyorlar. Böyle bir mücadele Önder Apo öncülüğünde kırk yıldır sürüyor. Bu kırk yıllık mücadele Kürt’ü var etti. Önce varlığını kendi kendine kabul ettirdi. Kürt kimliği ile yaşamanın avantajlarını, doğruluğunu, güzelliğini, geliştiriciliğini kendine gösterdi. Böylece kendi kendisini benimser, kendi kimliğini,  Kürt toplumunu benimser hale getirdi. Şimdi dünyaya kabul ettirmeye çalışıyor. Arap toplumuna belli bir düzeyde kabul ettirmiş durumdadır.

Küresel sistemde insan hakları, bireysel haklar kapsamında, Kürdistan’da yüz yıldır yürütülen direnişin etkisini de hissederek,  bu olguyu kimlik olarak söylemek zorunda kalıyor. Eskisi gibi inkar edemiyor, öyle bir durumun kendisini de yok saymak olduğunu, bir de istediği sömürüye uygun düşmediğini görüyor. Bu yönlü biraz değişiklik istiyor. En azından “bireysel haklar temelinde Kürt varlığı var, Kürt vatandaşları var, haklarını kullanabilirler, öyle olmalıdır” diyorlar. Günümüzün Avrupası, Amerikası, Rusyası bunu söyleyebiliyorlar. Fakat bir hak olarak varlığını ve demokratik haklarını görmek, kabul etmek istemiyorlar.

Kürdistan üzerinde egemenliğini sürdürmek isteyen güçler ise, son yüz yılda Birinci Dünya Savaşı ardından açığa çıkartılan Kürt’ün yokluğu ve yok edilmesi üzerine oluşmuş dünya devletçi siyaset gerçeğini olduğu gibi kaskatı sürdürmek istiyorlar. Dolayısıyla onların Kürtlük adına, Kürt varlığı ve özgürlüğü adına gelişebilecek her şeyin bu dünyaya ters ve düşmanlık olduğunu kabul etme durumları var. O nedenle Kürt iradesi olarak belirlenen her şeyi bu devletler kötülük görüyorlar, terörist görüyorlar, düşman kabul ediyorlar. Bütün güçleriyle de siyasi, ideolojik, sosyal, ekonomik, askeri bütün güçlerini kullanarak da bu gelişmeleri ezmeye, yok etmeye çalışıyorlar.

Küresel düzeyde kapitalist modernite sisteminin bu temelde şekillendiğini de bildikleri için kendilerine karşı çıkan olmayacağını değerlendirerek ona da güvenerek gerçekten de böyle bir katliamı pervasızca yapıyorlar. Böyle bir soykırım uygulamasını açıktan yürütüyorlar, söylüyorlar. Bunun üzerine diplomasi kuruyorlar, pazarlıklar yapıyorlar. Daha önemlisi tarihte eşi görülmeyen bir biçimde saldırıda bulunuyorlar, katliamlar yapıyorlar. Buna kimse ses çıkarmıyor, çıkartamıyor. Hiçbir ahlakın, hukukun, adaletin kabul etmediği şeyleri yapıyorlar, ama kimseden ses çıkmıyor. Ses çıkmayacağını bildikleri için böyle rahat yapıyorlar. Uygulamaların neler olduğunu iyi biliyoruz.

Bundan yirmi yıl önce bazı çıkarlar el verdi, küresel düzeyde sistem aslında kendi çıkarlarını gözeterek Kürt soykırımının sonuca gitmesi amacıyla uluslararası komplo dediğimiz bir saldırı yürüttü. Bu komplocu saldırı sonucunda İmralı tecrit ve işkence sistemini ortaya çıkardı. Bütün bu katliamları, soykırımı Kürt toplumunun özgürlük iradesi olarak gelişen Önder Apo şahsında İmralı tecrit ve işkence sistemi altına alarak daha bütünlüklü, açık ileri düzeyde yürütülür hale getirdiler. Buna tüm toplumun tecrit ve işkence sistemi altına alınması deniliyor.

Bir yönetim sistemi ortaya çıktı. Bu yönetim sistemi Kürdistan’da Kürt toplumuna karşı,  özel savaş kapsamında her türlü yok edici saldırıyı yürütmeyi ifade ediyor. Bu yönetim sistemi Türkiye’deki halklara faşist baskı ve terör getiriyor. Bunun gereği olarak bu yirmi yıl içerisinde TC sistemi giderek çok daha açık belirgin bir biçimde faşist diktatörlük konumu kazandı. Zaten bu karakterde oluşmuştu. Bunu hepimiz iyi biliyoruz.

Türkiye açısından zamanında çözümleyici adımların atılmaması nasıl büyük tehlikeleri ortaya çıkartıyor? Türkiye’de iktidarda olan AKP-MHP’nin faşist karakteri sadece Kütler ya da bölge açısından değil, bütün dünyayı ilgilendirdiğini belirtiyorsunuz. Bu durum pratikte nelere yol açıyor?

Dünyada faşist zihniyet ve siyaset İttihat ve Terakki Cemiyetiyle var oldu. Bunun da temel ilkesi dışa karşı savaş, içte faşist terör, katliam ve soykırım demekti. Kapitalist modernite sisteminin soykırımcılığını İttihat ve Terakki Yönetimi başlattı. Faşizm dünyaya buradan yayıldı. Hitler, Musolini, Franko gibi güçler faşizmi buradan öğrendiler ve uyguladılar. Sonunda geldi, şimdi AKP-MHP yönetimi altında en vahşi, en katı bir faşist diktatörlük düzeyine ulaştı. ABD’nin, küresel kapitalist modernite sisteminin merkezinin eğittiği ideolojik, politik, pratik bütünlüklü bir faşist örgütlenme olan MHP elinde bir faşist iktidar kurumlaşmasını geliştirdiler. Geliştirmeye çalışıyorlar, tırmandırıyorlar. O tırmanma faşist-soykırımcı saldırı ve katliamların çok daha fazla boyutlanmasını ortaya çıkartıyor. Kendisini egemen kılabilmek için bunu yapıyor.

Kırk yıldır daha bilinçli ve örgütlü olarak bu duruma itiraz eden Kürt toplumunda, var olabilmek, özgür kalabilmek için daha çok tepkiye, daha yoğun bir mücadeleye yol açıyor. Buna karşı bir tepki ve karşı duruş var. Önder Apo öncülüğündeki mücadelenin ortaya çıkardığı birikimin böylesi tehlikeli gelişmeleri bertaraf edebilmek için kendisini topyekûn bir direnişe sevk etmesi var. Son dönemdeki direniş hamlesi böyle ortaya çıktı. Aslında sürecin böyle bir duruma doğru evrileceği konusunda Önder Apo 2009 yılında çok fazla uyarıda bulundu. Yine 2013-14 sürecinde görüşmelerin olduğu dönemde çok çok uyardı. Tıpkı 20. yüzyılın başında sosyalistlerin yaptığı uyarı gibi başta Kürt toplumu olmak üzere bütün halkları uyardı. 20. yüzyılın başında sosyalistler  “ya sosyalizm ya barbarlık” diyorlardı. Eğer sosyalizm egemen olamazsa bu kapitalizm dünyayı kıyamete de götürebilir. Yüz yılın sonunda geldiğimiz nokta gerçekten de bir kıyamet durumudur. Şimdi herkes daha fazla bunu görüyor ve anlıyor, kabul etmeye yöneliyor, ama iş işten geçiyor. Dünya, yerküre kendiliğinden değil insan eliyle adeta yok olma tehlikesi ile karşı karşıya getirilmiş bulunuyor. Akıl denen şeyi kullanan insan gerçeği doğayı bu duruma getiriyor.

Önder Apo’da benzer bir biçimde “ya demokratik çözüm ya da felaket olur. Hem de öyle bir felaket olur ki, hiç kimse bunun etkisinden kendisini kurtaramaz” dedi. Demokratik çözümün önünü kapattılar. Aslında bir çok güç tarafından çözüm için  çaba harcanıp faşist-soykırımcı zihniyet ve siyaset kuşatılsa da,  hemen bir yerlerden müdahalede bulundular ve çözümü önlediler. TC sistemini böyle bir saldırıya teşvik ettiler. Demokratik çözüm gerçekleşmeyince de felaket denen süreç gelişti. Önder Apo’nun söyledikleri de şimdi bir bir doğrulandı. Çözüm için yapılan bütün çalışmalar en tehlikeli suç olarak görüldü. O çalışmaya katılanlar sorgusuz sualsiz cezaevlerine alındılar, en ağır suçlu ilan edildiler, terörist olmakla, vatana ihanet etmekle suçlandılar, suçlanıyorlar. Katliam, baskı, terör dorukta seyrediyor.

Karşıdaki güç artık soykırımı açıktan uygulayacak topyekûn faşist saldırganlık durumuna geldi. Öyle ki, devrimci direniş açısından bu durumun önünün alınması için tüm güç buna seferber edilerek topyekûn bir direniş noktasına gelindi.