Araştırmacı-Yazar Tamer Çilingir ile 6-7 Eylül Pogromu üzerine konuştuk...
Çilingir, 6-7 Eylül'de yaşananlara işaret ederken, "Geride kalan Türk ve Müslüman olmayanlara nefes alma hakkı bile verilmedi" dedi. Türkiye'nin de kaybettiğine dikkat çeken Çilingir, yüzleşme ve hesaplaşmanın neden önemli olduğunu anlattı.
6-7 Eylül'de ne oldu?
6-7 Eylül 1955'te İstanbul’da Yedikule, Samatya, Beyoğlu, Sıraselviler, Kurtuluş, Yeşilköy, Bakırköy, Eminönü, Unkapanı, Büyükada, Aksaray, Çengelköy ve Kuzguncuk’ta başlayan saldırılar sonucunda 37 kişi hayatını kaybetti, 30 kişi yaralandı ve 300’den fazla Rum kadına tecavüz edildi. Ayrıca 87 kilise, 26 okul, 3 gazete, 4 mezarlık, 1004 ev, 4228 iş yeri ve 226 üretim merkezi talan edildi.
16 Eylül 1955’te 6-7 Eylül saldırılarını kınayan makalelerinden dolayı İstanbul’da Rumca yayın yapan 'Elefteri Foni /Bağımsız Ses’ gazetesinin sahibi ve başyazarı Andreas Lambikis tutuklanıp Harbiye Askeri Cezaevinde 3 ay süresince hapsedildi.
Kasım 1956’da İstanbul’daki Rum Hayır Derneği 'Eliniki Enosi’nin 12 üyesi tutuklandı ve Kıbrıslı Rumların casusu oldukları ileri sürülerek Nisan 1958 tarihinde sınır dışı edildiler.
1957-1959 tarihleri arasında İstanbullu Rumlardan 57 kişi çeşitli bahanelerle sınır dışı edildi. Sınır dışı edilenler arasında 6-7 Eylül 1955 tarihlerinde yaşananların fotoğraflarını dünya kamuoyuna göndermeyi başaran Gazeteci Dimitrios Kaloumenos da vardı.
1958 sonrası, başını ırkçı örgütlenmelerin çektiği ve genellikle üniversite öğrencileri tarafından uygulanan ‘azınlık işyerlerini boykot’ kampanyası başlatıldı. Rumların işyerlerinin önünde bildiriler dağıtılıp konuşmalar yapılarak, halka Türklerin işyerlerinden alışveriş yapmaları baskısı yaptılar.
'KALANLAR TÜRKLÜĞE ZORLANDI'
Sonra ne oldu? Hayatta kalanları neler bekledi?
Her şeyden önce artık bu ülkede açık kimlikleriyle özgür yaşayamayacaklarını öğrendiler. Gerçek kimliklerini ulu orta yerlerde hep gizlediler. Her kriz döneminde hedef haline getirildikleri için birçoğu yaşadıkları yerleri terk etmek zorunda kaldı. Elde avuçlarında ne varsa yok pahasına satarak Yunanistan’a gittiler ve bir daha dönmediler. Geride kalanların büyük kısmı da yıllar içinde aynı akıbete uğradı. Türklüğü, Türk kimliğini ve Türk politikalarını savunmaya zorlandılar.
Pontos Rum Soykırımı'nı anlatan bir kitap yazdınız. 1914-1923 yıllarındaki bu soykırım sürecini 6-7 Eylül'de yaşananlar ile ele aldığınızda ne görüyorsunuz?
Kitabımın konusu bildiğiniz üzere Pontos Rum Soykırımı üzerineydi. 1914-1923 yılları arasında Pontos’ta yaşayan Hristiyan Rumlara yönelik gerçekleştirilen bu soykırım 1895'lerden başlayan, 1915’te Ermeni ve Süryanileri kapsayarak devam eden soykırımın son etabıydı. Bu süreç Osmanlı’dan geride kalan son topraklarda kurulması planlanan yeni devlet için sermayenin Müslümanlaştırılması diye de tanımlanabilir. Binlerce yıl yaşadıkları topraklarda 1,5 milyon Ermeninin, 300 binin üzerinde Süryaninin, 353 bin Pontoslu Rumun katline, 800 bin Küçük Asya Rumunun kaybolmasına sebep olan bu sürecin sonunda 1923 yılında Lozan’da Yunanistan ve Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucuları arasında imzalanan Mübadele Anlaşması ile 1 milyon 250 bin Hristiyan Rum da sürgün edilerek yurtlarından kovulmuşlardı. İstanbul’da yaşayan Hristiyan Rumlar ise bu anlaşmanın dışında tutulmuştu.
1942-1943 yıllarında Kur’a Askerlik ve Varlık Vergisi ardından 1955 6-7 Eylül Pogromu, Kıbrıs krizleriyle 1958-63 yılları arasında artan Rum karşıtlığı ile yaşanan sürgün ve kaçışların ardından, 1964 yılında gündeme gelen sürgün kararlarıyla İstanbullu Rumlar da bu topraklardan silinmeye çalışılmıştır. 6-7 Eylül Pogromu da geride kalan Hristiyan Rumlara yönelik en önemli saldırılardan biridir.
'TEMEL SİYASETLERİ İŞGAL VE DEVŞİRME'
Osmanlı'dan Cumhuriyet'e, şimdi de AKP-MHP rejimine... Türkiye, azınlıklar açısından nasıl dönemlerden geçti?
Öncelikle "azınlıklar" kelimesine itiraz etmek istiyorum. Azınlık olan yedi yüz yıldır bu topraklarda iktidarda olanlardır. Binlerce yıldır bu coğrafyada yaşayan ve çoğunluk olan ama öteki olarak görülen, ötekileştirilenler açısından bu süreci özetlemek gerekirse şöyle denebilir. "Dört nala gelip Uzak Asya’dan Akdeniz’e bir kısrak başı gibi uzanan bu memleket bizim" diyenler 11. yüzyıldan itibaren bu coğrafyada sadece yaktılar, yıktılar, yok ettiler. Onlardan önceki zalim Roma krallarının Müslüman versiyonuydular. Kendilerinden olmayan inançlara, kimliklere karşı hep zalimlik yaptılar; onları düşman bellediler. İşgal, barbarlık ve devşirme temel siyasetleriydi. Kılıç zoruyla işgal ettikleri toprakları orada yaşayanlar için hapishaneye çevirdiler.
Cumhuriyet bu uluslara yönelik soykırım ve katliamların üzerine kuruldu. Hristiyan uluslardan sonra sıra Türk olmayan diğer uluslara geldi. Şiddet, baskı ve asimilasyon politikaları Cumhuriyet boyunca da devam etti. Geride kalan Türk ve Müslüman olmayanlara nefes alma hakkı bile verilmedi.
'ZERZEVATÇI TÜRKÇE BAĞIR!'
Rumların Türkiye'deki bugünkü nüfusu biliniyor mu?
Kemal Karpat’a göre (Osmanlı resmi sayımları) 1906 yılında Osmanlı topraklarında yaşayan Hristiyan Rumların sayısı 2 milyon 136 bin 110’dur.
1955 yılında Hristiyan Rumların sayısı 106 bin iken 1965 yılında bu sayı 30 bindir. Kıbrıs işgalinin ardından 1975 yılında ise bu sayı 5 bindir.
Bugün ise bu sayı 1500’ün altındadır.
Müslümanlaşmış ya da Müslümanlaştırılmış Rumlar tabii ki bu sayılara dahil değildir.
'Vatandaş Türkçe Konuş' kampanyaları cumhuriyetin önemli asimilasyon politikalarından biridir. 19 Mayıs 1929 tarihli Cumhuriyet gazetesinde, 'Zerzevatçı Türkçe bağır' başlıklı şöyle bir haber var:
"İstanbul Belediyesi, yaşadığı mahallelerde kendi ana diliyle bağırarak satış yapanlar hakkında zabıtaya gönderdiği tebligatta, Türkçe yerine Rumca bağırmanın şiddetle yasaklanmasını istedi.’’
Yani bu tarihte zerzevatçıların Rumca bağırarak İstanbul sokaklarında satış yapmaları ne demek? Herkes ya da büyük bir çoğunluk Rumca anlıyor demek. Şimdi 20 milyona yaklaşan nüfusuyla İstanbul’da Rumca anlayabilecek insanın sayısı 1500 civarında.
'TÜRKİYE KAYBETTİ, TALANCILAR ZENGİN OLDU!'
Rumlara yapılanlar Türkiye'ye de kaybettirdi mi?
Bir zamanlar Rumlara bire beş veren topraklar artık bire bir bile vermiyor. Çiftçilerini, marangozlarını, demircilerini, taş ustalarını, yorgancılarını, fırıncılarını kaybetti yüz yıl önce bu topraklar. Doktorlar, mimarlar, eczacılar, sporcular, edebiyatçılar, ressamlar, müzisyenler idam edildi. Binlerce yıllık insanlık tarihi, birikimi bir anda yok edildi. Cumhuriyetin kurucuları ‘Anadolu yoksuldu, cahildi, biz yeni bir aydınlatma başlattık’ diyecekti 1930’lu yıllarda ama bahsedilen cahillik ve yoksulluğun sebebi bu insanların yok edilmeleri idi.
Olup bitenlerin "yeni zenginler" yarattığı da söyleniyor...
Bu bir gelenektir. Osmanlı’dan devralınmıştır. İşgal edilen yerlere giren ilk askerlere iki gün tanınırdı yağma için. Bu iki gün içinde kim ne yağmaladıysa onun olurdu. Sonra devlet kurumlaşırdı ve yağma devlet eliyle taşınama mallarla birlikte tüm işgal edilen coğrafyayı kapsardı. 20. yüzyılın başında gerçekleştirilen soykırımlarda da aynısı oldu. Soykırıma katılan aileler cumhuriyet ile zengin oldular; katledilen Rum, Süryani ve Ermenilerin mallarına sahip olmaları sağlandı. Tabii bu arada asıl yağma devletin yaptığı idi. Tüm inanç yerleri, okullar, kültürel ve tarihi binalara el konulup dokuları değiştirildi. Kiliseler, okullar askeri kışlalara, camilere dönüştürüldü.
6-7 Eylül’de de aynı şeyler yaşandı. Öldürülen ya da korkudan evlerini işyerlerini bırakan Rumların mal varlıkları yeni zenginler yarattı.
İktidarlara, toplumlara bugün için nasıl sorumluluklar düşüyor?
Çürük yapı taşları üzerine kurulmuş Türkiye Cumhuriyeti Devleti, bu taşlardan herhangi birinin hareket etmesi halinde yıkılacağını bilmekte, bundan korkmakta ve ona göre davranmaktadır. Bu yanıyla da devletin kuruluşu esnasında imhasına yöneldiği, kimini soykırımı ile kimisini sürgünlerle ve kimisini de asimilasyonla etkisiz hale getirdiği iç ve dış düşman diye tanımladığı uluslara ve siyasi hareketlere karşı hep tetiktedir. Devlet açısından bakıldığında diğer önemli mesele de katliamlara, soykırımlara, sürgünlere ve asimilasyon politikalarına rağmen geride kalanların büyük çoğunluğu da ya Müslümanlaştırılmış ya da Türkleştirilmiş diğer uluslardandır. Ve tarihin karanlık sayfaları aydınlandıkça her şeyin alt üst olması ihtimali vardır.
Tarihte yaşanan her haksızlık, her zulüm cezalandırılmadıkça tekrarlanıyor. Bugünkü yaşanan haksızlıkların ve zulümüm sebebini de böyle görmek gerekiyor. Geçmişiyle, tarihiyle hesaplaşamayan toplumlar, doğru bir mücadele hattı kuramaz, özgürlük, adalet ve eşitliği sağlayamazlar.
Bizim yaşadığımız coğrafyada Türkiye Cumhuriyeti Devletinin kuruluşu ile başlayan süreç soykırımlar sürecidir. Öncelikle soykırımlar ile yüzleşilmesi gerekiyor. Bu yüzleşmeyi yapacak olan iktidar olmayacaktır. Çünkü iktidarın varlık sebebi soykırımlar, şiddet ve baskıya dayanıyor.
Asıl bu yüzleşmeyi yapması gerekenler özgürlük, adalet ve eşitlik talebinde olanlardır.
Yüz yıllık cumhuriyet tarihi boyunca muhalif konumdaki birçok aydın, örgüt ve kurum ne yazık ki bunu başaramamış, hatta iktidarların değirmenine su taşımıştır.
Cumhuriyeti bir burjuva demokratik devrimi olarak görmek, kurucularını anti emperyalist devrimciler olarak tanımlamak, ‘kurtuluş savaşı’ adı verilen masala inanmak, ilk meclise ilk anayasaya ilerici misyonlar yüklemek gibi önemli hatalar yapılmıştır ve hâlâ bu hatalar yapılmaya devam ediyor.
Soykırımlarla yüzleşmek asla tarihin, geçmişin sorunu değildir; tam tersine bugünün sorunudur.